‘’Arka Bahçe‘’
Başka bir çocuk yapın benden size hayır yokAklınıza geldikçe içiniz ürperir, tüyleriniz diken diken olur. Tarifi imkansız bir hüznün sarmalında bulursunuz kendinizi. Sanki Shakespeare’in bütün trajedileri toplanmış, o bir kaç kelimeye sığmış gibidir. Bir yerlerde, birilerinin çektiği acının yüreğinizin taa en derinliklerine kadar değdiğini hissedersiniz. Kasılırsınız. Boş bakışlarla belli belirsiz oraya buraya bakarsınız. Gözlerinizi ufka dikersiniz. Göğsünüzde bir şeyler düğüm olur. Yutkunmak istersiniz, yutkunamazsınız. Bir an varlığınızı, hayatınızı sorgulama gereği duyarsınız. Her şeyin ne kadar boş ve anlamsız olduğu kanısına kapılırsınız. Tersyüz olursunuz. Öyle ki, belki de hiç bir şey bir daha eskisi gibi olmayacaktır. İşte bu yazının başlığına çıktığım ifadeler, bir kaç gündür bende böylesine derin bir etki yarattı. Allak bullak oldum. Kırk yıllık ömrümde beni bu kadar sarsan bir söz daha duymadım.Bu kahredici sözler, bundan yaklaşık iki hafta önce sonsuzluğa kanat çırpan 16 yaşındaki Deniz Bayındır’a ait. CHP Milletvekili Hüseyin Bayındır’ın tek çocuğu olan Deniz’in hikayesini gazetelerden, televizyonlardan duymuşsunuzdur. Beynindeki tümör nedeniyle iki kez ameliyat olan, fayda etmeyince İsrail’e giderek kök hücre nakli yaptıran, ancak buna rağmen hayata tutunamayan talihsiz Deniz, ilk ameliyatından önce bu dünyada kendisine kısacık bir rol biçildiğini hisseder ve annesine şöyle der: “Başka bir çocuk yapın, benden size hayır yok.”Galatasaray yenildi Denizim de öyle...Bu sözleri Sabah Gazetesi’nde çıkan Eylem Bilgiç imzalı röportajda okuduğum günden beri, bir insanın hiç bir zaman alt edemeyeceği ölüme karşı nasıl bu kadar metanetli olabileceğini, dik durabileceğini kavramaya çalışıyorum. Nasıl bu kadar asalet sahibi olabileceğini de tabii... Yenildiğini anladığı anda bile geride bıraktıklarının mutluluğunu düşünecek kadar eşine az rastlanır bir asalet... Ve bu trajedide sporun bir başka yüzüne daha tanık oluyorum; biricik evlatlarının kum tanesi gibi avuçlarının içinden kayıp gitmesini önlemeye çalışan çaresiz anne-babanın, futbol sevgisiyle, renk aşkıyla çocuklarını hayata bağlama çabasına... Tıbbın bütün imkanlarının denendiği ama fayda etmediği umarsız bir hastalığı oğlunun Galatasaray sevgisi ile yenmek isteyen baba Hüseyin Bayındır bakın neler yapmış: “Yoğun bakımda yatıyordu. Galatasaray-Fenerbahçe maçı vardı. Ben de Galatasaray yenerse, Denizim de yener, gözlerini açar diye inandım. Oynanırken, onun kulağına maçı dakika dakika fısıldadım. Ama maalesef Galatasaray yenildi. Deniz de son raundda yenildi.”İşte böyle efendiler... Futbol sadece sizin bildiğiniz ve bizlere empoze ettiğiniz gibi bir oyun değildir. Futbolun bin bir çeşit yüzü vardır. Tıpkı hayatın olduğu gibi...Sizler bu naif oyunu ranta çevirirken, iktidarınızı onun üzerine kurarken, tepemizde tepişirken, birbirinizin boğazını sıkarken, birbirlerini kessinler diye holiganlar, çeteler beslerken, tribünleri yangın yerine çevirirken, toplumu kamplara bölerken, televizyon ekranlarını, gazete sütunlarını kirletirken; renk aşkı, Denizler için hayat iksiri, biçare anne-babalar için umut oluyor. Çünkü onların sevgisi, gerçek sevgidir. Katıksızdır, saftır, karşılıksızdır. Ve o kadar güçlüdür ki, ihtiyaç duyulduğu anda damarlarda kan, bedenlerde can olur. Ve sizin kudretiniz o aşkı yüreklerden söküp atmaya yetmez. Cansız bedende kefen, tabutta örtü olur, yine de size yenilmez...
‘’Terim aşkına!‘’
Ziya Doğan, maçı kazanacak bir hamleyle ikinci yarıya başladı. Toth’un yerine Taner’i sahaya süren ve çift forvete dönen Ziya Hoca bunun karşılığını almakta gecikmedi. İlk yarıda defansın arasına sıkışıp kalan Okan, kendine boş alanlar buldu. Bilal’in organizatörlüğünde gelişen Malatya ataklarında Gaziantep defansı zor anlar yaşamaya başlamıştı ki, Okan’la aradığı golü buldu. Ardından yine Bilal’in nefis ara pasında Okan kendine yakışanı yaptı ve maçı kopardı. Bu maç gösterdi ki, bu tip oyuncular kolay kolay vazgeçilecek futbolcular değil. Sahadaki varlığı bile iki gol çıkarıyor. Atılan her iki golde de Bilal’in payı büyüktü. Sahanın en iyisi olarak dikkat çeken Bilal, yeniden yapılanmaya gideceğini ve geleceğin Milli Takımı’nı kuracağını açıklayan Fatih Terim’e de böylelikle göz kırpmış oldu. Öyle tahmin ediyorum ki, Fatih Hoca da bu mesajı almıştır. Lazarov’un yokluğunda Gaziantep pençesi sökülmüş aslan gibiydi. Güneydoğu temsilcisi, El Taib’in geliştirdiği ataklarda bitirici bölgede etkisiz kaldı. Defansı geçtiği anda da kaleci Fevzi’ye takıldılar. Öyle görünüyor ki, Fevzi fırtınalı geçen yıllardan sonra futbol hayatının en olgun dönemini yaşıyor. Kaçan penaltıda ise ilahi adalet tecelli etti. Çünkü Okan yerde yatarken El Taib topu dışarı atmadığı gibi ısrarla pozisyonu zorladı. Sonunda da penaltıyı yarattı. Kendi kullandı. Ve topu dışarı attı. Zaten haketmemişti ki...
‘’Arka Bahçe‘’
Ergün Penbe’nin...Neden mi? Anlatayım: Bundan yaklaşık iki yıl önce... Bir yakınının trafik kazası haberini alan Ergün Penbe derhal hastaneye koşar. Yoğun bakıma kaldırılan kazazedenin durumunun pek iyi olmadığını öğrenir. Çok üzülür. Doktorlar ona ellerinden gelen herşeyi yapacaklarını söyler. Bu durumda onun yapacak pek bir şeyi yoktur. Beklemekten başka... O da beklemeye koyulur. Aynı anda hastanede tuhaf bir hareketlilik gözüne çarpar. Hastane personelinin acil servise gelen bir çocuğu kabul etmek istemediğini öğrenir. Nedeni ise parasının olmamasıdır. Bir kaç milyar lira tutan hastane masrafını karşılayamayan çocuğun yoksul ailesi çaresiz durumdadır. Ergün bir anda kendi acısını unutarak olaya müdahele eder ve parayı hastane gişesine yatırır. Ve hasta çocuk tedaviye alınır. Daha sonra çocuğu ziyarete giderek ona bir de forma hediye eden Ergün Penbe, bu olaydan kısa bir süre önce de kalbi delik olan bir başka çocuğun yaklaşık 30-40 milyar tutan ameliyat masrafını karşılayarak rehin olmaktan kurtarmıştır. Üstelik bir gazete haberinden öğrenerek çocuğun ailesini bulmak suretiyle... Şu anda Galatasaray’da son yıllarını yaşamakta olan bu insanlık abidesinin yaşamının sosyal boyutu sadece bunlarla sınırlı değil elbette. Memleketi Zonguldak’ta yardım elini uzatmadığı kimse yoktur neredeyse. Başta okul ve hastane olmak üzere hayır kurumlarına yaptığı bağışları ise söylemeye bile gerek yok.Ergün’ü hatırlamanın şimdi tam zamanıdırBütün bunların bilinmesini istemediği için yaptıklarını en yakın dostlarından bile saklayan Ergün Penbe’nin affına sığınarak yukarıdaki satırları karaladım.Sebebine gelince... Çünkü; stat terörünün, hakem hatalarının, yangına körükle giden yöneticilerin, provokatör futbolcuların, cambaz antrenörlerin, ali-cengiz oyunlarının, hacıyatmazların, çapsızlığın, sığlığın, koyu cehaletin bir kez daha hayatı bizlere zehir ettiği bu ortamda Ergün Penbe’yi gündeme getirmek istediğim için. Çünkü; Ankaraspor maçında önünde koşan Jaba’nın kendisini yere atması sonucu hakemin uydurduğu penaltıya, bir tek itirazda bulunmayarak sahadaki zerafetine bir yenisini daha eklemesine rağmen, bu davranışı medya kuruluşları ve spor yazarları tarafından görmezden gelindiği için. Çünkü; müptezeller müptezeli Alpay gibi futbolcuların, içeride dışarıda imajımızı yerlere serdiği, Türk futbolcusunu rezil rüsva ettiği şu günlerde, “Bizim Ergün Penbemiz de var” diyebilmemiz için. Çünkü; her futbolcunun hakkı olan kötü oynama hakkını kullandığı zamanlarda, bazı futbol ulemaları tarafından aforoz edildiği, televizyon ekranlarında, gazete sayfalarında hakaretlere uğradığı, futbolu bırakması istendiği, kendi taraftarına hedef gösterildiği için.Çünkü, ezeli rakibi Fenerbahçe karşısında her alanda kaybeden Galatasaray’ın tek yükselen değeri olduğu için. Çünkü; Necati, Ümit, Ayhan, Sabri gibi sahada her türlü çirkefliği yapabilen futbolcular yüzünden Galatasaray’dan soğuyan futbolseveri Sarı-Kırmızı renklere pamuk ipliği ile bağladığı için. Çünkü; Galatasaray geleneklerini, kültürünü, değerlerini günümüzde en iyi temsil eden isimlerden biri olduğu için. Çünkü; futbol sahalarının, Metin Oktay’dan sonra böylesi bir zerafet timsaline olan hasretini, susuzluğunu giderdiği için. Çünkü; iki kelimeyi biraraya getiremeyen, okumayan, bilmeyen, cahil, züppe, bar kuşu futbolcuların medyatik ilişkilerini kullanarak prim yaptığı futbol piyasamızda, kendine özgü karakteriyle ayakta kalabildiği, gençlere bambaşka bir futbolcu prototipi sunarak ufuklarını açtığı için. Çünkü; kötü varsa, iyi de vardır. Zehir varsa, panzehir de vardır. Dert varsa, derman da vardır. Cehennem varsa, cennet de vardır. Günah varsa, sevap da vardır. Kabalık varsa, asalet de vardır. Karanlık varsa, aydınlık da vardır. Ve doğanın diyalektiğidir bu...Sevgili Ergün Penbe...Tanrı seni Türk futbolundan eksik etmesin.
‘’Lanet olsun!‘’
İşin içinde Konya seyircisi var, polis var, bazı yerel basın mensubu var ve ne yazık ki, Konyasporlu Levent Kartop ile Erman Ergin de var. Saha bir anda ana-baba gününe döndü. Kim haklı, kim haksız belli değil. Konyalı futbolcular güvenlik çemberi içinde soyunma odasına götürülüyor. Protokol tribününün önünden geçerken tansiyon yine yükseliyor. Yabancı maddeler, küfür, hakaret, bağırış-çağırış, gırla. Erman ile Levent tam koridora sokulacakken siyah takım elbiseli genç bir adam arkadan yetişiyor ve futbolcuları tekmeliyor. Ondan sonrası hezeyan. Seyirciler sakin gibi. Ama protokol tribününde kimin kime saldırdığı belli değil. Yumruklar tekmeler havada uçuşuyor. Cinnet halindeki iki Sivaslı yönetici sakinleştirilmeye çalışılıyor. Sakinleştirenlerden bir Konyalı futbolculara tekme sallayan siyah takım elbiseli genç adam. Ne tuhaf! Oysa bir iki dakika önce polislerin arasında gibiydi!.. Sonuç: Hastaneye yaralıları taşıyan ambulans sirenleri ve “buradan çıkış yok” tezahüratları.Gazetem beni buraya maç yazmam için gönderdi. Lakin, gelin bakın ki, ben burada içinde futbol, pas, şut, gol, taç, korner gibi kelimelerin geçmediği bir yığın lakırdı etmişim. Şimdi diyeceksiniz ki, “Ne var bunda? Bunlar bildik manzaralar.” Olabilir! Ne var ki ben futbol sahalarındaki bu çapaçulluktan, ilkellikten, cahillikten, cinnetten yoruldum, bunaldım, sıkıldım artık. Daha da kötüsü, bu görüntülere alıştırılmak istenmemiz. Hayır, alışmamalısınız. Futbolun bu karanlık yüzünü benimsememelisiniz. Direnmelisiniz. Adam gibi eğlenmesini öğrenene kadar. Bizler de bu çirkinlikleri değil sadece ve sadece futbolu yazmalıyız sizlere. Sahada basmadık yer bırakmayan Hayrettin’i, iki stopere büyük üstünlük kuran Tayfun’u, kritik hamlelerle Sivas ataklarına geçit vermeyen Ümit’i, pandomim ustasına benzeyen Lorant’ın mimiklerini, Kocaman’ın sükunetini, iki hocanın taktik savaşını, orta alanda kora kor mücadele eden futbolcuları, ona buna düdük çalarak oyunun hızını kesen, hiçbir avantaj kuralını uygulamayan hakemi yazmalıyız. Ama gelin görün ki, köşemizi yine bir sürü rezillikle doldurduk. Size bir şey söyleyeyim mi? Bize kültür devrimi, şu-bu değil. Genetik mutasyon lazım sevgili okurlar.
‘’Arka bahçe‘’
Fatih Hoca!.. Masum değiliz hiçbirimizSayın Fatih Terim!.. Bu yazıyı bir açık mektup olarak da kabul edebilirsiniz. Zarfsız ve pulsuz bir mektup olduğu için belki okumayabilirsiniz! Öyle ya, iadeli taahhütlü de değil nasılsa! Yani elinize ulaşmayabilir de!.. Belki mektubun altındaki imzaya göre de tavır belirleyebilirsiniz. Hani ünlü, ünsüz olayı! Harf misali!.. Olsun. Biz yine de yazalım. Çünkü işimiz bu. Bunun için patronumuz bizlere para ödüyor. Geçen hafta yaptığınız basın toplantısını büyük bir dikkatle takip ettim, söylediklerinizi inceledim, satır aralarında derin manalar (!) aradım. Ama bulamadım. Herşeyden önce hala öfkeliydiniz. Kırgındınız. Kendinizi anlaşılamamış, ihanete uğramış gibi hissediyordunuz. Yaptıklarınızın, yapılanların doğru olduğuna inanıyordunuz. Ekibinize sahip çıkma dürtüsüyle yapılan yanlışları dahi “onurlu bir iş” olarak görüyordunuz. Halet-i ruhiyeniz ve söyleminiz bir lidere yakışacak cinsten değildi. Oysa, lideri lider yapan özelliklerden biri kriz anında soğukkanlı, sağduyulu olmaksa, diğeri de özeleştiri mekanizmasını işletebilmektir. Kendisinin ve ekibinin yaptığı hataları kabul etmektir. Eleştirileri bir saldırı olarak değil de, yol gösterme olarak görebilmektir.Günlerce bekledikten sonra düzenlediğiniz basın toplantısı bu kadar sığ olmamalıydı. Memleketliyi canından bezdiren taşra politikacıları gibi başarısızlık halinde suçu sadece basına yüklemek size yakışmadı. Kabul. Dünya Kupası’nı bile kaldırsanız, sizi asla benimseyemeyecek, kabullenemeyecek medya mensupları, kalem erbabları mevcut. Kimi, Adana’nın kaldırımlarından geldiğiniz, İstanbul-İzmir entelijansiyasına ait olmadığınız için, kimi tuttuğunuz renklerinizden dolayı, kimi de ideolojik nedenlerle bir “Fatih Terim Sendromu” yaşıyor. Sizden nefret ediyorlar. Her fırsatta size vuruyorlar. Üstelik belden aşağı... Gelişiminizi, başarınızı hazmedemiyorlar. Ama bütün basın öyle değil ki Fatih Hoca!.. Bunu siz de biliyorsunuz. Spor basınının çok büyük bir bölümü hala sizin arkanızda. Size inanıyor, güveniyor. Sizi seviyor, duruşunuzu, dürüstlüğünüzü, Türk futboluna verdiğiniz emekleri takdir ediyor. Ben de öyle...Evet. İsviçre maçları sürecinde basının da hataları oldu elbette... Sorumlu yayıncılık ilkesinden uzaklaşan bazı basın-yayın organları, salt tiraj-rating uğruna yangına körükle gitti. Ortamı gerdi. Tıpkı sizin gibi... Ancak başta mensubu olduğum medya grubu olmak üzere sağduyulu yayınlar yapanlar çoğunluktaydı. “Basın yargısız infaz yaptı” diyerek ve genelleyerek düzgün yayıncılık yapanlara haksızlık ettiniz. Doğru ve objektif habercilik ilkesiyle hareket edenleri, ülkemizi FIFA’ya ihbar etmekle suçladınız. Belli odaklara hedef gösterdiniz. Görevi haber yapmak olan muhabirleri, “Benden uzak durun” şeklinde azarlayarak yanınızdan kovdunuz. Sorarım size Fatih Hoca...Deplasmandaki maçın kadrosunu, taktiğini basın mı belirledi? İstanbul’da ümitlerimizi bitiren penaltıyı basın mı yaptı? Şükrü Saraçoğlu’nda İsviçreli futbolculara basın mı çelme taktı, tekme attı? Koridorlara siyah elbiseli adamları basın mı soktu? Rakibin soyunma odasının kapısına basın mı dayandı? Futbolcuları basın mı bir terminatöre dönüştürdü? Mehmet Özdilek’i basın mı özünden uzaklaştırdı?Bütün bu soruların cevabı belli. Lakin, basın bir konuda gerçekten hata yapıyor. Conrad’da yapılan toplantıda hangi kararların alındığını sormamakla...Sahi, Conrad’da neler planladınız, nasıl bir yol haritası belirlediniz Fatih Hocam!.. Bir zahmet anlatır mısınız? Şeffaflık adına!.. Sonra, başardığınız da “ben ve ekibim” diyorsunuz da, başaramadığınız da neden suçlu hakemler ya da basın veya başkaları oluyor? Tipik bir narsistik tavır değil mi bu? Eğer ortada organize bir suç varsa -ki öyle- hepimiz suçluyuz. Siz de, biz de, onlar da... Federasyon da, teknik ekip de, futbolcular da, basın da... Kimimizin suçu ağır, kimimizin hafif olabilir. Kimi azmettirici, kimi tetikçi, kimi refakatçi, kimi seyirci olarak, kimi de göz yumarak suça ortak olur. Ve bedelini ona göre öder. Kimse akla kara değil. Hepimiz grinin tonlarıyız. Kimimiz açık, kimimiz koyu... Bu oyunda masum değiliz hiçbirimiz Fatih Hoca!..Kalın sağlıcakla...İmza Hamit TurhanSize bir özür borçluyuz...Aslında siz-biz ayrımı yapmak da yanlış. Lakin, yaşam standartlarımız bizi bu ayrıma itiyor. Belki, biz engelsizler Tanrı’nın daha sevgili kullarıyız! En azından şimdilik! Sizi anlayabileceğimizi sanmıyorum. İnsan sahip olduğu bir şeyi kaybetmeden, kaybedenleri anlayamaz ki... Neler hissetiğinizi, ne acılar çektiğinizi, ne zorluklarla karşı karşıya olduğunuzu kendimizi sizin yerinize koyarak ne kadar anlayabiliriz ki?.. Sakın size acığıdımı düşünmeyin. Sizi bir birey yerine koymayarak bir insanlık suçu işlediğimizi anlatmaya çalışıyorum sadece. Günlük hayatınızı kolaylaştıracak, sizi yaşamın içine çekecek düzenlemeleri yapmadığımız için görev kusuru işlediğimizi dile getirme çabası içindeyim. Bu bir günah çıkarma değil. Sekiz küsur milyon insanını yok sayan, evlerine hapseden bir ülkenin engelsiz bireyi olarak utanç duyuyorum. Her yıl 3 Aralık Özürlüler Günü nedeniyle sizin için göstermelik törenler düzenleyip sonra da unutan bir zihniyeti de lanetliyorum. Ve sizden özür diliyorum. En azından kendi adıma..
‘’Sinerji‘’
Konyaspor son üç dakikaya kadar sahanın tek hakimiydi. Oyunun kontrolünü sürekli ellerinde tuttular. Topun olduğu her yerde çoğaldılar, rakibe bastılar, alan daralttılar, kalelerinde pek pozisyon vermediler. Hem kendileri koştular, hem topu koşturdular. Zafer Demir-Erman Ergin-Yasin Çelik üçlüsü orta alanda rakibe büyük üstünlük sağladı. Gerek ofansif, gerekse defansif özellikleri bulunan bu üçlü Galatasaray’ın altın yıllarına damga vuran Okan-Suat-Emre üçlüsünü anımsatıyor. Rekor sayıda top çaldılar, derinlemesine paslarla forveti beslediler, takımlarını kontratağa kaldırdılar. Ancak ne var ki, ileri uç oyuncuları final paslarında başarılı olamayınca ev sahibi ekip gol pozisyonu bulmakta zorlandı. Atılan üç gol ise Antep defans oyuncularının basit hatalarından kaynaklandı. Burada bir parantez Zafer Demir’e açmak istiyorum. Modern orta saha oyuncusunda olması gereken tüm özelliklere sahip olan tecrübeli futbolcu dün de takımını bir maestro gibi yönetti. Orta alana oyuncu bulmakta zorlanan üç büyükler, bu sezon Zafer Demir’i iyi izlemeli. Geçen hafta kendi sahasında aldığı Kayseri yenilgisinin şokunu henüz atlatamamış gözüken Gaziantepspor, rakibin iyi alan daraltması ve etkili presi nedeniyle çok top kaybetti. Bir türlü oyun kuramadı, organize olamadı, Konya kalesinde ciddi tehlikeler yaratamadı. Son üç dakikada Konya’nın bir anlık konsantrasyon kaybı nedeniyle iki gol bularak maça ortak oldu ancak zaman yetmedi. Konuk takımın etkili silahı Lazarov ise, boş alan bulamayınca bir varlık gösteremedi, sık sık kendini yere attı ama mükemmele yakın bir yönetim gösteren hakemi kandıramadı. Devre arasında üç büyüklerden birine transfer olacağı söylenen Bulgar oyuncu, şayet İstanbul’a gelirse hakemleri kolaylıkla ikna edeceğine eminim!
‘’Arka Bahçe‘’
Gençlik başımda ziyan!Yıl 1993... İsveç’in başkenti Stocholm’de yapılacak Dünya Güreş Şampiyonası öncesi Grekoromen Milli Takımı belirleniyor. Dönemin teknik heyeti ile Güreş Federasyonu Başkanı Sadettin Tantan arasında hangi sporcuların milli mayoyu giyeceği konusunda ihtilaf yaşanıyor. Milli takım kurmayları, Ata sporu tarihinin en kötü dönemlerinden birini yaşamasına rağmen, başarısızlıkları tescilli tecrübeli güreşçilerin götürülmesinden yana. Başkan Tantan ise bir yıl önce Dünya Gençler Şampiyonu olan Hamza Yerlikaya ile Şeref Eroğlu’nun takıma alınmasını istiyor. Teknik heyet, “Bu iş çoluk-çocukla olmaz, onlar rakipleri karşısında ezilirler” diyerek direniyor. Bunun üzerine Sadettin Tantan masaya yumruğunu vuruyor: “Başarısız da olsalar bu iki genç milli takıma girecek.” Sonuç: Henüz 17 yaşında olan Hamza Yerlikaya Stocholm’de altın madalyayı boynuna geçiriyor. Sonrası malum.Türk güreşi bugün de karanlık bir dönemden geçiyor. Ancak aradan geçen 13 yılda Tantan gibi masaya yumruğunu vuracak dirayetli bir federasyon başkanı çıkmadığı için gençler kategorisinde Dünya ve Avrupa kürsülerine çıkan güreşçiler bir türlü büyüyemiyor! Aynı sorun sporun diğer branşları için de geçerli. Halterde Taner Sağır, boksta Atagün Yalçınkaya ile umutlandık. Ancak ne var ki, Taner’e doping lekesi bulaşırken, Atagün de son Dünya Şampiyonası’nda hayalkırıklığı yarattı. Gelelim hayatımızı teslim alan futbola: Son İsviçre hezimetiyle birlikte Türk futbolunun geleceği için karamsar senaryolar yazılmaya başlandı. Temeli 1992-93 yıllarında atılan bugünkü jenerasyonun miadını doldurduğu, yola artık yeni bir nesille devam edilmesi gerektiği konusunda hemen hemen bütün futbol otoriteleri hemfikir. Gelgelelim, milli takımın kaynağını oluşturan ligimizde nehir tersine akmakta. Yıldız, genç ve ümit milli takımlarda harikalar yaratan gençler, başta üç büyükler olmak üzere kendi takımlarında, değil forma giymek, ilk 18’e bile girememekte. Bunda en büyük kusur, hiç tartışmasız futbolumuzu emanet ettiğimiz yabancı hocalarda. Onları anlamak mümkün. Zira, onlardan istenen tek şey; başarı. Kendilerini ne olursa olsun başarmak zorunda hissediyorlar. Bu, aynı zamanda kendi kariyerleri için de gerekli. Ve dolayısıyla risk almıyorlar. Uzun vadeli değil, kısa vadeli planlar yapmak zorunda kalıyorlar. Burada asıl sorgulanması gereken yönetimlerin tutumu. Onlar da ne yazık ki, bir sezon sonunda elde edilecek şampiyonluğu, takımlarının geleceğine tercih ediyorlar. Bu nedenle takımın başına getirdikleri yabancı hocaların her tasarrufuna onay veriyorlar. İşlerine karışmamak adına, yanlışlarına göz yumuyorlar. Lucescu gibi, Daum gibi, Gerets gibi hocaların Türk futbolunun geleceğini yoketmesine kayıtsız kalıyorlar. Ülkemizde 4 yıl görev yapan Lucescu’nun Türk futboluna armağan ettiği bir tane genç futbolcu var mı? Keza Daum’un?.. Ya Gerets? Elinde hazır malzeme olmasına rağmen, hala yoluna jubilesi gelmiş futbolcularla devam etmesi nasıl izah edilebilir? PAF Ligi’ni hallaç pamuğu gibi atan gençlere bir kez olsun dönüp bakmayan Belçikalı’nın sizce Türk futboluna verebileceği bir şey var mı? Zarardan başka... Biz ise onları derhal ülkelerine postalamak yerine baştacı yapıyoruz. Neden? Çünkü takımlarını şampiyon yaptılar! Veya yapacaklar! Hala Luce’nin özlemiyle yanıp-tutuşan var. Fatih Terim’in yerine milli takımın başına layık görenler bile mevcut! Bakın size istatikçimiz Aslıhan Çil’den aldığım kısa bir bilgiyi aktarıyorum: Bu sezon, Fenerbahçe’de Olcan 1 maç 33 dakika, Can Arat 3 dakika, Galatasaray’da Zafer 2 maç 9 dakika, Özgürcan 1 maç 13 dakika, Beşiktaş’tan Nail 1 maç 16 dakika, Trabzon’dan Ufukhan 1 maç 90 dakika takımlarında forma giymişler. Akdeniz Oyunları’nda final oynayan milli takımın iki yıldızından Galatasaraylı Arda hala PAF’ta, Cafercan ise kiralık gönderildiği Rize’de zebil-ziyan oldu. Oysa o takımı finale onlar getirmişti, toplam 9 golün 6’sını atarak... Asistleri de cabası. Dünya 3.’sü olan A Milli Takım’ın temelinin Terim tarafından bir Akdeniz Oyunları’nda atıldığını hatırlatırsak, olayın vahameti kendiliğinden ortaya çıkar sanırım. Türk futbolunun, Ünal Karaman’ı 17 yaşında İngiltere’ye karşı Wembley’de oynatan Coşkun Özarı, Okan Buruk’a 17 yaşında 10 numarayı teslim eden Mustafa Denizli, Emre Belözoğlu’nu 16 yaşında Şampiyonlar Ligi maçında Westfallen’e çıkaran Fatih Terim gibi cesur, dirayetli, idealist ve vizyon sahibi hocalara ihtiyacı var. Tabii masaya yumruğunu vurup Hamza Yerlikaya’yı 17 yaşında mindere çıkarttıran Sadettin Tantan gibi yöneticilere de... Ey sporumuza yön verenler!.. Atatürk, “Ey Türk Gençliği” diye başlayan hitabesinde ülkeyi gençlere emanet edebiliyor da; siz, neden bir formayı dahi emanet etmekten korkuyorsunuz?Bilmem ki anlatabildiler mi? Futbolun sadece bir oyun olduğunu... Pahalı olsa da, ruhu parayla kirlense de, endüstri haline gelse de, mafyanın oyuncağı, diktatörlerin afyonu olsa da, uğruna kavgalar, savaşlar yapılsa da, kan aksa da, zaferler ve hüsranlar tattırsa da... Futbol sadece ve sadece bir oyun. Bir eğlence. Mesele futboldan keyif alabilmekte. Tıpkı Galatasaraylı Tomas ile Fenerbahçeli Anelka gibi... Yusuf Dursun’un objektifine yansıyan görüntü futbolun en yalın hali aslında. Bizi birbirimize düşman eden derbileri aslında nasıl abarttığımızı adeta gözümüzün içine sokuyor. Biri yüzde yüz golü kaçırmış, diğeri tesadüfen o topu kalesinden çıkarmış. Maçın kader anlarından biri. Ama onlar eğleniyor, şakalaşıyor. İşte futbol bu!..
‘’Duvar tenisi!‘’
Bu ahvalde oynanan karşılaşmanın tek hakimi Konyaspor’du. Maçın başında yedikleri gole rağmen kontrolü ellerine aldılar. Oyunu rakip sahaya yıktılar ve sürekli gol aradılar. Ancak ne var ki her türlü varyasyonu denemelerine karşın rakip kalede değil gol, fazla pozisyon bile bulamadılar. Bunda çok top ezen Ceyhun’un berbat futbolu, Murat Hacıoğlu’nun etkisizliğinin yanısıra Malatya defansının olağanüstü mücadelesiyle kaleci Fevzi’nin kurtarışlarının rolü büyüktü. Malatyaspor’un futbolunu görünce neden son sırada oldukları daha iyi anlaşılıyor. Sadece mücadele gücüyle ligde tutunmak mümkün değil. Bu kadar top kaybeden, doğru dürüst bir tane organize hücum geliştiremeyen kontratağa kalkarken kaptırılan toplarla kontra yiyen Malatyaspor öyle görünüyor ki, devreyi iple çekiyor. Lig arasında isabetli transferler yaparlarsa kümede kalabilirler. Aksi taktirde bu oyun anlayışı ve kadro yapısıyla A Kategorisi’nde bile iş yapamazlar. Son söz Ceyhun’a; Onca yeteneklerine rağmen neden büyük bir futbolcu olamadığını dünkü davranışlarıyla bizlere gösterdi. Hırçınlığı ile centilmence giden maçı germesi, son dakikalarda yerde yatan rakip futbolcu nedeniyle topu taca atan takım arkadaşı Tayfun’a tepki göstermesi, yedek kulübesinden seyirciye el hareketi yaparak tribünleri galeyana getirmesi Ceyhun’un neden büyük futbolcu olamadığını yeterince açıklıyor sanırım. Ceyhun bir zahmet aynaya bakmalı...