‘’Arka Bahçe‘’
Doğadaki her renk kirlenebilir. Ancak beyazın kirlenmeye hakkı yoktur. Zira beyaz, aynı zamanda masumiyeti de temsil eder. En ufak bir kir ve leke, onun masumluğunu yok eder, gri tonlamalardan biri haline getirir. Belki grinin en açık tonu olur, ama bir kere kirlenmiştir; beyaz, beyazlığını kaybetmiştir. O da, diğer renklerin arasına karışmıştır. Ve işte o zaman, en zifir siyahın, en koyu karanlığın yanında bile en kirlisi beyaz olur. Tıpkı, suçlular içinde en mağdur olanının, en suçlu sayılması gibi... Tıpkı, halkı iliğine kadar sömürenler, soyanlar, VIP salonlarından elini kolunu sallaya sallaya yurtdışına kaçarken, baklava, börek çalan, okul camı kıran çocukların hapse tıkılması gibi...Tıpkı, depremde binlerce can alan iktidarların kasası müteahhitler, boğaz sırtlarında şampanyalarını yudumlamaya, yeni yeni ihaleler almaya devam ederken, faturanın sadece en garibanına kesilmesi gibi...Tıpkı, bu ülkede rüşveti, iltiması, hayali ihracatı, banka hortumlamayı, yolsuzluğu, vergi kaçırmayı kurumsallaştıran kasaba tüccarı politikacılar, her dönem başka başka partilerden meclis koltuklarına yapışırken, ülkesini muassır medeniyetler seviyesine çıkarmayı hedefleyen, bunun için kafa yoran, proje üreten aydın, yurtsever, çağdaş insanların, sırf düşüncelerinden, fikirlerinden dolayı “vatan haini” ilan edilerek derdest edilmesi gibi...Tıpkı, kardeşi kardeşe kırdıranlar, halkları birbirine düşürenler, katliamlar yapanlar, yaptıranlar, karanlık ruhlarını dışa vuran koyu takım elbiseleriyle, makam araçlarıyla, ceberrut suratlarıyla tekrar tekrar hayatlarımızın içine arz-ı endam ederken, daha özgür bir dünya özlemiyle yola çıkıp, o terör baronlarının tuzağına düşen idealist ve yoksul gençlerin kör kuyularda yokedilmesi gibi...Tıpkı, şikeyi, teşvik primini, hakem ayarlamayı, entrikayı, tribün terörünü ülke futboluna bulaştırarak, tüm spor camiasını yokedecek ölümcül bir hastalığa yol açan güçlüler korunup, kollanırken, baştacı edilirken, zayıfın, güçsüzün en küçük hatasında, en ağır cezalara çarptırılması gibi... İşte, bu yüzden sızlanmaya hakkın yok Aykut Hoca! Sen ve geçmişteki dava arkadaşların, çocukların, öğrencilerin, futbolcuların, bu kokuşmuş düzenin bir parçasıysa, çürümeden az da olsa payını almışsa, sizlerin “en kirli” ilan edilmesi, beklenen bir sondur. Trabzon maçından sonra sarfettiğin, “Kirlenmenin içindeki başlıca odak noktası İstanbulspor oldu. Vurun abalıya misali. Bugüne kadar Türk futbolunda olan her şey İstanbulspor’a yüklendi. Şu net şekilde biliniyor, bunu ben de, konuşanlar da belgeleyemez. Şike de, teşvik primi de danışıklı dövüş. Her şey geçmişten bugüne kadar yapıldı. Bu benim izlenimim. Ancak herkes tertemiz ortaya çıktı, bir tek İstanbulspor kaldı. Bunun da nedenini anlamış değilim” sözlerinin hiç bir kıymet-i harbiyesi yok! Çünkü anlaşma böyle. Bu diyarda; güçlülerin, zalimlerin koyduğu kurallar bunu gerektiriyor. İçine karanlığı emmiş, yüzüne katran koyusu geceler geçirmiş bir toplumda beyaz olmanın, beyaz kalmaya çalışmanın bedeli bu... Birincilik senin, sizlerin, sizin gibilerin!..Aileler!.. Çocuklarınızı kahvehaneye gönderin! “Mümkünse yatırın” diyeceğim ama, bunun ihtimal dışı olduğunu biliyorum. O nedenle futbol programlarının televizyonlarda yayınlandığı saatlerde, onları sokağa salın, kahvehaneye yönlendirin! Çünkü oralarda, renkli camdan odalarınıza saçılan kirlilikten daha az etkilenirler. Daha az dejenere olurlar. Daha az dumura uğrarlar. Daha az beyinleri iğdiş olur. Daha az insanlıktan çıkarlar. Gitsinler kahvehaneye, pişpirik oynasınlar... Pişpirik deyip geçmeyin!.. İnanın, bu naif oyun, spor programlarının içeriğinden, orada ağızlarından salyalar saçıp car car öterek, gerçek spor yazarı ve adamına da ana avrat küfür ettiren güruhtan daha az zararlıdır! Hatta eğitici yönü bile vardır! Oynarken, dayanışmayı öğrenir, karakter tahlili dahi yapabilirler... Yani bir bakıma hayatı öğrenirler! Sayın ebeveynler!.. Çocuklarınızı özellikle pazar ve pazartesi akşamları evde tutmayın. Onları koruyun, kollayın. Futbol aşkıyla ekran başına oturup da, hayatlarının birer kum tanesi gibi avuçlarının içinden kaymasına engel olun. Bunu yapın. Onları seviyorsanız...
‘’Arka Bahçe‘’
Şimdi Don Kişot olma zamanı!..Don Kişot, şanlı geçmişin, görkemli geleceğin büyüsüne kapılmış, düşman zannettiği yeldeğirmenlerine saldıracak kadar gerçek dünyayla bağlarını koparmış bir idealist; Sancho ise pratik, gerçekçi, ama kaderci, zengin olmak için şans arayan sıradan İspanyol insanıdır.Cervantes’in bu ünlü roman kahramanının 400. doğum yıldönümü bütün dünyada kutlanıyor. Hiçbir zaman kazanamayacağı bir savaşın içine atılan Don Kişot’un temsil ettiği değerler tekrar hatırlanıyor, hatırlatılıyor. Don Kişot’un aslında kim ve ne olduğu, Cervantes’in bu absürd kahramanıyla neyi anlatmak istediği yüzyıllardır tartışılıyor. Hemen herkesin okuduğu, okumasa bile aşina olduğu bu klasik romanı, kimileri hayalperest bir delinin sabuklamaları olarak nitelendirirken, kimileri de kaybedilen değerlere bir ağıt olarak görüyor. Dünyaca ünlü Rus yazar Dostoyevski’ye göre ise, Don Kişot, bugüne kadar yazılmış en hüzünlü kitaptır. Zira korkunç bir düşkırıklığının öyküsüdür.Bir iddiaya göre, Cervantes’in 400 yıl önce dönemin kültürünü etkisi altına alan şövalye romanlarına bir tepki olarak yarattığı Don Kişot, yeryüzünde kuşaklar boyu öyle bir etki yarattı ki; insanoğlunun uygarlık serüvenini, onun sahip olduğu yüce değerler ile yoketmeye çalıştığı çürümüşlüğün, kokuşmuşluğun bitmek tükenmek bilmeyen mücadelesi oluşturdu, adeta... Öyle ki, “Don Kişot’luk” kavramı her çağda geçerliliğini sürdüren bir klişe oldu çıktı.Bugün de bir çoğumuz, gerçekleşmisini mümkün görmediğimiz ideallerin peşinde koşanlar ya da üstesinden gelinilebileceğine ihtimal vermediğimiz engellere karşı savaşanlar için kolaylıkla, “Don Kişot’luk yapma” şeklinde telkinde bulunabiliyoruz. Buna karşın hâlâ ısrarla, “Don Kişot’luk” yapmaya çalışanlar toplum içinde genellikle alaya alınır. Aptallıklarından, hayalperestliklerinden dem vurulur. Enerjilerini boşa harcadıkları savunulur. Gittikleri yolun yanlış olduğu ileri sürülerek yerleşik düzenin bir parçası olmaları öğütlenir. Sistem için ciddi bir tehdit olarak algılandıkları durumlarda ise öğüt verilmez, kafalarına kafalarına vurulur. Bazen işkence tezgahından geçirilir, zincirlenir, hücreye tıkılırlar. Bazen de kuytu bir köşede bildik yöntemlerle susturulurlar.Sonuna kadar savaşmalıKurtuluş Savaşı’ndan bugüne değin bin bir badire atlatan Türkiye, ne yazık ki devasa bir “Don Kişot Mezarlığı”dır. Toplum içinde uç vermeye başlayan “Don Kişot”ları daha taze bir fidan iken kıran zihniyetin, on yıllardır hüküm sürdüğü ve sanki sonsuza kadar sürmeye devam edeceği bir “korku imparatorluğu”dur, Türkiye... Zulmün, adaletsizliğin, sevgisizliğin, saygısızlığın, hoşgörüsüzlüğün, düşmanlığın, kinin, nefretin, duyarsızlğın, bencilliğin, çıkarcılığın, küçük hesapların, ayak oyunlarının, yalanın, riyanın, yıllardır empoze edilerek çürütülen bu tuhaf toplumda, asıl şimdi “Don Kişot” olma zamanıdır. Çoluk çocuk, evlerde, sokaklarda, yurtlarda, kreşlerde zebil - ziyan ediliyorsa... Hırsızlar, katiller, psikopatlar sokakları teslim alırken, sade vatandaş evinde dahi kendini güvende hissetmiyorsa... Gelir adaletsizliği, işsizlik her gün yeni bir trajedi üretiyorsa... Yolsuzlukların ardı arkası kesilmiyorsa... Güven erozyonu had safhaya çıkmışsa... Magazin adı altında rezilliğin, pespayeliğin her türlüsü ekranlardan odalarımıza taşıyorsa... Bu halk, kendisi acılarla yoğrulduğu halde, başka halkların acılarına kayıtsız kalıyorsa... Teşvik primi ve şike spor sahalarında kol geziyorsa... Tribünlerdeki vandalizm, futbolumuzu her geçen gün esir alıyorsa... Stat terörü, çapsız yöneticiler tarafından provoke edilmeye devam ediliyorsa... Bariz hakem hatalarının önüne bir türlü geçilinemiyorsa... Ülkenin en iyi golcüsü bir kişinin ihtirası ve inadına kurban ediliyorsa... Ülkenin en iyi atleti cehaletin kör kuyusunda kayboluyorsa... Ne idüğü belirsiz kişilerin spor yazarı (!) olarak kahve geyiği yaptığı spor programları gözümüze sokuluyorsa... Mesleği içten vuran muhteris gazeteciler, bir takım güç odaklarının paryalığını sürdürüyorsa... Ülke sporu her geçen gün biraz daha siyasetin boyunduruğuna giriyorsa... Ayaklar baş, başlar ayak oluyorsa... Tam da şimdi Don Kişot olma zamanıdır. Yılmadan, pes etmeden, bıkmadan, usanmadan yeldeğirmenlerine karşı savaşma zamanıdır. Alaya alsalar da, vursalar da, kırsalar da, sustursalar da, yok etseler de, küllerimizden doğarak yeniden dirilmenin ve zalimlerin karşısına dimdik çıkmanın, bu dünyayı bizlere zehir edenlere karşı sonuna kadar savaşmanın zamanıdır. Zira, çocuklarımıza daha müreffeh bir dünya bırakmanın başka yolu yok. İnsanlık ülküsünü ilelebet yaşatmak için hepimiz birer Don Kişot olmalıyız... Ve çoğalmalıyız...Teşekkürler herkese...Başta Hüseyin Öztunç’aBugün affınıza sığınırak bu satırları kendime ayırmak istiyorum. Zira önceki gece 12 yıllık meslek hayatımın en anlamlı gecelerinden birini yaşadım. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin, beni layık gördüğü “2004’ün Spor Yazarı” ödülünü Atatürk Kültür Merkezi’nde düzenlenen bir törenle aldım. Yaşım kadar spor yazarlığı yapan değerli büyüklerimin arasından sıyrılıp bu ödülü almak beni çok mutlu etti, gururlandırdı. Bu nedenle üzerimde emeği olanlara teşekkür etmek istiyorum. Bu benim gönül ve minnet borcum. Başta bana inanarak, güvenerek bu sütunları teslim eden sevgili müdürlerim Necil Ülgen, Tamer Bağlan, Yalçın Uygun ve Hakan Can’a...Bana gazeteciliği öğreten, Fanatik ailesine kazandıran sevgili ustam, dostum Hüseyin Sakarya’ya... Beni bir okul olan Türk Spor Ajansı’na kabul eden Erdoğan Arıpınar’a, Remzi Yılmaz’a...Beni bu ödüle layık gören başta Fuat Ercan olmak üzere tüm jüri üyelerine... Teveccüh göstererek köşelerinde beni öven Metin Tükenmez ve Ahmet Çakır’a... Beni kutlayan, destek veren tüm dostlarıma, okurlarıma...Hepsine kucak dolusu teşekkürler...Ama biri var ki, teşekkürün en büyüğünü ona etmek istiyorum. Beni bu mesleğe yönlendiren değerli ağabeyim Hüseyin Öztunç’a...12 Eylül’ün ziyan ettiği bir ömre yeniden hayat verdiği için... Tam da kahvehanelerin izbe köşelerinde solmak üzereyken... Sağol, varol Hüseyin Abi. Tanrı sana uzun ömürler versin. Belki seni bekleyen daha nice bataklık çiçekleri vardır... Işığına, güneşine hasret...
‘’‘Kocaman' bir alkış‘’
Dün Malatya İnönü Stadı’nda başka alkışı hakedenler de vardı: İyi futbollarıyla diğerlerinin bir adım önüne geçen Murat Erdoğan, Serkan Özsoy, Jaba ve Wederson’un yanı sıra küfür etmeden takımını 90 dakika coşkuyla destekleyen Malatya taraftarı...Stadı dolduranlara zevkli, heyecanlı ve tempolu bir 90 dakika izlettiren iki takımın ortak özelliği; devre arası neredeyse takımlarının yarısını değiştirmiş olmalarıydı. Ancak görünen o ki, her iki takımda da futbol kalitesi bakımından değişen pek fazla birşey yok. Herşey ligin ilk yarısının devamı gibi... Bu da ligimizdeki oyuncu kalitesinin birkaç isim dışında birbirine yakın olduğunun göstergesi sanırım.Malatyaspor camiasının çok güvendiği Aykut Kocaman’ın ileride başını ağrıtacak iki faktör var: Yedek soyundurduğu Mert Korkmaz ile biri ağır ve gol kısırı, diğeri tembel, iki forveti Osterc ve Boliç. Çünkü Malatya tribünleri Mert’i çok seviyor, Osterc ve Boliç’i de yaptıkları en küçük hatada dahi yuhalıyorlar. Aykut hoca bu konuya bir çözüm bulmalı.Ankaraspor’a gelince... Başkent ekibinde yağ var, un var, şeker var, aşçı da var ama bir türlü ortaya helva çıkmıyor. Sakın Melih Gökçek, bu takımı kurarken sokağa attığı hentbolcü ve cimnastikçilerin ahını almış olmasın?..
‘’Arka Bahçe‘’
İki yüzlü ahlâk!Yoksa her toplumun, her kültürün, hatta her bireyin kendine özgü bir tarifi ve anlayışı mı? Olması gereken hangisidir? İnsanoğlunun, uygarlaşma serüveninde, anlamlandırmaya çalıştığı en önemli kavramlardan biri de “ahlâk”tır. Din, felsefe, bilim gibi disiplinler, bu arayışın araçları olmuştur. Bu soruların cevapları bugün de aranmaktadır. Özellikle de kuraltanımazlık, bencillik, arsızlık, yalan, riya sarmalında debelenen geri kalmış toplumlarda... “Ahlâk” kelimesinin Türk Dil Kurumu’ndaki karşılığı şöyle: 1- Bir toplum içinde kişilerin benimsedikleri, uymak zorunda bulundukları davranış biçimleri ve kuralları. 2- İyi nitelikler, güzel huylar. Bu soyut tanıma karşılık Alman düşünür Friedrich Nietzsche ise “ahlâk”a farklı bir bakış açısı getirir: “Ahlâk, duyu aldanmasından, var olmaktan, tarihten, yalandan kaçıştır. Tarih ise, duyulara ve yalana inançtan başka hiçbir şey değildir.”Yunanlı filozof Aristo da, “ahlâk”ın, kuşaktan kuşağa aktarılan alışkanlıklar ve davranışların tekrarından oluştuğunu savunur. Bir de İtalyan Nicollo Machiavelli’nin, “amaca giden her yol mübahtır” şeklinde özetlenebilecek, “Machiavelist ahlâk anlayışı” vardır. Ki, günümüz toplumlarında oldukça itibar gören, benimsenen anlayış da budur. Her ne kadar, batı toplumları kendi iç ilişkilerinde bu anlayışı reddetse de, başka kültürlerle olan diyaloglarında, rekabetlerinde ve ulusal çıkarlarının ön plana çıktığı durumlarda kolaylıkla “Machiavelist” olabiliyorlar. Kendimize dönersek... Tersine bir süreç yaşadığımız kesin. Çünkü geçmişte dışarıya satabileceğimiz övünç malzemelerimizden; doğruluk, dürüstlük, oyunu kuralına göre oynama, rakibe saygı gibi değerlerimizi birer birer terkettik. Dahası, bu değerlere hala sıkı sıkıya sarılmaya çalışanlar, bugün alay konusu olabiliyor, “dinozor” denilerek aşağılanıyor. Üstelik, onları da aynı potanın içinde eritmek için olağanüstü bir çaba sarfediliyor. “Machiavelist ahlâk anlayışı”, ülkemizde her alanda alabildiğine egemenliğini ilan etmiş durumda. Ekonomide, siyasette, toplumsal ilişkilerde ve ille de sporda... Hatta bu konuda o kadar ileri gittik ki, Machiavelli’ye rahmet okutacak düzeye geldik. Teşvik primi, şike, mafya, hakem ayarlama, rakibe verdiği kiralık oyuncunun oynatılmaması için sözleşmeye madde ekletme, ekletmediyse şifahen rica etme, rakibin en önemli oyuncusuna maç öncesi transfer teklifi götürme, kazanınca kendine mal etme, kaybedince, federasyona ve hakemlere yüklenme, yarıştaki diğer tüm unsurları karalama, maniplasyon yaparak tribünleri tahrik etme, beslediği amigoları istediği kişi ya da kuruma saldırtma, genç takımlardaki oyuncuların yaşını büyütme gibi bayağı ve adice yöntemler, Türk sporunun içine düştüğü bataklığın en belirgin özellikleri... Gün geçmesin ki, bazı kulüpler ve yöneticileri bu yöntemlerle gündeme gelmesin? Bulak’ın duyulmayan feryadıGeçtiğimiz hafta, üç büyüklerin yarattığı transfer gürültüsü arasında duyulmayan bir ses vardı. Denizlispor Teknik Direktörü Giray Bulak’ın, Gaziantep’e kaybettikleri maçın ardından yaptığı açıklamalar, ilk bakışta yenilen bir antrenörün hezeyanı gibi görünüyordu, ama aslında bu Türk futbolunun kanayan yaralarından birinin dile getirilmesiydi. Hem de alışık olmadığımız türden. Çünkü, “bir gün o kulüpte görev alırım” düşüncesiyle çöpü halının altına süpürmeyen cesur bir teknik direktörün isyanıydı, sözkonusu olan... Gaziantep Yönetimi’ni belden aşağı vurmakla suçlayan Bulak, özetle şunları söylüyordu: “Gaziantep Yönetimi, maç öncesi kaptanımız Timuçin’e transfer teklifinde bulundu. Biz talep ettiğimiz 500 milyardan 250 milyara kadar düştük. Ancak oyuncumuza 1 milyar 200 milyon veren Antepliler, 150 milyardan yukarı çıkmadı ve transferden vazgeçti. Dolayısıyla haftaboyu transferi düşünen bu oyuncumu maça motive edemedim. Bize böyle bir taktik uyguladılar. Bunlar çok ucuz yöntemler. Onlara yakıştıramadım.” Gaziantep cephesi, bu suçlamalar karşısında tepki vermedi. Suçlanan yönetimin başında Türkiye’nin en ilkeli başkanlarından biri olan Celal Doğan’ın bulunması, olayın en trajik yönü üstelik. Sayın Doğan! Susmak kabullenmektir, bilirsiniz. Bugün suçlanan Gaziantep, yarın suçlayan konumuna düşebilir. Zira, bu ve buna benzer yöntemleri uygulamayan kulüp hemen hemen yok gibidir. Bu, bir Türkiye gerçeğidir. Herkesin kendine, kendi meşrebine ve çıkarına göre savunduğu ikiyüzlü bir ahlâk anlayışı, ne yazık ki, en kılcal damarlarımıza kadar nüfuz etmiş durumda. Bizim canımızı acıttığında ortalığı ayağa kaldıracağımız eylemi, işimize geldiği zaman başkalarına karşı hiç düşünmeden uygulayabiliyoruz. İşte, asıl sorun da burada...Güreşe bulaşan virüs!Her zaman, her platformda çeşitli çevreler tarafından dile getirilir. Zaman zaman bu köşede de yazarız, çizeriz, eleştiririz. Dünyada örneğine ancak Küba ve Kuzey Kore gibi kominist ülkelerde rastlanan bir yapılanma mevcuttur, Türk sporunda... Ve bu yapılanma içinde, tüm branşlar alabildiğine devletin, dahası siyasetin müdahalesine açıktır. Türkiye’de siyasilerin, dünya durdukça rahat bırakmayacağı bir branş vardır: Güreş. Çünkü Ata sporudur. Çünkü, taşrada en sevilen branşdır. Çünkü en ilgisizi bile Türk güreşçilerinin başarısı ve başarısızlığı durumunda olanlara dikkat kesilir. Çünkü, aslında güreş, Türk halkının, zaman zaman ihmal etse de, evinde hep onu bekleyen ezeli ve ebedi sevgilisidir. Güreşten hiç bir zaman vazgeçmeyen siyaset, bugün bir kez daha Ata sporunun önünü tıkamakta. Güreşin önünde çözüm bekleyen dağ gibi sorunlar olmasına karşın, yeni seçilen federasyon, daha yönetim kurulunu bile belirleyemedi. Nedeni de siyasilerin baskısı. Başkan Recai Ustaoğlu, yönetime kendi adamlarını sokmak isteyen vekillerin tazyiki altında bunalmış durumda. Ne yapacağına, kimi alacağına bir türlü karar veremiyor. Zaman hızla akıyor. Ve güreşin kaybedecek tek bir saniyesi bile yok. Sayın Vekiller! Bir kez olsun kendi çıkarlarınızı değil, Türk güreşini düşünün. Ve çekin elinizi Ata sporundan!..
‘’Arka Bahçe‘’
Mükremin Abi!.. Sahip olma, ol!Bunun içinse, herşeyi elde etmek, onlara egemen olmak, kar tutkusu, açgözlülük ve ihtiras gibi insanı insan olmaktan çıkaran, birbirine düşman yapan “sahip olmak” dürtüsünün terkedilmesi gerekmektedir. Fromm, “olmak” kavramını ise, anlamak, olgunlaşmak, özgürleşmek, evrensel değerler ve insani duygularla donanmak şeklinde açıklar. Yani kısaca, insanın sadece “insan” olması, insanlık ülküsünü benimsemesi... Göz açıp kapayıncaya kadar geçen kısacık ömrümüzde mal, mülk, para, şöhret ve iktidar sahibi olabiliriz... Ama bu, hiç bir zenginliğin yerini tutamayacağı “olmak” idealiyle taçlandırılmadığı takdirde insanı esir alır ve zamanla sahip olduklarımız, bize sahip olur. Olmak yerine sahip olmayı seçenler, ellerindeki sanal kudretin büyüsüyle, öylesine kendilerini kaybederler ki, şişen egolarıyla birlikte; yaşamlarını bencillik, tatminsizlik, görgüsüzlük, yalan ve riya üzerine kurarlar. Gözleri, kendilerinden ve kendi sınırsız isteklerinden başka hiç bir şeyi, hiç kimseyi görmez. Dostlukları, arkadaşlıkları, aşkları da, kendi ihtiyaçlarının doyurulması üzerinedir. Küçük bir tatmin için önlerine gelen herşeyi yakıp yıkarlar. Narsizmin doruklarında gezerler. Dünya onların etrafında döner. Diğerlerinin hiç bir önemi yoktur onlar için. Başkaları, başka zümreler, başka meslek grupları, anlık bir hazza kurban edilebilir. Son yıllarda o kadar çoğaldılar ki; heryerdeler. Evlerimizde, odalarımızda, işyerlerimizde, sokaklarda, statlarda, salonlarda, sahnelerde... İçimizde, yanıbaşımızda, nefes alışımızda... Şöhretini, üçkağıtçı ve serseri bir mahalle kabadayısı tiplemesine borçlu olan sanatı kendinden menkul “Mükremin Abi” Yılmaz Erdoğan, CNN Türk’e verdiği bir mülakatta, “Halk spor basınından tiksiniyor” diye buyurmuş. Mükremin Abi’nin, hangi halktan sözettiğini bilemiyoruz tabii... Gözlerini nefret bürüyen, paçalarından cehalet akan varoş lümpeninden mi, Beyoğlu’nun arka sokaklarında pavyonculuk, değnekçilik, erketelik, kapkaç, gasp, uyuşturucu satıcılığı, pezevenklik yapan Anadolu safrasından mı, devlete vereceği üç kuruşluk vergiyi kaçırmak için bin bir katakulli yapan, ardından da gece alemlerinde su gibi para harcayan magazin sayfalarının züppelerinden mi, televizyonlardaki, ucuz, bayağı, sefil magazin programlarıyla afyonlanan, umarsız, ümitsiz, geleceksiz ortalama çoğunluktan mı... Yoksa şoven duygularını okşayarak prim yaptığı yoksul kürt köylüsünden mi, aynı yoksulluğun girdabındaki, “kan kusup kızılcık şerbeti içtim” diyen Egeli, Akdenizli, Karadenizli, Trakyalı kasabalıdan, çiftçiden mi, büyük kentlerin kenar mahallerinde iki - üç çocukla hayata tutunmaya çalışan dargelirli dürüst vatandaştan mı...Halk dalkavukluğuMükremin Abi! Hangi halktan sözediyorsun? Hangi halk spor basınından tiksiniyor? Halk dediğin homojen değildir ki... Katman, katmandır, bölük, pörçüktür. Boğaz’ın kenarında sırça köşklerde oturan Türk burjuvazisi de halktır, Diyarbakır surlarının dibinde çöpten beslenen biçareler de... Hepsinin, duyguları, düşünceleri, dünya görüşleri, hedefleri, hayat felsefeleri farklı farklıdır. Ve hepsi bizimdir, bu toprağın, bu coğrafyanın insanlarıdır. Birbirinin benzeri politikacıları “en güvenilmezler” kategorisinde ilk sıraya koyup da, yıllardır onları iktidar yapan da bu halktır, tabut içinde geri alacakları evlatlarını Güneydoğu bataklığına davul zurnayla uğurlayan da... Yılmaz Erdoğan’ı baştacı yapan da bu halktır, çaçaron kaynanana Semra Hanım’ı da... Bir yüzü doğuya, bir yüzü batıya, bir yüzü moderniteye, bir yüzü orta çağa dönüktür bizim halkımızın... İyilikle, kötülüğün, güzellikle çirkinliğin, sevgiyle nefretin harmonisidir, kaostur, karmaşadır, bizim halkımız... Birinin sevdiğini diğeri sevmez, birinin nefret ettiğini, öbürü bağrına basar. Duyguları tek değildir. O nedenle bu halk spor basınından tiksinmez. Sevmez de belki, ama nefret de etmez. Bu senin için de geçerlidir. Senin de sevenin vardır, sevmeyenin vardır. Ama birisi çıkıp da, “Halk Yılmaz Erdoğan’dan nefret ediyor” diyemez. Bizim içimizde de her meslek grubunda olduğu gibi çürük elmalar vardır. Onları zaten en fazla biz eleştiririz. Ama namuslu, dürüst, idealist gazeteciler çoğunluktadır spor basınında. Yağmur, çamur, kış, kıyamet demeden, sizlere haber ve fotoğraf yetiştirmek için statlarda, salonlarda telef olan çilekeşlerdir, spor medyası... Kıt kanaat geçinmesine rağmen, kalemini satmayanlardır, gazete mutfağında bayram, seyran demeden, gecesini gündüzüne katarak, sizlere haber yetiştirmeye çalışan emekçilerdir, spor medyası... Kulüplerin kirli çamaşırlarını ortaya döken, stat terörüne savaş açan, kampanya yapan da bu spor medyasıdır. Bugün kim ne biliyorsa, bu spor medyası sayesinde biliyor. Sen de öyle... O nedenle kendi nefretini halka mal etme Mükremin Abi... Popülizm yapmak gibi ucuz bir yolu tercih edeceğine, “Ben spor medyasından tiksiniyorum” deseydin, bizleri yine rencide ederdin ve elbette seni bağrımıza basmazdık, ama nefret de etmezdik. Duygularını dürüstçe dışa vurduğun için de saygı duyardık.Unutma! Saygınlık için, “herşeye sahip olmak” değil, önce “olmak” gerekir...Basın bülteni!Dünyanın en popüler sporlarından biri olan teniste, bir kızımız güneş gibi parlıyor. Yıllardır hasret kaldığımız bir tenis yıldızına kavuşmak üzereyiz. İpek Şenoğlu, puan toplamak için yeryüzünün her köşesine giderek uluslararası turnuvalarda mücadele veriyor. Geçen yıl ABD Açık’ta korta çıkarak “Grand Slam” de mücadele eden ilk Türk tenisçisi olan Şenoğlu, geçen hafta da sezonun ilk Grand Slam’i Avustralya Açık’ta sınav verdi. Ancak gelgelelim, İpek’in bu önemli sınavını biz medya mensupları babası Doğan Bey’in gazetelere geçtiği elle yazılmış faksla okurlara duyurabildik. Ortada bir Tenis Federasyonu var. Üstelik özerk. Bir Türk kızının “Grand Slam”deki mücadelesini takip etmeyecek, basına ve kamuoyuna duyurmayacak kadar duyarsız, kayıtsız. Teniste neden bu kadar geride olduğumuzun cevabı gayet açık, öyle değil mi?
‘’Arka Bahçe‘’
Hayalleri havuzda boğulan çocuklar!Yolu varoşlara düşenler bilir. İşgalin, talanın, çarpık yapılaşmanın simgesi olan varoşların en belirgin özelliklerinden biri de, sıvasız, boyasız, çatısız, derme çatma yapılmış, eciş - bücüş binaların arasında sıkışıp kalan arsalardır. Bu arsalar varoş çocuklarının oyun ve eğlence yeridir. Çocuklar, muhtemelen bir gurbetçi olan sahibinin, zamanın birinde satın alıp da bir daha uğramadığı bu son yeşil toprak kırıntılarında çocukluklarının tadını çıkarır. Erkek olanları top oynar, kızlar ise ip atlar. Cıvıl cıvıl, rengarenktir varoş arsaları... Orada hayatı bir başka özümsersiniz. Sonra bir gün arsa sahibi ortaya çıkar. Bir müteahhitle anlaşır. Ardından hafriyat başlar. Beton dökülür, temel atılır. O beton yalnızca kentin son yeşilliklerinden birine değil, çocukların hayallerinin üstüne de dökülmüştür. Bu ülkenin çocukları hep hayalleri öldürülerek büyür. Kuşaklar boyu; kâh ebeveynler, kâh öğretmenler, kâh politikacılar, kâh belediyeler, kâh hükümetler, kâh müteahhitler, kâh antrenörler, kâh spor yöneticileri, çeşitli yöntemlerle hayallerimizi katleder. Gelenekler ile modernite arasında sıkışarak kimliğini yitiren çağdışı sistem, bizi, bir yanı eksik kalmış, iğdiş edilmiş birer yetişkin olarak hayata hazırlar. Kendi çocuklarının da hayallerini yoketmeye programlanmış milyonlarca yetişkin... Bundan yaklaşık 10 gün önce İstanbul Burhan Felek Yüzme Havuzu’nda Uluslararası Lüksemburg Turnuvası için milli takım seçmeleri yapıldı. Çocuklar, gençler, ebeveynler havuzu tam bir festival alanına çevirdi. Sporcular, Ay - Yıldızlı boneyi takmak için havuzda kıyasıya bir rekabetin içinde ter dökerken, tribündeki aileleri de, çocuklarına destek verdi, onların heyecanına ortak oldu. Yarışlar sonucu, 4 kulüpten 9 yüzücü Milli Takım’a seçildi ve heyecan içinde yılın ilk önemli uluslararası sınavı olan Lüksemburg Turnuvası’nı beklemeye başladı. Bekleyişlerinin nafile bir bekleyiş olduğunu bilmeden... Çünkü teşkilatın onlara bir sürprizi vardı. Haluk Toygarlı’nın istifasının ardından iyice başıboş kalan Yüzme Federasyonu, bir kaç sporcunun evraklarını tamamlayamamış ve vize alınamamıştı. Böylece, 2005’e umutla hazırlanan, büyük şampiyonalara hazırlık niteliğindeki önemli bir organizasyonda madalya alma hayali kuran milli sporculara oturup gözyaşı dökmek kalmıştı. Yüzme branşı devlete bağlı. Devlette ise devamlılık esastır. Kişiler gelir, gider. Aslolan kurumlardır. Bir federasyon, böylesine başıboş bırakılabilir mi? Sayın Mehmet Atalay! O milli takıma seçilen sporculardan biri sizin çocuğunuz olsaydı, neler hissederdiniz? Çocuğunuz size gelip, başını göğsünüze dayasa ve hüngür hüngür ağlayarak yıkılan hayallerinden, boşa giden emeğinden bahsetse, onu nasıl teselli ederdiniz? Federasyonunuzdaki o kadar memur ne iş yapıyor, genel sekreteriniz o koltukta niçin oturuyor? Bir avuç yüzücünün evraklarını hazırlamak bu kadar zor mu? Türkiye’yi dünyaya rezil etmenin faturasını kim ödeyecek? Yüzmeyi ayağa kaldırmanın planlarını yapıyorsunuz, yüzücüleri yarıştırmazsanız, onları bürokrasinin, ihmalin kurbanı yaparsanız, bunu nasıl başaracaksınız? Bu ihmalin faturasını birileri ödemeli. Sorumlu kimse, bulunmalı. Aksi takdirde kendi geleceğimizi yoketmeye devam ederiz. Çünkü hayallerini öldürdüğümüz çocuklarımız, bizim geleceğimiz. Onlara güvenecek dağ, sığınacak liman bırakmıyoruz.10’un adı Altan AksoyBaşta Galatasaray olmak üzere Türk futbolu bir 10 numara kargaşası içinde... Dünyanın her tarafına yöneticiler, menacerler, antrenörler gönderiliyor, oyuncu izlettiriliyor. Aranan hep aynı: 10 numara. Bu formatta olduğuna inanılan veya herhangi bir menacerin allayıp pullayıp sunduğu futbolculara çuval dolusu döviz dökülüyor. Bir kaç hafta sonra ise takke düşüyor, kel görünüyor. Yanlış transfer politikaları sonucu paralar çarçur oluyor. Kendi değerlerine sahip çıkmayan bir ülkede yaşadığımızı, bu köşede sık sık dile getiririz. Pratik hayatta da hemen her gün bunun örnekleriyle karşılaşırız. Hangi alanda olursa olsun, geleceği inşaa edecek olan bir çok yetenek, çarpık düzenin acımasız dişlileri arasında unufak olur. Bu, durum sporda, özellikle de futbolda daha da belirgindir. 10 numaralı formayı hakedecek futbolcu sayısı, yalnız ülkemizde değil, dünyada da çok azdır. Kime sorsanız, Pele, Maradona, Platini, Hagi, Baggio ve Zidane’a ekleyecek başka isim bulmakta zorlanır. Ülkemizde ise bir Sergen fenomeni var. O da yeteneklerini inkar ederek yaşadığı için belirsiz bir geleceğe doğru pupa yelken ilerlemekte... Yıllarını Anadolu’nun tozlu yolarında harcayan Konyasporlu Altan Aksoy ise, 10 numara formatındaki bir başka futbolcumuz olup, ısrarla görmezden geliniyor. Kimbilir, belki yanlış menacerle çalışıyor! Onu tanıyan herkesin, kalitesi için bir kaç cilalı sözü vardır. Geçen yıl Zafer Biryol’un, “Gol Kralı” olmasındaki temel etken, Altan imzalı asistlerdi. Her iki ayağını çok iyi kullanmasına, kolay adam eksiltmesine, etkili frikik atmasına, çok yönlü hücum varyasyonlarına sahip olmasına, süratine, kıvraklığına, oyun zekasına, asistlerine ve gollerine rağmen, ne var ki “Anadolu Virtiozu” Altan, bir türlü büyük kulüplerin dikkatini çekmiyor. Özellikle de, transfer fiyaskolarıyla yakında fıkralara konu olması kuvvetle muhtemel Galatasaray’ın... İnsan ne kadar yakından bakarsa, o kadar az görürmüş. Ama Altan gibi bir oyuncuya bu kadar ihtiyacı olan Sarı-Kırmızılı yöneticiler bakmıyor bile!
‘’Arka Bahçe‘’
Aynadaki yabancıVaroluşçuluk akımının öncülerinden Cezayirli düşünür Albert Camus’nun başyapıtı “Yabancı”nın kahramanı Mersault, annesinin, yaşlılar yurdundan gelen ölüm haberini şöyle karşılar: “Bugün annem ölmüş, emin değilim... Belki de dündür!..” Romanın kahramanı, öylesi bir nihilizmin (hiççilik) içine gömülmüştür ki, hayattaki en önemli varlığı annesinin ölümü karşısında bile kayıtsız kalabilmektedir. Camus, sonradan bir konuşmasında bu olayı şöyle yorumlar: “Bugün toplumumuzda annesinin cenazesinde ağlamayan herkes ölüme mahküm edilme riski içindedir.”Bu sezon sinemalarda gösterilen Colletral filminde de kiralık katil rolündeki Tom Cruise, modern toplumun duyarsızlığını, bir başka deyişle yabancılaşmasını şöyle eleştirir: “Bir gün bir adam bir metroya biner ve oturduğu yerde kalp krizinden ölür. Metroda öylece altı saat boyunca yolculuk yapar. Yanına onlarca insan oturur, kalkar ve kimse adamın öldüğünü farketmez!”Duyarlılık, bir insanı insan yapan değerlerin başında gelir. İnsanlığın, insan olmanın başkoşuludur neredeyse. Toplumsal barışın da... Geçmişte Türk toplumunun en önemli hasletlerinden biriydi duyarlılık. Organizmanın bir yerinde açılan yara, diğer unsurlar tarafından derhal sarılırdı. Ama bugün duyarlılık da eriyen, kaybolup, yokolan diğer değerlerimizin arasına karıştı. Gelişen teknolojininin büyük bir hızla bireyciliğe ittiği toplumumuz, bu dönüşümü geçirirken, belki köylülükten arınıyor ama bedelini de ağır bir yabancılaşma buhranıyla ödüyor. Köyle - kent arasına sıkışan ve ne köylü kalabilen, ne de kentli olabilen kitleler, kendi özgün kültürünü yaratamadığı gibi, geleneksel kültürün olumlu yanlarından da birer birer sıyrılıyor. Ve ortaya ne idüğü belirsiz bir “kalabalık” çıkıyor. Kendine, geçmişten miras kalan etik anlayışına, evrensel değerlere alabildiğine yabancılaşmış, sevgisiz, saygısız, duyarsız, bencil, barbar ve lümpen bir çoğunluk...Çok değil, bundan 5 yıl önce ülkemizin batısını vuran 7.4’lük depremi yaşayan, ağır bedeller ödeyen bir toplum olarak yeryüzünün bize uzak bir köşesinde yaşanan korkunç trajediye bu kadar kayıtsız kalabilmenin başka bir izahı var mıdır? 1999’da, başta komşumuz Yunanistan olmak üzere, dünya yardımımıza koşmasaydı, bu kadar kısa zamanda ayağa kalkabilir miydik? Bugün, Güney Asya depremine kayıtsız kalan bir ülke olarak, yarın başımıza gelmesi muhtemel bir felakette elimizden tutacak bir el aramaya hakkımız var mı? Bizi, tüm dünyanın seferber olduğu bir dehşete bu kadar kayıtsız bırakan, yardım kuruluşu vur patlasın çal oynasın göbek atan bir topluma dönüştüren nedir acaba? Bizi bu hale getiren kimdir, kimlerdir? Bizi biz olmaktan çıkaran hangi güçtür, nasıl bir travmadır? Asil davranışıyla, şampiyonluğun yalnızca yarış kazanmak olmadığını tüm spor dünyasına bir kez daha ispatlayan Formula 1’in yaşayan efsanesi Alman Michael Schumacher’in tek başına 10 milyon dolar katkıda bulunduğu bir yardım kampanyasında, 70 milyon olarak 250 bin dolarda kalmak, bölge liderliğine soyunan bir ülkeye yakışıyor mu? Yeryüzünün en köklü medeniyetlerine beşiklik eden Türkiye’nin, bir Schumacher kadar olamaması sizin de içinizi acıtmıyor mu? Ülkenin diğer kurum ve kuruluşları gibi kısır çekişmelerle birbirini yiyen Türk futbolunun, bir kaç cılız çağrı üzerine bir yardım turnuvası düzenlemeye karar vermesi yeterli midir? Ki, o turnuvada elde edilecek gelir de, seyircinin ve yayınlanırsa, yayıncı kuruluşun cebinden çıkacak. Dünyanın her yerinde spor sahalarının yıldızları, tsunamizedeler için seferber olurken, bizim sporcularımızdan neden çıt çıkmamaktadır? Sporcular, spor adamları, yöneticiler, esnaf, memur, işçi, işveren... Her kim ve her ne isen... Yalnız başına kaldığında kalk, bir zahmet aynanın karşısına geç! Gördüğün sen misin?..Fenerbahçe Cumhuriyeti!Türk sporundaki seçim heyecanı bütün hızıyla sürüyor. Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’ne bağlı federasyonların ardından özerk federasyonlar da birer birer 4 yıllık yönetimlerini belirliyor. En son, geçtiğimiz hafta tenis ile basketbolda sandık başına gidildi. Her iki federasyonda da mevcut başkanlar iktidarını korudu. Elit insanların sporu tenis, bu özelliğinden dolayı içine kapanık bir camia olduğu için gürültüsüz patırtısız seçimini yaptı. Ancak basketboldaki çekişme, neredeyse ülke gündeminin ilk maddelerinden biri oldu. Sonuçta Turgay Demirel, yaşanan bir yığın tartışmanın ardından az bir farkla da olsa Lutfi Arıboğan’ı geride bıraktı. Basketbol camiasında özellikle üst yapı düzeyinde çok eleştirilen Turgay Demirel’in yeniden seçilmesinde Fenerbahçe’nin ve bölgesel ligden gelen oyların büyük etkisi oldu. Sarı - Lacivertli Kulübün Başkanı Aziz Yıldırım’ın, seçim ortamında bölgesel lig temsilcileriyle tek tek ilgilenerek (!) oylarını yönlendirmesi, Demirel’e, kaybetmesi muhtemel bir seçimi yeniden kazandırdı. Kulislerde, futbolun patronunu belirlemedeki etkisi bilinen Aziz Yıldırım’ın, basketbol seçimine de bu kadar asılması, Fenerbahçe’nin “100. Yıl”ı olan 2007’ye yatırım yaptığı şeklinde değerlendiriliyor. Yıldırım’ın, iki yıl sonra her branşta şampiyon olarak “100. Yıl”ı tam bir şölene dönüştürmeyi hedeflediği, spor camiasında öteden beri dile getiriliyor. Atletizm, boks, kürek ve masa tenisinde de Fenerbahçe’nin desteklediği adayların seçilmesi, senaryoları doğrular nitelikte...Sarı - Lacivertli kulüp, bir tek yüzmede istediğini elde edemedi. Bunda da sutopu camiasına hakim olamayışı önemli etkendi. Çünkü yüzme şubesi bulunan Fenerbahçe’nin sutopu takımı yok! Ama o konu da, lehlerine sonuçlanacak gibi görünüyor. Yüzmeye gerekli ilgiyi göstermediği öne sürülen Haluk Toygarlı’nın dünkü istifasının ardından bu iki branşın ayrılması gündeme gelecek. O zaman, 11 Aralık’taki seçimde yüzmeyi kaybeden Fenerbahçe’nin, bu branşta istediği adayı yeniden seçtirmesi mümkün olacak. Yani zaman ve süreç Aziz Yıldırım’ın lehine işliyor. Güzel bir latife olarak ortaya atılan “Fenerbahçe Cumhuriyeti” kavramı gerçek olmak üzere! Zira Sarı - Lacivertli kulüp Türk sporunu eline geçiriyor!
‘’Arka Bahçe‘’
KısırdöngüZamanın mutlak olmadığı bir evrende değişmemeyi başarabilen bir madde, canlı, nesne var mıdır? Değişimin, evrendeki tüm şeylerin özünü oluşturduğu bir zaman ve uzam boyutunda hep aynı kalmaya direnen canlılar da yok mudur? Ya da, değişimin karşı konmaz gücü karşısında yenildiğini kabul etmeyip kendini fasit bir dairenin içine hapseden ve kısırdöngünün girdabından kurtulamayan insan türü?.. Yaşadığı her günü, yaşamış olduğu geçmiş günlerin tekrarı olarak yaşayan insancıklar olarak nitelendirebileciğimiz tür... Adına, hayatın kendilerine dayattığı yenilikleri kavrayamayan, geleceği, uzak bir hayal ülkesi olarak gören, kendine kişisel hırs ve çıkarlarından oluşmuş sahte bir dünya kuran küçük hesap adamları diyebileciğimiz popülasyon... Evrenin sonsuz boşluğunda bir toz zerreciği olan yerkürenin; milyarlarca yıldır güneşin etrafında biteviye dönen o arz yuvarlığında hayat bulan doğanın, bitkilerin, börtü - böceğin, iklimlerin, mevsimlerin değişimine inat, kendini zamanın belli belirsiz bir yerine sabitlemeye çalışan garip varlıklar değil midir bugünkü sorunların kaynağı?.. Dünyada ve ülkemizdeki tüm sorunların... Son 50 yılımıza baktığımızda, gelişen teknolojinin dışında, yaşamımızda pek de fazla bir şeyin değişmediğini görmek için feylesofların öngörülerine, bilimadamlarının kuramlarına başvurmamız gerekmiyor, aslında... Türkiye dün neyse, bugün de o. Aynı alışkanlıklar, aynı ikiyüzlülükler, aynı bencillikler, aynı sevgisizlikler, aynı aymazlıklar, aynı iktidar hırsları, aynı ayak oyunları, aynı yalanlar, aynı sesler, aynı yüzler, aynı renkler... Geçmişten geleceğe herşey, herkes birbirinin kopyası gibi. Dev bir dairenin içine hapsolmuş, döne döne yaşayan ve hep başladığı noktaya gelen ismi ayrı, cismi aynı hayatlar... Nedense, takvimden bir yaprağın daha düşmesinden öte anlamı olmayan yeni yılın bu ilk günlerinde yaşananlar, kısırdöngünün devam edeceği yönünde işaretler veriyor. Lümpen sürüsü yine sokakları teslim alıyor, yine cinayet gibi trafik kazaları oluyor, yine bebelere vahşice kurşun sıkılıyor, CHP yine kurultaya gidiyor, Galatasaray yine borç krizine giriyor, Aziz Yıldırım yine gazeteci azarlıyor, seçimlerde yine belden aşağı vuruluyor, gazeteciler yine güç odaklarıyla tuhaf ilişkilere giriyor, futbolun dışındaki sporlar yine kendi kaderiyle başbaşa bırakılıyor, transferlerde yine mafyanın sözü geçiyor, siyaset yine spora egemen oluyor, yeryüzünün bir başka yerinde yaşanan trajedilere spor dünyamız yine duyarsız kalıyor... Birbirinin devamı kulüp yöneticileri, birbirinin tekrarı demeçlerle kamuoyunu yanıltmaya çalışıyor; böylece sahip oldukları iktidar koltuklarına biraz daha tutunmaya çabalıyor. Başarısızlık nedeniyle bir kulüpten kovulan teknik direktörler, bir kaç saat içinde bir başka kulüpte “kurtarıcı” olarak derhal iş buluyor. Bazı boncuk bulunası futbolcular da öyle... 2003 ve diğerlerinin kopyası gibi yaşadığımız 2004’ü ahlar vahlar arasında geride bıraktık ama görünen o ki, 2005 de geçen yılın devamı olacak. Değişime direndiğimiz sürece 2006 ve sonraki yılları da aynı akıbet bekliyor. Ve hep aynı şeyleri yaşamaktan, görmekten yorulan bizler, sanki geçmiş farklıymış gibi kendimize nostaljik avuntular arıyoruz. Eskiden, bütün cümleler, “biz eskiden” diye başlıyordu. Bugün de öyle...Havuzdan yükselen feryat!Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’ne bağlı federasyonlarda seçim süreci tamamlandı ve başkanlar mazbatalarını alarak görevlerine başladı. Genel müdürlüğün, dahası AKP iktidarının seçimlere müdahale ettiği yönünde bir çok haber, yorum çıktı, ihbarlar oldu. Elde somut bir delil olmadan bu konuda kimse suçlanamaz. Ancak ülkemizde böyle bir gelenek olduğu bilinir. Geçmişte de diğer iktidarlar döneminde yapılan seçimlere müdahale olmuştur. Bu ülkede, dünya durdukça siyasetin spordan elini çekmeyeceğini düşünüyorum. Türkiye’nin uluslararası arenada en başarısız olduğu sporların başında yüzme geliyor. Ancak ne var ki, yüzmenin 12 yıllık patronu Haluk Toygarlı, camia tarafından başarılı (!) bulunmuş ki, yeniden seçildi. Ancak yüzme camiasında böyle düşünmeyenler de var. Bu köşenin düzenli takipçilerinden, iki milli yüzücünün babası bir okurumun göndermiş olduğu mail, yürek burkan cinsten. Sevgili okurum, çocuklarının zarar görmemesi nedeniyle isminin yayınlanmasını istemedi. Kısaltarak naklediyorum. Sayın Genel Müdür Mehmet Atalay ve diğer spor yöneticilerinin dikkatine... “Yüzme, Atlama, Sutopu, Senkronize Yüzme sporlarının 12 yıl boyunca kökünü kurutan Federasyon Başkanı Haluk Toygarlı bir kez daha seçildi. Sayın Toygarlı bundan önceki seçimlerde tek aday idi... ‘Mecburen seçildi’ diyelim. Bu sefer karşısında 3 aday vardı. Yine değişen birşey olmadı. Çünkü devletimiz böyle istedi. Seçim günü sandık başında bulunan GSGM yetkililerinin hepsinin elinde Genel Müdürlük’ün desteklediği adaylar listesi vardı. Üstelik, federasyon seçimlerinde bilinçlenmemiş illerdeki delegelere bizzat AKP İl Başkanları telefon açarak oy verilecek adayları dikte etti. GSGM İstanbul İl Müdürlüğü’nde bulunan seçim sandığının başında duran şahıs, 12 yıldan bu yana sutopundan sorumlu asbaşkan. Mesleği ise taşımacılık. Tek müşterisi var, o da GSGM! Nasıl? Sistem kurulmuş. Bizim gibi salaklar da, yollara düşmüş, olimpiyat şampiyonluğu rüyaları kuruyoruz. Bakan Şahin, Atina sonrası başarısızlıkların hesabını soracak idi. Sordu! Ne diyeyim ki? Türk’ün en büyük düşmanı kendisi. Artık bu ülkeden ve devletten ve hatta insanlarının yüzde 80’inden nefret ediyorum. Rahmetli Aziz Nesin haklıymış. Oranı az bile tutmuş. Gençliğimde bu ülkeye hizmet edebilme uğruna kaderimi değiştirdim. Ama artık böyle düşünmüyorum. Bence bu ülkeye verilecek her hizmet mundar olup gidiyor.”