Arama

Popüler aramalar

‘’Salih Uçan'ı uçurmak!‘’

Bu söz, toplumca muzdarip olduğumuz sığ bakış açısını en iyi anlatan özlü sözlerden biridir aslında... Gerek siyasi, gerek sportif, gerek tarihsel, gerekse sanatsal eleştirilerde sıkça başvurduğumuz bir yöntemdir bu... Yaşanan bir olumsuzluk halinde kişileri hedef alarak arka plandaki gerçek nedenleri ıskalamak, sık sık yaşadığımız durumlardan biridir. Onun içindir ki, bir türlü temele inemeyiz; biriken sorunların daha da kangrenleşmesine neden oluruz.

Son yıllarda internet medyasının da etkisiyle sayısı hızla çoğalan futbol yorumcularının bir türlü kurtulamadığı bir hastalıktır meseleye sığ yaklaşmak. Alınan bir yenilgide ya bir futbolcu hedef alınır, ya da bir teknik direktör. Aslında hepsi bir bütünün parçalarıdır. Kurulan makinenin dişlileridir tümü. Ne bir teknik direktör tek başına başarılı ya da başarısızdır, ne de herhangi bir futbolcu... Ortada yanlış kurulan bir düzen varsa, o mekanizmanın içindeki doğru parçalar bile alternatif üretmekten uzak kalırlar. Bunun son örneğini Fenerbahçe'nin 17 yaşındaki futbolcusu Salih Uçan'da yaşadık. Kaptırdığı bir topun üçüncü gol olarak Fenerbahçe ağlarına gitmesi ve oyunun kopmasına yol açması, genç oyuncuyu bazı eleştirmenlerce hedef haline getirdi. Neden oyuna alındındığından başlayıp, tecrübesinin bu tür maçların atmosferini kaldıramayacağına dair ipe sapa gelmez yorum ve analizler yapıldı. Aynı eleştirmenler, bir kaç hafta sonra Türkiye'de neden genç oyuncu yetişmeyeceğine dair derin analizlerde (!) de bulunacaklardır, merak etmeyin! Oysa sorun, Fenerbahçe'de bu sezon doğru ve akılcı bir planlama yapılıp yapılmadığıyla ilgilidir. Ama o at gözlüğü yok mu işte!

30 Ekim 2012, Salı 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Beşiktaş bir başkaldırıdır‘’

Kimse sana bir yaşam bahşetmez. Kimse senin varolman için çaba sarf etmez. Bilakis insanlar, başkalarının varoluşunu engelleme eğilimindedir genellikle; kendi yaşam alanlarını genişletmek için. O nedenle varolmak için başkaldırmak, savaşmak birinci koşuldur. Ancak kendi kendini var edebilirsin.

İşte Beşiktaş'ın bu sezon yaptığı tam da böyle bir meydan okumadır, içine düşürüldüğü duruma karşı, yazgısına karşı... Sahada sergiledikleri performansı hiç bir taktikle, teknikle izah edemezsiniz. Oynadıkları da zaten futbol değildir; bir isyandır, bir dirençtir, bir silkinmedir, bir onur savaşıdır. Onları, akıttıkları terin karşılığını alamadıkları Trabzonspor maçının sonunda sahanın ortasına sere serpe uzatan da bu ruhtur. O ruh, Beşiktaş ruhudur. Ona iyi bakmak lazım. Ders almak lazım. Başınıza gelenlere karşı tevekkül edip kaderinize razı olmak istemiyorsanız o bir avuç Beşiktaşlı gencin sergilediği sıra dışı mücadeleyi örnek almalısınız. Beşiktaş'ı bu sezon sadece bir futbol takımı olarak izlerseniz, kaçıracağınız çok şey vardır. Bu yılın Beşiktaş'ı, hayatın insana verebileceği en anlamlı derslerder biri olmaya namzettir. Çünkü, muhtaç oldukları kudreti nerede bulacaklarını keşfettiler. Bize bunu gösteriyorlar, her hafta sonu. Kendi 'Kurtuluş Savaşı Destanlarını' kendileri yazıyorlar. Bize düşen ise dikkatle okuyup, verdikleri mesajı iyi anlamak. Ve onları ayakta alkışlamak.

23 Ekim 2012, Salı 18:40
YAZININ DEVAMI

‘’Kaplan ve Gül!‘’

Golf dünyasının dört gün boyunca kalbinin attığı Antalya’daki THY World Cup Final’den söz ediyorum. Dünya golfünün zirvesinde yer alan 8 sporcunun yarıştığı organizasyonda bütün gözler hiç kuşkusuz yaşayan efsane Tiger Woods’un üzerindeydi. Turnuvanın yarı finalinde, şampiyonluğu da kazanan İngiliz Justin Rose’a kaybetmesine karşın, ona yönelik yoğun ilgi Antalya’dan ayrılana kadar sürdü. Zaman zaman etrafını sarmalayan kalabalığın ilgisinden bunaldığını ifade eden tavırlarda bulundu. Bu tarz hareketleri, jest ve mimikleri kimine antipatik gelse de, turnuvayı takip eden çoğunluğa göre bu çaptaki bir sporcu için normal kabul edilebilecek davranışlardı. Ben de öyle düşünenlerdenim. Hele, bizde bir gram şöhreti yakalayan futbolcuların tafralarını göz önüne alacak olursak... Benim Woods adına yadırgadığım tek davranışı, orada yer alan bir kaç çocuğun taleplerine kayıtsız kalmasıydı. Oysa istedikleri sadece ellerindeki bir takım objelere imzaydı. Woods bunu karşılıksız bıraktı, çocukları üzdü.

Turnuvanın şampiyonu Justin Rose ise tam tersine son derece sempatikti. Yanına yaklaşan hiç kimseyi kırmadı. Bazılarına 5 dakika sonra diye söz verdi, sözünü tuttu. Saha içinde olduğu gibi saha dışında da bir şampiyon gibi davrandı; centilmen ve alçak gönüllü...

Aslına bakarsanız, centilmenlik golf sporunun ruhunda var. Müsabakalardan sonra birbirlerini kutlayan sporcular ile yardımcılarının (Caddy) tokalaşmaları sırasında şapkalarını çıkarmaları ise karşılıklı saygıyı ifade eden önemli bir ritüeldi.

Başta Golf Federasyonu Başkanı Ahmet Ağaoğlu olmak üzere bu büyük organizasyonu gerçekleştirenleri kutluyorum. Ulusal ve uluslararası yayın yapan 92 kanalda naklen yayınlanan, yaklaşık 400 milyon insana ulaşan bu önemli organizasyona lütfedip katılma nezaketi göstermeyen Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç, Spor Genel Müdürü Mehmet Aykan ile diğer üst düzey yönetici zevatı (Buna THY’ciler de dahil) kınıyorum. CNN İnternational’ın ana haber kuşağında her gün haber yapılan ve İstanbul’un 2020 adaylığı konusunda yorumlar yapılmasına sebep olan organizasyon için Devlet Tanıtma Fonu’ndan sadece 100 bin lirayı (Taşköprü Sarımsak Festivali’ne de bu kadar para çıkmış) uygun görenleri ise Allah’a havale ediyorum.

14 Ekim 2012, Pazar 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Aziz Yıldırım'ın iflası!‘’

Başkan Aziz Yıldırım'ın kulüp tercümanını abondene eden zalimce tarzı ile Kaptan Alex de Souza'nın naifliği arasında geceyle gündüz kadar fark vardı. Bir tarafta öfke, nobranlık, hoyratlık; diğer yanda ise sakinlik, dinginlik ve bilgelik... Bu iki farklı fotoğraf, Fenerbahçeliler'e nasıl bir Fenerbahçe istedikleri konusunda yol gösteriyor aslında... Ya içeride-dışarıda sürekli düşmanlık üreten kaosu seçecekler ya da saygı ve sevginin temel alındığı çağdaş bir kulüp yapılanmasını... Ve görünen o ki, Fenerbahçeliler asıl bu konuda ikiye bölünmüş durumda. Bir kısmı, öfke kontrolü olmayan Aziz Yıldırım'ın iflas etmiş, çağdışı tarzını benimserken, çoğunluk olduğunu düşündüğüm diğer kısmı ise Alex'in bilgeliğini tercih ediyor.

Fenerbahçe, Alex'siz bu sezonu şampiyon tamamlayabilir, hatta Avrupa Ligi'ni dahi alabilir; ama bunlar hiç bir şeyi değiştirmeyecek. Bu ikilem, bu çatışma bundan sonra da devam edecek. Çünkü ortada bir arada barınması mümkün olmayan iki farklı mantalite, iki değişik anlayış mevcut. Fenerbahçe'nin geleceğini belirleyecek olan, kendi içindeki bu zihniyet çatışmasından hangisinin baskın çıkacağıdır. Tesisleriyle, taşınır-taşınmaz varlıklarıyla dünyanın en büyük, en zengin kulübü olabilirsiniz, şampiyonluklara da ambargo koyabilirsiniz, ama despotizmi ortadan kaldıramadığınız sürece hayatta hiç bir saygınlık elde edemezsiniz. Gerçek büyüklük, sahip olacağınız bu saygınlıktadır.

09 Ekim 2012, Salı 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Fenerbahçe düşmanları!‘’

Hayatı siyah-beyaz algılayanların paranoyasından başka bir şey değildir, kendi safında olmayanları düşman ilan etmek. Zaten sağlıksız olan futbol iklimi için fırtına toplamaktan başka bir amaca hizmet etmeyen sığ bir anlayıştır bu.

Esasında, düşman bir dünya tarafından kuşatıldığın vehmine kapıldığın an, kendi içinde bir şeylerin yolunda gitmediğini ifşa etmiş oluyorsun. 'Düşmanlık' yaftası bir nevi kamuflaj vazifesi görüyor; hatalarını, kusurlarını saklıyor.

Aziz Yıldırım tek adamlığını ilan ettiğinden beri kapılarını dış dünyaya kapayan, kendi içine gömülen, yapılan tüm eleştirileri düşmanlık olarak niteleyen Fenerbahçe için Alex olayı bir turnusol kağıdı olmuştur. Düşmanın dışarıda değil, içerida aranması gerektiğini göstermiştir Alex'in gönderilişi ve gönderiliş biçimi. Fenerbahçe'nin başına gelen, demir yumrukla yönetilen tüm kapalı toplumların başına gelenden farklı değildir. İçeride biriken basınç patlamıştır.

Burada kimin haklı, kimin haksız olduğu önemli değildir. Önemli olan asırlık bir camianın, kendi ürettiği bir krizle karpuz gibi ikiye çatlamasıdır. Şeffaf olunmaması, camia içindeki farklı seslerin susturulması, cumhuriyetin monarşiye dönüştürülmesi, içeride birliği sağlamak için dışarıdaki herkesin düşman ilan edilmesi, Fenerbahçe'yi bölünmenin eşiğine getiren asıl sebeplerdir.

Krizi yaratan Aziz Yıldırım ile krizi fırsat bilen anti Aziz Yıldırım cephesi, bu tutumlarıyla Fenerbahçe'ye fena halde kötülük yapıyorlar. Şike sürecinde parçalanmayan Fenerbahçe, kendi içindeki canlı bombaların pimi çekmesiyle tarihinin en ağır krizine yuvarlanmış durumda. Thomas Hobbes boşuna söylememiş: Homo, homini lupus (İnsan, insanın kurdudur). Bu söz, Fenerbahçeliler için de geçerli!

04 Ekim 2012, Perşembe 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Kocaman vefasızlık‘’

Aykut Hoca'yı darağacına çekmek isteyenler, önce geçen yıl yaşadıklarını akıllarından çıkarmamalı. Başkanı, yöneticileri hapse atılmış, dokuz koldan kuşatılmış, suçlanan insanların kişilik, 100 yıllık camianın da kurumsal hakları ayaklar altında çiğnenmiş, Türk futbolundaki yarım yüzyıllık genel çürümenin adeta tek müsebbibi ilan edilmiş Fenerbahçe'yi ayakta tutan lider kimdi? Fenerbahçe'ye hem hocalık, hem başkanlık, hem ağabeylik, hem de önderlik yapan Aykut Kocaman değil miydi? Tam dağılmak-dağıtılmak üzereyken, camiayı toparlayan, kenetlenmesini sağlayan, ayağa kaldıran, şampiyonluk yarışının içine sokan, birini kazanan, diğerini de son saniyelere kadar kovalayan Aykut Hoca'dan başkası mıydı?

Geçen yıl Fenerbahçe'nin başında Aykut Kocaman değil de, bir yabancı hoca olsaydı, pılısını pırtısını toplayıp kaçar mıydı, kaçmaz mıydı, bu soruyu bir kendinize sorun lütfen. Kaçmasa bile Aykut Kocaman'ın misyonunu üstlenebilir miydi? Fenerbahçe bu kadar dirençli olabilir miydi?

Alex'i oynatmaması, ya da oyundan alması -hatalı bile olsa-, alınan bir kaç kötü sonuç, takımın şu an için arzu edilen futbolu oynayamaması, Aykut Hoca'nın arkasından teneke bağlanması için yeterli olabiliyorsa, bu Fenerbahçe camiasında vefa duygusunun ortadan kalktığı anlamına gelir. Fenerbahçe'yi dışarıdan yıkamayanların ekmeğine bundan daha iyi yağ sürülemez. Aykut Kocaman'ın önderliğinde asırlık çınara diz çöktürülemeyeceğini ispatladınız; ama bu tutumunuzla o çınarın içten çürütülebileceğini de tarihe kayıt düşmek üzeresiniz. Bilesiniz...

25 Eylül 2012, Salı 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Ediz'in ardından...‘’

Futbol bu toplumun turnusol kağıdı sanki... Gerçek rengimiz, özümüz futbol sayesinde ortaya çıkıyor. Her hafta oynanan müsabakaların sonrasında "İşte biz buyuz" dedirten görüntüler arzı endam ediyor. Önce sahalardan, ardından ekranlardan, sayfalardan.. Zaman zaman bizleri silkeleyen trajediler sayesinde ancak ara veriyoruz çapaçulluğumuza. Sonra tekrar devam...

Gencecik Ediz Bahtiyaroğlu'nun zamansız ölümünde de aynı kısır döngüyü yaşadık. İçimiz yandı. Kahrolduk. Bir acı etrafında birleştik. Ölümün soğuk yüzü karşısında silkindik. Hayata dair muhasip kayıtlarımızı açmaya başladık. Ardından yine rutine döndük. Ediz gitti, biz kaldık karaya oturmuş teknenin içinde. Kendi sefaletimize tekrar geri döndük. Aynı kavgalar, aynı sığlıklar, aynı çirkeflikler hız kesmeden hayatı bize zehir etmeye devam etti. Topluca çıktığımız 'Amok Koşusu' bütün hızıyla sürüyor. Yavaş yavaş hepimizi tüketerek...

Oysa hepimiz biliyoruz ki, hayatın farklı tonları, farklı desenleri de mevcut. Kavgasız, gürültüsüz, küfürsüz, hakaretsiz, karşılıklı saygı çerçevesinde sürdürülebilir bir yaşam formu da bulunuyor şu ihtiyar gezegende. Vandalizm de insana özgüdür, barış ve huzur da... Yüzümüzü hangisine çevireceğimizdir bizi insanlık mertebesinde üst sıralara oturtacak. Mamafih, henüz evrimini tamamlamamış primatlar gibi birbirimizi yok etmeye çalışıyoruz. Medeniyete sırtımızı dönmüş, ilkel dünyanın ilkel aktörleri olmayı görev bellemişiz. Bu kabus ne zaman bitecek, belli değil. Bitip bitmeyeceği de öyle... Belli olan bir şey var ki, bu gidişle kendimizi sonsuz bir lanete mahküm edeceğimiz. Bedelini çocuklarımızın ödeyeceği bir lanete...

18 Eylül 2012, Salı 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Bu madalyalar Türkiye'ye karşı!‘’

Ülkemizin yaşadığı en önemli paradokslardan biri de engelliler sporu konusundaydı. Nüfusun yüzde 12’sinin, -ki bu 8.5 milyon civarında bir rakama tekabül ediyor- engelli olduğu bir ülke, engelliler sporunda nasıl bu kadar geri olabiliyordu? Gelişmiş ülkelerin engelli insanları yarım asırdır spor sahalarında boy gösterirken, bizim engellilerimiz neden ortada gözükmüyordu. Bunun elbette çok derin sosyo-ekonomik ve psikolojik sebepleri vardı.

Ancak çok azını sıralayabiliriz. Yaşam alanlarının engellilerin kullanımına uygun olmayışı, ailelerin engelli bireylerinden utanarak onları eve hapsetmesi, engellilerin ‘Neden Ben?’ sorusu eşliğinde hayata küsmesi, engellilere iş imkanlarının yaratılmaması, meslek sahibi olamamaları gibi nedenler, Türkiye’yi bu konuda dünyanın en sabıkalı ülkelerinden biri haline getirdi. Bu durum 1990’lı yılların ortalarına kadar sürdü. Bu tarihlerde bazı gönüllü insanlar, kurum ve kuruluşlar ortaya çıkmaya başladı. Kimi kendisi engelliydi, kiminin de ailesinde engelli vardı. Çok az bir kısmı da, ne kendisinde, ne de ailesinde engelli yokken, sadece empati kurarak bu işe soyundu. Başta Yavuz Kocaömer olmak üzere bu gönüllü ordusu, o tarihlerden itibaren canla başla çalıştı.

Önce devlet mekanizmasını, ardından da toplum dinamiklerini harekete geçirmeyi başardılar. Engelli federasyonları kuruldu, sponsorlar işin içine çekildi, engelli bireylerimizin spor yapabilmesi için teşvik edici hamleler yapıldı, maddi-manevi destek sağlandı, engelliler yüreklendirildi, özgüvenleri artırıldı ve engelli sporları bu şekilde çığ gibi büyüdü. Ülkemiz, Sydney’de sembolik olarak 1, Atina’da 8, Pekin’de 16 sporcuyla temsil edilirken Londra’ya 67 sporcuyla çıkarma yapıldı. Bu sayının 2016 Rio De Jenerio’da iki misline çıkacağını şimdiden söyleyebilirim.

Londra’ya giden 67 engelli sporcumuzun verdiği mücadele, sergiledikleri performans, kazandıkları 10 madalya göğsümüzü kabarttı. Daha fazlası da olabilirdi, ama bu bile engelli sporunun ülkemizdeki geçmişine baktığımızda büyük bir başarıdır. Bu madalyonun gurur duyabileceğimiz yüzü.

Bir de diğer yüzü var: Utancımız! Son 15 yılda sayıları çok az denebilecek bir avuç gönüllü insanın taşıdığı bayrağı ülke olarak sahiplenebiliyor muyuz? Evet, kısa zamanda bu kadar aşama kaydettik, ama göğsümüzü gere gere bundan kendimize pay çıkarabiliyor muyuz? Sanmıyorum. Engellilerin sorunları hala dağ gibi. İyi niyetli bir takım çabalara rağmen bu ülkede ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmeye devam ediyorlar. Yollar, sokaklar, yaya geçitleri, binalar, okullar, toplu taşıma araçları, yaşam alanları engelliler için başlı başına birer engel olmayı sürdürüyor. Ne belediyeler, ne devlet bu konuda yeterli çabayı göstermiyor ne yazık ki. Öncelikleri bu değil. O yüzden engelli bir insanımız tek başına sokağa çıkamıyor, eğitimini sürdüremiyor, iş güç sahibi olamıyor, spor yapamıyor. Bugün spor yapabilenler, buzdağının görünen yüzü. Diğerleri hala suyun altında! İşte bundan dolayı 8.5 milyon engelli insanı olan bir ülke ancak 67 sporcusunu gönderebiliyor Paralimpik Oyunları’na. Oysa bu sayının yüzlerle ifade edilmesi gerekirdi.
Londra’da ülkemizi başarıyla temsil eden bu 67 insanımızın en temel motivasyon kaynağı, işte ülkemizde yaşadıkları bu olumsuzluklar ve gördükleri ikinci sınıf muameledir. Başarılarının sırrı, ülkelerine karşı duydukları öfkedir. Onlar orada sadece sportif olarak yarışmadılar, varoluş mücadelesi verdiler. Çünkü kendilerini ancak bu şekilde ifade edebileceklerini, ancak bu şekilde ses getirebileceklerini biliyorlardı. O madalyaları onun için kovaladılar; onun için kazandılar. Türkiye için değil, Türkiye’ye karşı kazandılar. Evet, bunu belki yüksek sesle dillendirmediler, haykırmadılar ama gerçek buydu. Gerçek yüzlerindeki ifadede, konuşmalarındaki satır aralarında saklıydı. Ve o gerçeği olağandışı performanslarıyla tokat gibi yüzümüze vurdular. Belki utancımızdan kızarır diye!..

Bakan Kılıç’ın hezeyanı

Londra dönüşümde şahit olduğum ve duyduğum bir takım olumsuzlukları gazetemde yazdım. Bu olumsuzlukların merkezinde Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç vardı. Türkiye kitapçığında sansür uygulanması, elin oğluna taslanan kabadayılıklar, kurallara uymama konusundaki itici tutumlar, akreditasyon iptaline kadar giden sığlıklar, önüne geleni azarlamalar gibi bir devlet adamına yakışmayacak davranışlardı bahsettiklerim. Haberin ardından Gençlik ve Spor Bakanlığı, gazetemin Yazı İşleri Müdürlüğüne bir açıklama gönderdi. Yazılanların külliyen yalan olduğunu ve düzeltilmesini istediler. Gazetem de cevap hakkına olan saygısından dolayı bunu yayınladı. Buraya kadar her şey doğal. Ancak doğal olmayan şey, gazeteme gönderilen yazıda kullanılan hakaretvari ifadeler. Devletin resmi antetli kağıdında böyle bir üslup kullanılması ülkem için gerçekten büyük talihsizlik. Bir şeyler yazmayı isterdim, ama bu seviyeye verilecek bir cevabım yok. Ülkenin sporu ve gençliği bu kafaya emanet edilmişse, ne yapabilirim ki? Dizlerimi dövmekten başka!

13 Eylül 2012, Perşembe 12:00
YAZININ DEVAMI