‘’Deneme/yanılma günleri bitti‘’
Bana sorsalar Dinamo Zagreb maçının kadrosu açıklandığında ve başlama düdüğünden hemen önce yollanabilirdi Tedesco!
Çünkü iki hazır ön liberosunu kulübede oturturken sağ bekten 6 numara, stoperden sağ bek yaratmak istemiş; bu deneme, Avrupa Ligi’ne başlangıçta ağır bir hasara yol açmıştı çünkü... Sormadılar tabii ki! Her geçen gün üstüne koyarak gidiyor hem kulübe hem de Fenerbahçe... Tedesco için deneme/yanılma günleri bitti! Artık ne oynatmak istediğini herkes biliyor ve sahadaki futbolcular da onun oyununa inanıyor.
Küçük dokunuşlar...
Kolay değildi; Stutgart önünde iki maçlık performans gösteren Fenerbahçe için dün gece. Çünkü Burak Yılmaz geldiğinden beri 7 maçın 5’ini kazanmış, diğer ikisinden beraberlikle ayrılmış, lig 4.’süydü Antep. Buna karşın hiç zorlanmadan kazandılar. En Nesry’nin golleriyle devreye 2-0 önde girdiğinde, ‘İİkinci yarı uyuturlar’ fikrinde olan çoktu. Ancak Stutgart maçında olduğu gibi Antep karşısında da geri çekilmedi Fenerbahçe. Giren her oyuncu, takıma ve oyuna pozitif katkı sağlıyor artık. ‘Gamsız Talisca’ bile 12 dakikaya iki müthiş gol sığdırıyor. Üç dört de gol olmayan denemesi var üstelik. Daha ne olsun! Stutgart maçında Nene’yi omuzlara almıştı Tedesco, Antep’te de kazanılan sıradan bir taçta Levent’e sarıldı sımsıkı. Küçük ayrıntı gibi gözükebilir, ama bu küçük detaylar biriktikçe büyür başarılar. NOT: Oğuz Dizer’den sonra Faik Çetiner ağabeyimizi de sonsuz yolculuğuna uğurladık. İİki güzel insanı daha kaybetti dünya. Mekanları cennet olsun.
‘’Sorun Kartal'da değil‘’
Her tribünden farklı marşlar, her bloktan farklı tepkiler... Maçı takım ile birlikte kazanmaktan daha ziyade, ‘takım kazansın, biz eğlencemize bakalım’ modu bu... Altay’ı yerle bir eden, Samet’e gözyaşı döktüren, Çubuklular’ı ıslıklarken Beşiktaş’ı alkışlayan zihniyet.
Fenerbahçe 100 gol barajını geçmiş, oynadığı tüm kulvarlarda şampiyonluk şansı sürüyor, futbola dair ne istatistik varsa hepsinde rekor kırmış falan filan, hepsi hikâye! Tüm sevgiler, tüm saygılar; topun üç direğin içine girip girmemesine, pamuk ipliğine bağlı yani.
‘İsmail Kartal panik halinde mi?’ diye soruyor editörümüz Arda Erol... Bence panik halinde olan kulübedekiler, sahadakilerden daha çok tribündekiler. Alex de Souza’yı yerin dibine sokmaktan imtina etmeyen bir güç bu...
Bu yarışta Galatasaray’ı, Okan Buruk’u daha şanslı kılan tek nokta da şu belki de; Taraftar, yönetim, teknik heyet, futbolcular, dilim söylemeye varmasa bile bazı yazar, muhabirler arasında kurulan ve kazanıncaya kadar asla yıkılmayan o büyük ruh! Fenerbahçe bu birlikteliği kuramadığı sürece sadece lider olabilir, şampiyon olamaz!
Topun el yaktığı anlar denir ya... Haftalar azaldıkça, oynanan her maçın değeri de biraz daha artıyor doğal olarak. Ancak her beraberlik sonrasında karalar bağlamak, arabesk bir kültürün ürünü...
Fenerbahçe özgüven sorunu yaşamazsa, sıkıntılı günler kısa sürer ve bana göre halen şampiyonluğun en büyük favorisi. Fakat yazının ilk bölümünde bahsettiğimiz gerçekler, bizlere küfretmek yerine doğru analiz edilirse elbette!
‘’Yalçın için zor karar‘’
Sergen Yalçın, bir Anadolu kulübü için ülke içinde olabilecek en iyi seçenekti. Bu fırsatı kaçırmadılar, Beşiktaş top çevirirken anlaştılar. Geldiğinden beri 4 beraberliği 2 galibiyeti var. 6 maçta 6 gol atmış, 4 gol yemiş. Maç başına 1 gol ortalama, Fenerbahçe’den puan almak için yetmez. Fenerbahçe her ne kadar son haftalarda inanılmaz sayıda gol kaçırsa da rakip ceza alanındaki son vuruş öncesi sergilenen performansı ürkütücü. Yalçın, kazanmak için risk alırsa Fenerbahçe için işler kolaylaşır. Risk almayıp rakibi kilitlemeye çalışırsa Dzeko’nun Szymanski’nin Tadiç’in yine atamamasına bel bağlar. Neresinden baksanız zor karar. Ancak Sergen Yalçın’ı oyunculuğunda da teknik adamlığında da herkesten farklı yapan da bu özelliği zaten; Bizlerin zor dediği kararları saniyeler içinde alabiliyor olması.
Djiku ve 1 stoper!
Bu sezon şampiyonu attığından çok, yedikleri belirleyecek gibi. İsmail Kartal da böyle düşünüyor olmalı ki, iki stoper bir 6/8 numara aldırdı. Aynı anda Becao, Djiku ve Serdar’ı kaybedip; Samet ve devşirme Oosterwolde ile çok sayıda maça çıktı. Becao’nun nasıl döneceği kestirilemez, Samet gönderildi ve Serdar sık sık sakatlanıyor. Bu nedenle Bonucci hamlesi yerinde. Çağlar ise hem yerli kontenjanı açısından hem de oyunun sıkıştığı anlarda üçlü savunmaya dönülebilmesi konusunda bir lüks. Peki hangi ikililer oynamalı? Bence Djiku ve birisi! Çünkü hızı, bir stopere oranla çok becerili ayakları ile tek vazgeçilmez isim Djiku. Sonrası rakibe, rakip hücumculara göre değişkenlik gösterebilir. Söz gelimi Trabzon ile oynuyorsanız, Onuachu’nun karşısına Becao’yu; Beşiktaş ile oynuyorsanız Cenk’in karşısına Bonucci’yi; hücumda daha çok yabancı istiyorsanız Çağlar’ı koyabilirsiniz.
‘’Arap İsmail yine topun başında‘’
Bursa’da üniversite öğrencisiyim. 1980’li yılların sonu ya da 1990’lı yılların başı... Bursaspor’un Bursaspor olduğu yıllar. Bir Fenerbahçe maçı oynanıyor. İstanbul devlerini kaçırmak olmaz, tribündeyiz. Bitime sayılı dakikalar var; Skor 0-0... Hakem, Fenerbahçe lehine penaltı çaldı. O an takımdaki büyük yıldızların hızlı bir refleksle kulübenin en uzak noktasında sırtı dönük durduklarını bizzat gördüm!
Topun el yaktığı anlar ve herkes sorumluluktan kaçıyordu. O dönemin Arap İsmail’i, yani takımın sağ beki geçti topun başına. Vurdu ve gol! Fenerbahçe o penaltıyla 1-0 kazandı bu zorlu deplasmanda...
Ve bugün... Sene 2023... Belki de Ali Koç ve yönetimi, görev süresinin bitimine kısa süre kala kazandı kader penaltısını... Ve yine topun başına geçti Arap İsmail. Aynı cesaret ve inanmışlıkla...
Atarsa penaltıyı Fenerbahçe camiası kazanacak. Atamazsa...
‘’Keşke...‘’
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün sözüyle başlayalım: “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh...” İnsanlık tarihinin sayılı, son yüzyılın tartışmasız askeri dehalarından biri olarak kabul gören Atatürk; ‘Barış’ diyor hem ülkemizde hem dünyada... Elbette ‘savaşa hayır’ diyoruz bizler de... Sevenleri birbirinden ayıran, yıllarca uğraş vererek inşaa ettiğiniz dünyanızı başınıza yıkan ve herşeyden önemlisi ölümlere neden olan bir kavramı, nasıl kabul edebilir bir insan... Güneydoğumuz’da yıllardır süregelen terör... Güneyimizde bitmek bilmeyen savaşlar derken.. Kuzeyimiz de karıştı en nihayetinde. Yaklaşık iki ay önce Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile başlayan savaş sürüyor. Dünyanın en önemli haber ajanslarından Reuters’in bu savaş ile ilgili dün yayınladığı veriler şöyle: En az 46 bin ölüm... En az 12 bin yaralı... En az 400 kayıp... Savaş yüzünden ülkesinden ayrılanlar: 11 milyon... Yıkılan bina sayısı: 1800... Mal kaybı: 565 Milyar Dolar... Yazık değil mi?!
Türkiye; ilk günden bu yana arabuluculuk görevini yürütüyor bu savaşta... Siyasilerimizin özveriyle çalıştığı, ülkemizin evsahipliği yaptığı ‘barış müzakereleri’ umutlandırıyor bizi de dünyayı da... Türk Futbolu da üzerine düşeni yapıyor. Sloganımız ‘Barış İçin Futbol’... Geçtiğimiz günlerde Galatasaray, Dinamo Kiev ile sahaya çıkmıştı; dün de Fenerbahçe, Shakthar Donetsk’i konuk etti. Kimin aklına gelmişse, bu organizasyonlar için kimler emek vermişse hepsine sonsuz teşekkürler.
Ancak bir de sorumuz var organizasyonla ilgili... Ligimiz sürdüğü için maçlar mecburen hafta içi oynandı. Ancak neden saat 17.00? Bu saat yüzünden her iki maçta da yeterli futbolsever göremedik tribünlerde. Hem iş saati olması hem de Ramazan ayı nedeniyle... Ve bir de keşke... Bir çarşamba gecesi, saat 21.00’de bir karşılaşma organize etsek... Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş ve Trabzonspor ağırlıklı, Süper Lig destekli bir takım kursak... Dinamo Kiev, Shakthar karmasına karşı oynasak... Binlerce futbolseverin doldurduğu stadyumda tüm dünyaya tek ses ‘Savaşa hayır’ diye bağırsak... Fena olmaz mıydı?
‘’Gölge etmeyin!‘’
Amerika'da 'gerçek futbol' ile ilgili onlarca yatırım yaptılar, milyon Euro'lar harcadılar ama başaramadılar. Oysaki kendi futbolları vardı. Kendi basketbolları olduğu gibi. Amerika halkı; Amerikan futboluna tutkuluydu. Yeşil sahaları yıldızlarla doldursalar bile, gerçek futbola olan ilgiyi artıramadılar. Sokaktakiler için varsa yoksa 'National Football League'di. (NFL)
Ancak Dünya'nın neresinde iyi, güzel, tutkulu bir şey varsa, onu mutlaka Amerikalı yapmak gibi bir derdi olan paranın baronları; futbolun peşini bırakmadılar. Hep yaptıkları gibi başladılar futbolun fethine de... Önce sponsor oldular, para verdiler, sempatik gözüktüler. Sonra kulüp yönetimlerine girdiler, futbolun yönetiminde söz sahibi olmayı hedeflediler. Ve en nihayetinde son darbeyi yaptılar, satın aldılar; Dünya'da (FIFA) ve özellikle Avrupa'da (UEFA) futbolu yöneten kurumların karşısına 'patron' olarak çıktılar.
Emperyalizm, doymak bilmeyen bir iştaha sahiptir. Kulüplerin sahibi olmak da kesmedi beyleri! Aslında en başta hedefledikleri yolda ilerlemeyi sürdürdüler: Avrupa Futbolu'nun da sahibi olmak istiyorlardı.
Real Madrid Başkanı Perez önderliğinde harekete geçtiler. İngiltere, İspanya, Almanya, Fransa ve İtalya'nın önde gelen kulüplerini 'para' ile ikna ettiler. Ve bir gece yarısı Avrupa Süper Ligi'ni kurdular. Kulüpleri satın almışlardı, satın alamadıklarını da kiralamışlardı! Fakat hesaba katmadıkları bir şey vardı: Taraftarlar... Yani futbolun gerçek sahipleri... Hiçbir çıkarı olmadan bir futbol takımına destek olan; takımı kazandığında havalara uçan, kaybettiğinde yıkılan; koşulsuz şartsız kendini kulübüne adayanlar...
"Sana şu kadar para vereyim, ezeli rakibini tut" diyemezsin onlara. Diyemediler zaten! Futbolun 'gerçek sahiplerini' ikna edemediler. Bir gece ansızın doğan Avrupa Süper Ligi, bir gün sonra öldü. Bayern Münih ile başlayan direniş, çığ gibi büyüdü ve yapayalnız kaldı baronlar. Aslında zaten ölü doğmuştu bu çocuk, farkına varamadılar... Ancak unutmayacaklarımız da var bu süreçle ilgili.
Mesela Barcelona... İspanya'da Kralın Takımı Real Madrid'e karşı dik duruşuyla bilinen, Katalanlar'ın gönül verdiği Barcelona. Umurlarında olur mu bilmem ama benim gönlümde bir toz zerresi kadar değerleri olmayacak artık. Mesela Messi, Ronaldo...Yetenekleri onları bu noktalara getirdi, ama futbolu bıraktıklarında nasıl anılacaklarına kendileri karar verdiler. En azından benim gibi düşünen birçok insan için Maradona'nın tırnağı bile olamayacaklar.
★ ★ ★
Bir çift söz de bizim spor yöneticilerimize...Tarihin en coşkulu yarışı var saha içinde. Üç dev şampiyonluk, Anadolu takımları kümede kalma savaşı içinde. Lütfen bırakın, formalı çocuklar karar versin sonuca. Bırakın, kim hak ediyorsa o kazansın. Bırakın futbol, en saf ve temiz haliyle halka kalsın. Ceketli beyler; gölge etmeyin, yeter...
‘’Çanlar çalarken...‘’
Değişik bir sezon yaşıyoruz ama değişmeyen tek şey var: Yine herkes 'adalet' istiyor! Kazanan da kaybeden de... Çok ağır yaralar veriyoruz bu güzel oyuna; Rakiplerimize, hakemlerimize, meslektaşlarımıza, bütün paydaşlara...
Çok eski yıllarda krallıkla yönetilen bir ülke... Kral'ın gücü, kudreti sonsuz. Ancak Kral'ın isteğiyle ülkede işleyen bir de 'Hukuk Sistemi' var. Hakimler, Savcılar yönetiyor ülkedeki Adaleti...
Ülkede en büyük haberleşme aracı, kiliselerdeki çanlar...
Bir 'vatandaş' öldüğünde şehir merkezindeki dev çan 1 kez çalınırmış. 'Eşraf'tan biri ölürse iki, 'büyük bir devlet adamı' ölürse 3, 'Kral' öldüğünde ise 4 kez...
Gel zaman git zaman... Şehirde bir olay yaşanır ve konu mahkemeye taşınır. Davanın sanığı olarak mahkeme huzuruna çıkartılan adamın masumiyetini, tüm ülke halkı bilmektedir. Bir formalite olarak görülmesi ve beraat beklenen davadan sürpriz bir karar çıkar. Suçsuz olduğu bilinen sanık, 'para cezası'na mahkum olmuştur.
Hakim sorar: "Bir diyeceğin var mı?"
Sanık cevaplar: "Hayır..."
Mahkeme biter, dinleyiciler dağılır. Kafalarda büyük kaygı vardır. Çünkü adam suçsuzdur, ama para cezası verildiğine göre suçlu bulunmuştur.
Kısa süre sonra dev çan bir kez çalar.
Herkes meraktadır: "Acaba bir komşumuz mu öldü?"
Çan 2. kez çalar: "Acaba eşraftan kim öldü?"
Çan 3. kez çalar: "Acaba ölen büyük devlet adamı kim?"
Çan 4. kez çalar: Herkes feryat eder; "Eyvah! Kralımız öldü..."
Neredeyse ülkede yas ilan edilecektir ki; Çan 5. kez çalar...
Görülüp işitilmiş bir durum değildir bu. Herkes çan görevlisine koşar. Bir de bakarlar ki; Çanı, haksız yere suçlu bulunan adam çalmaktadır.
Sorarlar: "Ne demek 5 kez çan çalmak. Kral'dan büyük kim ölebilir ki?"
Suçsuz adam yanıtlar: "Adalet öldü!"
Kıssadan hisse...
Yine ve aslında hiç de alışık olmadığımız bir sezonun sonuna doğru ilerliyoruz. Lig 21 takımlı, normalden hayli uzun... Eskiden hafta sonunu beklerdik futbol maçları için, şimdi günleri karıştırıyoruz; Çünkü her gün maç var! Üstüne üstlük bir de 'Pandemi' var, insanların birbirini gördüğünde kaçarak uzaklaştığı bir ortamda, futbolcuların kafa kafaya mücadele etmelerine tanık oluyoruz.
Daha öncekilere benzemeyen bir sezon yaşıyoruz ama değişmeyen tek şey var: Yine herkes 'adalet' istiyor! Kazanan da kaybeden de.
Bu lig bitecek, tıpkı daha öncekilerin bittiği gibi... Sonrasında kısa bir ara ve yeniden başlayacağız yeni sezonla birlikte futbola. Nasıl bırakırsak, oradan başlayacağız. Dikkatli olmalıyız.
Çok ağır yaralar veriyoruz bu güzel oyuna; Rakiplerimize, hakemlerimize, meslektaşlarımıza, bütün paydaşlara...
Sermaye baronlarının (Avrupa Süper Ligi) ele geçiremediği tek eğlencemiz olan futbolu, bizzat futbolun içinde olanlar; tüketmek için elinden geleni yapıyor.
1, 2, 3, 4...
Duralım lütfen...
Çünkü sayenizde çanlar, futbolumuz için çalmaya devam ediyor.
‘’Abou mu Ghezzal mi?‘’
Aboubakar'ın yokluğunu çok dert ediyor Beşiktaşlılar... Haklılar! Çünkü Aboubakar inanılmaz bir oyuncu ve Beşiktaş'a kendisini adamış durumda... Ancak bir Kasımpaşa maçına bakın bir de Erzurumspor maçına... Siyah ile Beyaz kadar farklı Beşiktaş... Peki neden?
Amerika'da bir süpermarket... Hani kıl müşteriler olur ya, sürekli şikayet eden, kavgaya meyilli, sorunlu... İşte onlardan birisi, meyve-sebze reyonunu birbirine katıyor. Müşteri, "Yarım kivi almak istiyorum" diyor... Tezgahtar ise bunun mümkün olmadığını ifade ediyor ve tartışma kavgaya dönüşüyor. İkisi de birbirinden şikayetçidir.
İşinden olmak istemeyen tezgahtar, hızlı adımlarla Mağaza Müdürü'nün odasına gidiyor ve durumu şu sözlerle ifade ediyor: "Efendim, hayvanın biri yarım kivi almak istiyor..."
Müdür'ün rengi beyazlamıştır! Durumda bir gariplik olduğunu fark eden tezgahtar, yavaşça arkasına döner. Müşteri hemen arkasından odaya kadar gelmiş, ensesinde durmaktadır. Tezgahtar şöyle devam eder:
"Efendim, bu beyefendi de kivinin diğer yarısını almak istiyor!"
Müdür derin bir nefes alır ve müşteriye yarım kivinin verilmesini söyleyerek konunun kapanmasını sağlar. Yaklaşık bir saat sonra da tezgahtarı odasına çağırır. Aralarında şu diyalog geçer:
– "Tebrik ederim, çok zeki davrandın, iyi idare ettin. Nerelisin sen?
– "Brezilyalıyım efendim..."
– "Amerika'ya neden geldin?"
– "Brezilya cazip bir yer değil efendim. Orada insanlar ya futbolcu ya da fahişe.. Ve ben ikisini de olamam!"
Son cevap, müdürü biraz kızdırıyor. Yine de sakin bir ifadeyle devam ediyor:
– "Biliyor musun, benim karım da Brezilyalı..."
Yaptığı gafın farkına varan tezgahtar, yine bir vücut çalımı atıyor:
– "Yaaa öyle mi Müdür bey... Peki yengemiz hangi takımda futbol oynuyor?"
İşte mağazadaki o tezgahtar misali; Kimi insanlar vardır, hem zekidir hem de yetenekli... Bir bakarsın elektrik prizi takabilir, bozulan musluk contasını değiştirebilir, silikon çekebilir, badana yapabilir. Bir de bakarsın, cübbesi üzerinde duruşmada söz istiyor, önlüğünü giymiş acil serviste hayat kurtarıyor. Her eve lazımdır onlardan bir tane...
Beşiktaş'ın tezgahtarı, bana göre Rachid Ghezzal...
Sol ayağı efsane, sağı da baston değil, iş görüyor. Tam bir savunmacı değil belki, ama savunma bilmeyenlerden de değil. Nerede durması, nerede koşması gerektiğini biliyor; Nerede vurması, nerede pas vermesi gerektiğini bildiği gibi. Gerekirse atıyor, gerekirse attırıyor. Top tutman gerekirse tutuyor, hızlı oynaman gerekiyorsa gaza basıyor. Kısacası; Ne istiyorsan onu yapıyor.
Aboubakar'ın yokluğunu çok dert ediyor Beşiktaşlılar. Haklılar! Çünkü Aboubakar, inanılmaz bir oyuncu ve Beşiktaş'a kendisini adamış durumda.
Ancak bir Kasımpaşa maçına bakın bir de Erzurum maçına... Siyah ile Beyaz kadar farklı Beşiktaş?
İkisinde de Aboubakar yok. İstanbul'un güzel havasında oynanan Kasımpaşa maçında futbol adına tek bir ipucu bile gösteremeyen Beşiktaş'ta Ghezzal de yok. Erzurum'da, aşırı soğuk ve sert zeminde oynanan, farklı kazanılan Erzurum maçında ise oyunun her saniyesine etki eden Ghezzal var.
Aboubakar'ın yokluğunu telafi edebiliyor bu takım... Asıl büyük dert; Ghezzal'in yokluğu!









































