Arama

Popüler aramalar

‘’Avustralya Açık ve İskoç Kanı‘’

“15 yaşına merdiven dayamış Ankara Tohm (Türkiye Olimpiyat Hazırlık Merkezi) bünyesinde performans tenis sporcusu oğlumun gönderdiği video da Federer, Nadal, Djokoviç üçlüsüne meydan okuyabilmiş bir tenisçinin gözü yaşlı veda konuşmasını dinledim.. Oğlum Deniz’i de öyle etkilemiş ki “ üzüldüm adama, konuşmaya çıkarken bile çok kötüydü” yazmış mesajında.

Kim mi bu tenisçi?

Önce hikayesini anlatayım kendi gözümden.

'Suyu arayan adam'ın öyküsü Hint felsefesinde önemli bir yer tutar:

"Bir adam vardı. Suyu arıyordu. Toprağı üç kulaç, beş kulaç kazdı. Suyu bulamadı. On kulaç, on beş kulaç kazdı, gene suyu bulamadı. Sonra yerin derinliklerinde kara kaya tabakalarına rastladı. Yeise düştü, gücü sona erdi ve suyu bulmaktan ümidini kesti. Fakat bir ses ona, 'Daha derinlere in, daha derinlere!' dedi. Daha derinlere indi ve suyu buldu."

Bana göre işte yıllar önce Hintli düşünürün yılmayan, vazgeçmeyen, sabırla çalışanlar için anlattığı "Suyu arayan adam" öyküsünün kahramanı Andy Murray idi.

Başarılı bir tenisçiydi, dünya sıralamasında 4.lüğe kadar yükseliyordu. Çeyrek finaller oynuyor, yarı finaller oynuyor, finallere kalıyordu. Ama bir türlü Grand Slam kazanamıyordu.

1987 Dunblane doğumlu Murray'e İskoç halkı şöyle sesleniyordu: "Andy, sen bir İskoç’sun, sende İskoç kanı var, biraz daha cesaretli olmalısın!"

Onlar Andy'den tarihlerinde özgür İskoçya'yı yaratan ve filmlere konu olan bir Cesur Yürek (Brave Heart) William Wallece olmasını bekliyorlardı.

Andy her maçına bu baskı altında çıkıyordu. Zaman zaman yılgınlığa düşmüyor da değildi. Gel gör ki, aynı zamanda bir tenis eğitmeni olan annesi, sevgilisi ve tüm İskoç halkı "daha derinlere in, daha derinlere" demekten vazgeçmediler. Daha önce birçok kez en derine inerek hedefine ulaşan efsane bir eski tenisçi Ivan Lendl'ın rehberliğine sığındı. Bir şövalye mücadelesini andıran, unutulmaz Wimbledon final maçında kaybettiğinde bile Roger Federer rakibinin suyu bulmaya yaklaştığını söylüyordu. Nitekim önce Londra Olimpiyatları'nda altın madalya, ardından Novak Djokoviç ile nefis bir mücadelenin sonunda daha derinlere indi ve suyu buldu: Amerika Açık Şampiyonluğu...

Murray sahada bu mücadeleyi verirken ekranlar da bir başka ünlü İskoç Sean Connery'yi gösteriyordu. Sir Alex Ferguson da tribünlerdeydi. İşte İskoç dayanışmasını bu maçta fark ettim.

Bu kez herkes ne zaman Wimbledon’ı kazanacak diye sormaya başladı. Beklentileri üst seviyeye çıkarmıştı. Yine İskoç kanı hatırlatılıyor bir başka baskı oluşturuyordu.

2013 yılında bu beklentiler gerçeğe dönüştü ama hiç de kolay olmadı.

Son derece tecrübeli ve çok formda bir rakibi vardı finalde: Novak Djokoviç

Tüm Britanya bu maça kilitlenmişti. Final maçındaki stresini bugün bile hatırlıyorum. Maçı kazandığındaki ruh hali inanılmazdı. Biraz şaşkın ama çokça mutlu ve gururlu. Artık o da bir Wimbledon‘ı kazanan bir Britanyalı idi.

2016'da mayıs ayındaki Roma Açık’tan itibaren, Wimbledon ve Rio Olimpiyatları’yla beraber ATP Dünya Turu Finallerinde dokuzuncu şampiyonluğuna uzanan Murray, üst üste 24. galibiyetini elde ederek kariyerinin en iyi serisini yakalamış oldu.

Böylece 2016 yılını dünya klasmanının 1 numarası olarak da kapatmayı başardı İskoç asıllı Britanyalı tenisçi.

Toplamda 3 Grand Slam yanında 2 kez de Olimpiyat madalyası sahibi Murray gözyaşları içinde yaptığı basın toplantısında şunları söylüyordu: Kendimi iyi hissetmiyorum. Uzun zamandır mücadele ediyorum. Yaklaşık 20 aydır çok acı çekiyorum. Elimden gelen her şeyi yapıtım ama işe yaramadı. Wimbledon’da tenisi bırakacağımı düşünüyordum ama sanırım Avustralya Açık son turnuvam olacak.

Elbette Murray, bu yolda yürürken kesinlikle yalnız değildi. Tüm ülke O’nun yanında,önünde, arkasında her yerde vardı. Tıpkı Liverpool taraftarının “asla yalnız yürümeyeceksin” dediği gibi her zaman destek oldular. Ona en iyi antrenman şartlarını çocukluğundan itibaren sağladılar. İnişler çıkışlar yaşadığı zamanlarda da umutlarını korudular ve bunu her zaman hissettirdiler.

Şimdi veda zamanı geldiğinde de O’na hak ettiği saygıyı göstereceklerdir.

Murray’i belki de son kez izlemek için önümüzdeki hafta başlayacak Avustralya Açık’ı kaçırmayın derim.”

Bu yazıyı bundan tam 4 yıl önce Fanatik’te ki bu köşemde yazmışım.

Andy Murray için 2019’da ki Avustralya Açık turnuvasının son turnuvası olacağını düşünmüştüm tıpkı kendisi, ailesi ve tüm tenis severler gibi.

Ancak, bir yandan vücuduna platinler takılırken diğer yandan da İskoç kanı tenisten uzaklaşmasına izin vermediğini gördük.

Geçen dönemde sayısız ameliyatların etkisiyle yürümesi bile değişmiş kort içinde paytak paytak yürümesine alışıyorduk.

Ama turnuvalarda acı içerisinde elinden gelen mücadeleyi yapıyordu.

Ancak, Avustralya Açık’ta önce şampiyonanın favorisi İtalyan Berretini’yi yenmesi ve son olarak da Avustralya’nın Krigos’un çiftlerde ki partneri Kokkinakis’i Avustralya Açık tarihinin 5 saat 45 dakika ile en uzun süreli 2. maçı olarak tarihe geçecek o muazzam maçta hem de 2-0 geriden gelip 3-2 yenmesi bence Grand Slam kazanmasından çok değerli olmuştur.

Murray bize, ‘bir boks maçında yere düşen değil yerden kalkamayan maçı kaybeder’ dersini öğretti.

NAL TOPLAYAN TÜRK TENİSİ

Avustralya Açık’ı izlerken Tenis Federasyonu Başkanı Cengiz Durmuş’un son günlerde bir hayli yoğun bir şekilde yazılı ve sözlü medyada yer alan röportajları aklıma geldi.

Muhtemelen bu röportajlar tenis ile ilgili ve tenisi bilenler için değil de tenis ile ilgisi olmayanlar için verildiğini düşünüyorum.

Fanatik’te Tenis Yazarı Bekir Emre de böyle düşünmüş olacak ki, köşesine taşıdığı bu röportajlarda Durmuş’un ısrarla ‘Türkiye’nin bir tenis ülkesi olduğu ve dünya bir numaralarını çıkaracağız’ sözlerinin neden imkansız olduğunu yazmış.,

Yıllar önce ‘ Eyvah oğlum tenisçi olacak’ yazılarına imza atan ve Türk tenisini bir çok açıdan yakından izleyen birisi olarak;,Grand Slamlerde ana tablo da tek bir oyuncumuz yokken, dahası elemelere dahi katılacak tek tük oyuncumuz varken, bir çok ülkenin en zayıf kadrosu ile katıldığı Akdeniz Oyunlarında kadın/erkek kategorilerinde sıfır çekerken, Davis Cup’ta Kolombiya karşısında 4-0 mağlubiyetler ortada dururken , en değerli genç oyuncularımızın ümitsizlik içerisinde Amerikan Üniversitelerine giderken nasıl oluyor da dünyada bir tenis ülkesi oluyoruz anlamadım doğrusu.

Son 10 yıldır Eurosport’da tek bir Türk tenisçisini izleyemediğimizi eklemeliyim.

10 yıldır bu ülke de adam akıllı Almanya’da , İtalya’da olduğu gibi Türk Tenis Ligi kurulması için çaba gösteren birisi olarak, göstermelik bir haftalık organizasyonu lig diye sunulmasını mı diyelim.

Tabii bir de Başkan’ın - hiç kimsenin bilmediği- bir sistem kurduğunu ve bu sistemle Türk tenisinin şahlanacağını okuduğum da benim de aklıma hemen ‘nal toplayan at’ hikayesi geldi.

Rahmetli Ferruh Bozbeyli'nin hangi sonucu alırlarsa alsınlar her seçim sonrası kendini başarılı gören siyasetçiler için anlattığı fıkrayla yazıya son verelim: "Karadenizli atçılığa merak sarmış, safkan atlar satın almış, en pahalı jokeyle anlaşmış, ahırlar tutmuş. Velhasıl hiçbir masraftan kaçınmamış. Ve yarış günü gelmiş, çatmış! Bizim Karadenizli elinde dürbün ailesi ile birlikte hipodromda yerini almış. Tam atlar finiş çizgisine yaklaşırken bizimkinin atı nal topluyor... Buna rağmen büyük bir heyecan ve coşku içerisinde ayağa kalkar, bütün gözler onun üstündedir ve bağırmaya başlar: Uyyy gözünü sevdiğimin hayvanı, kattı önüne hepsini kovalıyor..."

Son sözü Bekir Emre’ye bırakayım:

“Başarı gerçekler üzerine inşa edilir, hayaller değil”

20 Ocak 2023, Cuma 15:54
YAZININ DEVAMI

‘’TFF'nin “Boşluk” görevi‘’

“Bir testi yaparsın

çamurdan

içindeki boşluktur

onu yararlı kılan"

Yıllar önce engelli futbolunda yaşanan gelişmeler üzerine kaleme aldığım yazım böyle başlıyordu. Şimdi yazıma tekrar Çinli düşünür LaoTsu'nun bu sözleriyle başlamamın elbette bir nedeni var:

Ülkemizde artık bir engelli futbolu gerçeği var hem de dünya markası olmuş bir engelli futbolu..

Aradan geçen onca sene sonra bir kez daha 'boşluk'tan ama "yararlı boşluktan" sizlere bahsedeceğim:

Baştan söyleyeyim, bu "öykü"nün gerçek kahramanları ise engelli futbolcularımızdır.

Testinin hammaddesi de çamurun oluşturduğu testi de engelli camiaları ile engelli futbolcularımızdır.

Fakat testinin suyu tutabilmesi için bir ‘Boşluk’a hatta yararlı bir boşluğa ihtiyacı vardır.

Futbol Federasyonu da işte bu ‘boşluk’ rolünü üstlenmiştir, testinin suyu tutmasını sağlamıştır. Kimi zaman liderlik ederek çoğu zaman da geride durarak testinin suyunu tutması için mütevazi ‘Boşluk’ görevini üstlendi.

2006 yılında TFF bünyesinde Engelliler Koordinasyon Kurulu oluşturdu.

Geçen 16 yıl boyunca Engelli Spor Federasyonları ile testinin iki kulpundan tutarak yukarıya doğru kaldırdığımızda testinin aslında sayısız “Şampiyonluk Kupalarına” dönüşmüş olduğunu görürüz.

10 Yıl önce 10 yıl sonra

Engelli futbolunda bugün geldiğimiz yeri anlamak ve anlatmak için sanırım en güzel örnek bir zamanlar sosyal medyada fenomen olmuş ve bir çok ünlünün de katıldığı “10 yıl önce 10 yıl sonra” (10yearschallange) akımında olduğu gibi biraz gerilere, 2006’lara dönmek gerek.

Burada uzun uzun 2006’larda ülkemizde engelli futbolunun yerine ve dünyadaki konumumuza değinmeyeceğim. O tarihlerde sadece rehabilitasyon amaçlı, çoğunluğunu gazilerin oluşturduğu, Kamil Yazıcıoğlu’nun bir araya getirdiği ve içlerinde İsmail Temiz, Adem Püskül, Barış Telli gibi 20 ampute futbolcu ile çıkılan yolda bugün ampute futbolun dünyadaki merkezinin Türkiye olması mı…

Çok az sayıda futbolcusu bulunan görme engelli futbolu “Sesi Görenler Futboluna’ dönüşürken UEFA’dan yılın aktivitasyon ödüllerinden Pralimpik oyunlarına üçüncü kez katılım başarısına, Avrupa şampiyonluklarına uzanan yol mu…

Yine işitme engelliler futbolunun iki dünya şampiyonluğu, Avrupa şampiyonluğu ve Olimpiyat şampiyonluğu (DEAF) ile Türk spor tarihinin en başarılı milli takımı derecesine ulaşması mı…

Yine bir zamanlar evlerinden çıkarlar mı çıkamazlar mı diye tartıştığımız Down Sendromlu Futsal Millî Takımımızın üç yıl içinde Avrupa şampiyonu olmasının ardından ilk kez katıldığı Dünya Şampiyonası’nda üçüncü olmasını mı?

UMUTLARINIZ YOKSA YARATIN

UEFA'ya bağlı ülkeler içerisinde engelli futbolunu gelişmesi konusunda ilk ve tek örneği oluşturan bu yapıda 4 Engelli Spor Federasyonu ile işbirliği içerisinde etkin çalışmalar ve organizasyonlar yapıldı.

Bütün bunlardan daha önemlisi de bu çalışma ve organizasyonların ilgi çeken bir hikayesi var.

Önce bir mesaja ve slogana ihtiyaç vardı. Kurul çalışmalarını "Türkiye Futbol Oynuyor" projesi kapsamında "Futbol Aşkı Engel Tanımaz" sloganı ile hareket etmeye başladı.

Hikaye şöyle başlıyordu:

"Sesiniz yoksa çığlık atın...

Ayaklarınız yoksa koşun...

Umutlarınız yoksa yaratın...

Bu proje umutlarını yaratanları, sesi olmadan çığlık atanları, ayakları olmadan koşanları ve görmeden gol atanları anlatmaktadır."

CUMHURBAŞKANI VE BAKAN KASAPOĞLU DA FİLMDE YER ALDI

TFF, engelli futbolunun geçmişten günümüze bu hikayesini anlatmak için geçtiğimiz yıl “ TFF ile Engelli Futbolu 15 Yaşında” kısa bir film yaptı.

Bu film, ilk kez bugün TFF Başkanı olan Mehmet Büyükekşi’nin 2021 yılında Divan Başkanlığı yaptığı TFF Genel Kurulu’nda futbol ailesine gösterildi.

Bu film ile “Sesi olmadan çığlık atanların, ayakları olmadan koşan ‘tek ayaklı kramponların’, ‘en güzel gol hissederek atılan gol’ diyen sesi görenlerin, verdikleri mücadele ile bize her zaman ‘umutlarınız yoksa yaratın’ mesajını veren özel sporcuların, down sendromlu futbolcuların gerçek hikâyesini” anlatıyordu ve sadece 60 saniyeye sığdırılmaya çalışılıyordu bu muhteşem hikaye.

Filmin içerisinde Külliye koridorlarında Down Sendromlu futbolculara penaltı atan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Gençlik ve Spor Bakanımız Mehmet Kasapoğlu da bu anlamlı filmde bizzat yer alarak desteğini gösterdi.

Bakan Kasapoğlu gözleri bağlı bir şekilde ‘sesi gören’ milli sporcularımızla futbol oynadı. Gözleri bağlı Kasapoğlu gören kaleciye ‘hissederek’ attığı ilk penaltı vuruşu gol oldu. Belki biraz şanslıydı Kasapoğlu ama geçmişte Alpay Özalan, Hamit Altıntop, David Beckham, Mehmet Topal, Erol Bulut gibi üst düzey futbolcuların ilk vuruşta gol atamadığını da belirtelim.

Engelli futbolcularımız tarih yazmaya devam ederken biz de onları yazmaya devam edeceğiz.

20 Temmuz 2022, Çarşamba 13:46
YAZININ DEVAMI

‘’Hasan Doğan ve yazgı‘’

“Eğer sana bir diken batmışsa

Bil ki onu sen dikmişsindir!

Şayet yumuşak ve latif kumaşlar içindeysen, O kumaşı da sen dokumuşsundur.”

Mevlana’nın bu dizelerdeki derin anlamını bir kişide hissetmek ister misiniz?

O zaman size bir soru daha soracağım. “Futbolu Ağlatan Adam: Hasan Doğan” kitabını okudunuz mu?

Kitapta Doğan’ın nakış gibi işlediği hayatının satırbaşlarının yanında, satır aralarında yerel değerlere bağlı kalarak evrensel rekabeti kovalamasını buluyoruz. Doğan’ın hayat hikayesini okurken bir Türk müteşebbisinin Ramsey gibi bir dünya markasını yaratmasının tarihini öğreniyoruz. Kastamonu’nun Abana ilçesinden çıkmış bir Anadolu insanının, A Milli Takımımız’ın Avrupa üçüncülüğünde eşiyle birlikte tüm halkımızın sevgisine mazhar oluşunun hikayesini de...

Kitapta, Doğan’ın sosyal sorumluluk projelerine verdiği önemden tek satır bahsedilmemişken kitabın tüm geliri Bedensel Engelliler Spor Federasyonu’na bağışlanmış. Neden dersiniz? Bu boşluğu da ben doldurayım:

2008 yılının ilk dönemlerinde yeni Başkan seçilmiş Hasan Doğan, kimseye haber vermeden Ankara’ya gelir ve beraberinde Yönetim Kurulu Üyesi Ufuk Özerten ile birlikte benden ilk defa ve 5 saati aşkın bir süre boyunca TFF olarak engelli futbolu konusunda yaptıklarımızı dinler. ( O zamanlar TFF’de Kurullar direk Federasyon Başkanına bağlıydı)

Doğan bu projelerden o kadar etkilenmiş olacak ki, Fransız spor gazetesi L’Equipe’e verdiği röportajda şunları söyler: “Futbolun sosyal yanını da geliştirmek lazım. Bunun yolu da görme, işitme engellilere, sokak çocuklarına futbolu aşılamaktan geçiyor.”

Doğan iki kere Ankara’ya geldi ve ampute futbolcularla gösteri maçları yaptı. Sincan’daki çocuk yuvasındaki mini futbol sahasının açılışında o dev gibi cüsseli adamın yüreğindeki çocuğu gördüm. Bakan Başesgioğlu’nun penaltılarında kaleye geçecek çocuk ararken “Durun ben kaleye geçerim” diyen tek yetişkin de O’ydu.

Vefatının ardından ‘Hasan Doğan Ampute Futbol Turnuvası’ yaptık. Oğlu Selim’e Doğan’ın engellilerle yaptığı maçların fotoğrafları olan bir albümü vermiştim. Bu sefer oğlu bu turnuvada babasının yerine geçmiş ve ampute futbolcularla gösteri maçı yapıyordu.

Bu konuyu yazdığımı söylediğimde Selim Doğan bana şu mesajı atmış: “O’nun adının böyle güzel yazılarda anılması ve hatırlatılması en büyük mutluluğumuz. Eline ve yüreğine sağlık.”

Bazen insanların yazgısı, büyük ve unutulmaz işler yapmak üzere yazılmıştır. Kadere inanan ama kaderci olmayan Hasan Doğan, yazgısının izinde giderek, Mevlana’nın dediği gibi hiçbir dikene batmadan, kendi yumuşak ve latif kumaşını dokudu. Başta engelliler olmak üzere tüm spor camiasının saygısı ve gözyaşlarıyla uğurlandı. Asıl senin eline ve yüreğine sağlık Hasan Doğan...

(Bu yazıyı Rahmetli Hasan Doğan’ın vefatından 2 yıl sonra yazmıştım. Elim kalem tuttuğunda ve yazacak yer bulduğumda bu yazılarımı tekrarladım!

Kadere bakın ki; bir zamanlar TFF’de baba Doğan’la çalışırken sonraları oğlu Selim ile yine TFF’de engelli futbolun gelişmesi için uzun süre birlikte çalıştık. Ülkemizin engelli futbolunda dünya markası olmasında Selim’in de büyük katkıları olmuştur.

Bugün görece olarak daha önemli bir göreve;TFF Denetleme Kurulu Üyeliğine seçilen Selim Doğan’ın gelecekte yine daha değerli bir görev olduğunu düşündüğüm engelli futbolunun gelişimine de hizmet vereceğine inanıyorum. Buradan değinmeden geçmeyeceğim bir konu da; Hasan Doğan ismini TFF Riva tesislerinde yaşatan dönemin Federasyon Başkanı Yıldırım Demirören’e de Engelliler Futbolu Koordinasyon Kurulu Başkanı olarak ‘A milli futbol takımımızın kaptanı Arda Turan nerede kamp yapıyorsa ampute milli takımının da, sesi gören millilerimizin de kaptanları aynı yerde kamp yapmalı’ önerim üzerine o tarihten itibaren bu tesisi Engelli futbolculara açmıştır. Rahmetli Hasan Doğan’ın ‘futbolun sosyal yönünü de geliştirelim sözü’ bugün kendi ismiyle anılan tesis de engelli milli takım oyuncularına da kucak açmaya devam ediyor. )

04 Temmuz 2022, Pazartesi 12:05
YAZININ DEVAMI

‘’Nuri Şahin tamam da Aziz Çetin'ini de unutmayalım‘’

Babam Süleyman Gürsoy, Kırşehir’in Mucur ilçesinde doğmuş, fakirlikten, işsizlikten muzdarip memleketini bırakıp hayat mücadelesini Ankara’da yapmaya karar vermişti. Bugün 100 yaşına merdiven dayamış babamın bundan 3 çeyrek yüzyıl önce ayaklarında doğru dürüst bir ayakkabı olmadan yürüyerek ve yol boyu mısır koçanı yiyerek Ankara’ya gelişini hep dinler dururum. Lise dönemleri gelene kadar yaz tatillerini hep Mucur’da ve rahmetli annemim doğduğu Kurugöl’de geçirirdik. Neşet Ertaş’ın sözlerinden esinlenirsek “kesik çayır”larda koşar, “soğuk sular” içerdik. Köyün benim için en büyük anlamı, tıpkı Hollanda’da yaşayan dayım gibi, yaz tatiline gelen “Alamancılar”dı. Alamancılar aşağı, Alamancılar yukarı.. Yokluk içerisinde yaşayan köylüler için büyük bir ekmek kapısı ancak aynı zamanda tehditkar bir asimilasyonun “acı vatan”ıydı Almanya ve Hollanda.

Real Madrid’le imza atan Nuri’nin hikayesi de böyle başlıyor. Babam gibi, 40 yıl önce Kırşehir’in Kaman ilçesinden Almanya’ya yaşam mücadelesi için giden Savaş Şahin’in oğlu Nuri. Onun Neşet dinleyerek büyüdüğünü ve şükür, motivasyon kitapları okuduğunu daha önce yazmıştım.

Önünde Mesut Özil gibi bir örnek varken Nuri Şahin köklerinin ne kadar sağlam olduğunu gösterdi ve A Milli Takımı seçti. (Mourinho da karakterinin sağlamlığından etkilendiğinden bahsetmişti). O, değerlerinden kopmadan Almanya’da saygın bir konuma gelirken 22 yaşında Dortmund’un kaptanlığına kadar yükseldi, oradan da kralların takımına kanat çırptı.

Alman basını bu konuya nasıl bakmış diye Stuttgart’ta oturan yeğenime sordum, manşetlerde “Deutsch-Türke” yazıyormuş.

Almanlar genelde iyi bir şeyler yapan, başarılı olan Almanya doğumlu Türkler için böyle derlermiş. Asimile olmuş ya da Türklüğünü vurgulamayanlar için bu ifade söylenmezmiş.

Kırşehir web sitelerinde birçok bilginin yanında sadece Neşet Ertaş’ın adı var. Bana göre artık Nuri Şahin için de bir sayfa açılması gerekiyor. Bu konularda Kırşehir Belediye Başkanı Yaşar Bahçeci ile sohbet ettik. Şehrin anahtarını ona vermeyi planlıyorlarmış.

Spordan Sorumlu Devlet Bakanı Faruk Nafiz Özak da Nuri’yi ilk arayarak kutlayanlardan. Kendisinden gurur duyduğunu ve başarılarının devamını dileyen konuşmasının Nuri’yi de duygulandırdığını ifade edelim.

Hemşehrim Nuri’yi ben de aradım ve kutladım. Özellikle şunun için kutladım: Nuri tüm ezberleri ve önyargıları bozdu.

Demek ki, Almanya Milli Takımı’nın formasını giymeden de Real Madrid’e transfer olunurmuş.

Demek ki, 22 yaşında da şampiyon bir takımın kaptanı olunurmuş.

Demek ki, paradan daha önemli şeyler de varmış.

Daha önemlisi, demek ki, bir insan hem doğduğu hem doyduğu hem de milli formasını giydiği ülkelerin insanlarının ortak gurur kaynağı olabilirmiş.

Bizim oraların deyişiyle ‘helal olsun hemşehrime’.

11 YIL ÖNCE

Bu yazıyı tam 11 yıl önce yine bir Mayıs ayında Habertürk’te ki köşemde yazmışım.

O zamanlar genç ama Real Madrid’in kapısına dayanan hemşerim Nuri Şahin artık Antalyaspor’un başarılı bir teknik adamı olarak karşımızda..

Kulüp tarihinin 15 maçlık yenilmezlik ünvanına sahip olma özelliğinin yanı sıra oynattığı futbolla da tüm spor kamuoyunun dikkatini ve haklı övgüsünü alıyor Nuri Şahin..

ERSUN YANAL VE NURİ ŞAHİN

Kadere bakın ki, Nuri Şahin’in oynattığı futbol bana selefi Ersun Yanal’ın

benim de o zamanlar Yönetim Kurulu Üyesi olduğum Ankaragücü daha sonra Gençlerbirliği’nde oynattığı modern futbolu hatırlatıyor.

Tempolu, önde koşan ve hücum zenginliği olan bir futbol..

Aslında yakın arkadaşım Ersun Yanal, Antalyaspor’da bunun tam tersi futbol felsefesini benimsemişken onun kaptanı Nuri Şahin geminin başına geçtiğinde bambaşka bir Antalyaspor yarattı.

ÖNDERİN NEFESİ

Uzun yıllar hem bürokrasinin bir çok kademesinde dönemin Başbakanları ve Bakanları, spor alanında Ankaragücü ve Basketbol Federasyonu Yönetim Kurulu Üyeliği ve 2006’dan itibaren de TFF Engelliler Futbolu Koordinasyon Kurulu Başkanı olarak 7 Futbol Federasyonu Başkanı ile çalışma fırsatı ve tecrübesi kazanmış birisi olarak diyebilirim ki, “her şey önderin nefesi kadardır”..

Büyük hamleler, büyük kararlar ve bunların neticelerinden birinci derece de sorumluluğu olanlarda liderlerdir, siyasette Başbakan veya Cumhurbaşkanlarının aldığı bu sorumluluğu Federasyonlarda ve Kulüplerde Başkanlar üstlenir.

Bundan nerdeyse daha 1 yıl önce İtalya ile oynayacağımız Avrupa Şampiyonası grup maçı için havaalanında tanıştığım ve sonrasında yakın bir diyalog içinde olduğum çiçeği burnunda Antalyaspor Başkanı Avukat Aziz Çetin’in de hakkını teslim etmeliyim.

Ersun Yanal gibi tecrübeli bir isim ile yolları ayırdıktan hiç bir teknik adamlık tecrübesi olmayan takımın kaptanı Nuri Şahin’i üstelik 5 yıllık bir kontrat yaparak takımın başına geçirmiştir.

muhtemel bir başarısızlıkta kafasına giyotine uzatmaktan farkı yoktu bu hamlesinin..

AZİZ ÇETİN’in LİDERLİĞİ

Geçmişte -gün gibi hatırlıyorum- rahmetle anacağım Ankaragücü’nün Başkanı bir başka avukat Cemal Aydın ilk 6-7 hafta üst üste mağlup olan genç Ersun Yanal’ın arkasında durmuş ve Türk futboluna damga vurmasının önünü açmıştır.

Bu örnekleri çoğaltabiliriz belki ama liderlik ve önderlik de bu olsa gerek.

Hemşerim Nuri Şahin’i sonuna kadar övelim ama Antalyaspor’un değerli Başkanı Aziz Çetin’ini de unutmayalım..

“Diplomasi ve siyaset ideali değil mümkün olanı elde etme sanatıdır” derler..

Bence Kulüp Başkanlığı da özellikle de bu topraklarda ki Başkanlık için de geçerli olduğunu düşünüyorum.

Aziz Başkan’da Ersun hoca değişikliğinin ardından Nuri Şahin hamlesi ile elinde ki imkanlar doğrultusunda en doğru kararı verdiğini göstermiştir.

Bizim oraların deyişiyle ‘helal olsun hemşehrime ve Aziz Başkan’a’..

24 Mayıs 2022, Salı 14:21
YAZININ DEVAMI

‘’“Güneş”in üslubu‘’

“Bizim Çocukların” peş peşe gelen zaferleri sonrası önyargılarını bir türlü kıramayan bazı spor yazarları dışında Şenol Güneş ve öğrencilerine büyük övgüler geliyor, Süper Lig’de sadece ve sürekli hakem hatalarını gözümüze sokmaya çalışan yoru(m)cularımız dahi teknik, taktik analizleri ile donatıyor yazılarını..

Son 4-5 günde bunun gibi onlarca yazıyı okuduk.

Ben konuyu Şenol Hoca’ya getirmek istiyorum. Çünkü her şey önderin nefesi kadardır ve bu takımın lideri de Şenol Güneş’tir.

Maçların teknik ve taktik analizlerinden daha çok orkestra şefi gibi takımını yöneten ve demeçlerinde ve yaklaşımlarında yıllardır gösterdiği “öğretmen” tarzının yanına “diplomasi”yi de kattığını görüyorum. Çünkü diplomasi; ideali değil mümkün olanı elde etme sanatıdır. Eksik olan hiç bir oyuncusunun mazeretine sığınmadan ve her maça özgü kadro mühendisliği ve oyun anlayışı.. oluşturduğu strateji ile sahadaki uygulamayı iç içe geçirmeyi başaran ve gergin bir ip üzerinde beceri ve incelikle yürümeyi bilen birisidir Şenol Hoca..

Norveç maçından sonra ısrarla gelen sorulara en az 3-4 kez “maçın tekniğine ve taktiğine girmek istemiyorum” diye cevap verdi.. Sanki başka şeyler konuşmak ya da başka sorular duymak ister gibiydi.

Belki futbolun felsefesini, belki de kendisinin futbol felsefesini konuşmak istiyordu..

Ben de Şenol Hoca’yı geçmişte ve bugün nasıl gördüğümü anlatmak istiyorum..

Daha kariyerine lig şampiyonluğu apoleti takmadığı ve Trabzonspor’u şampiyonluk potasına soktuğu 2010 yılında “Güneş’in Üslubu” yazımdan bir bölümü buraya taşımak istiyorum:

“Ankara Üniversitesi Gazetecilik bölümüne başlayan öğrencileri Türkçe derslerinde bekleyen bir öğretmen vardı: Emin Özdemir.

Ben de bu öğrencilerden biriydim ve O’nun derslerini çok önemsiyordum. Emin Hoca’nın ders konularından biri de üsluptu.

Üslup; tarz, yol, biçim, anlatım yolu demek.

Emin Hoca, sözcüklerin seçiliş ve bunların cümleleştiriliş biçimine bakarak üslubu türlendiren Falih Rıfkı Atay’ın bir yazısından da bahsederdi:

“Bizim idadinin edebiyat kitabında üslup üç türlüydü: Üslub-u sadeüslub-u müzeyyen, üslub-u âli. Sadesi belli: Ben senden vazgeçemem. Müzeyyeni: Gül bülbülsüz, bülbül nağmesiz olur, gönlüm sensiz olamaz... Alisine gelince: Zamin çâk, asuman çakçâk olsa, tufan içinde tekne-i Nuh belirip onu bırak da sen yalnız gel dense, gitmem.

Muallim Naci sadesine, Recaizade müzeyyenine, Abdülhak Hâmid de âlisine meraklıydı.”

Tabii üslup sadece edebiyatta değil diğer birçok alanda da çok önemlidir.

Özellikle spor yöneticiliğinde…

Bunlardan en önemlisi de teknik direktörlerin yönetim ve demeç üslubudur.

Milli Takımımızın tarihindeki en büyük başarıya imza atan, 4 yıllık Seul macerasının ardından şimdi de Trabzonspor’u çalıştıran Şenol Güneş’in duruşu, tarzı ve özellikle demeçlerinin altını çizmek istiyorum.

2002 yılında Kore’de yapılan Dünya Futbol Şampiyonası’nda bir mağlubiyet ve beraberlik sonrası dönemin Spordan Sorumlu Bakanı Rahmetli Fikret Ünlü ve içlerinde Cemil Çiçek, Abdülkadir Aksu, Murat Başesgioğlu , Edip Safder Gaydalı’nın da bulunduğu 19 milletvekili ile birlikte gruptaki hayati Çin maçına çıkacak milli takımın kampını ziyaret etmiştik. Stresin tam hâkim olduğu ortamda Şenol hoca çok güzel ve sakin bir konuşma yapmış, kendisine yapılan eleştirilerin altından kalktığını göstermişti. Öte yandan her biri basına manşet olacak çalışmalara da imza atmaya çalışmaktan durmuyor.

....bir yandan yenilik ve değişiklikleri takip ederken diğer yandan da mütevazı söylemleri ile galibiyetlerin şaşaalı görüntülerinden uzak duruyor.

Kazanılan maçta kendi rolünü ön plana çıkartmadan, başarıları abartmadan ve hâlâ hatalardan ders almayı amaçlayan söylemi de dikkat çekici.

Şenol Güneş’in teknik adamlığını edebiyatın Muallim Naci’sine benzetiyorum.

Hani sevgisini göstermek için “ben senden vazgeçemem” diyen edebiyatçı sadeliğine.”

Geçen 11 yılda Hoca’nın üslubu değişmiş mi aynı mı kalmış yorumu da size bırakıyorum.

Bu zaferlerin ardından yazımı Emile Zola’nın tarihe geçmiş ‘gerçek yürüyor, onu hiç bir şey durduramayacak’ sözünden ilham alarak bitirmek istiyorum..

“ Bizim Çocuklar yürüyor, onu hiç bir şey durduramayacak”

29 Mart 2021, Pazartesi 14:07
YAZININ DEVAMI

‘’Mayınları teker teker temizliyor‘’

Okul/spor ikilemi... Karşımızda yıllardır kangrene dönmüş bu sorun ülke sporunun gelişiminde en önemli engel olarak karşımızda duruyordu. Gençlik ve Spor Bakanı Mehmet Kasapoğlu, sporda başarıya giden yolda mayınları teker teker temizliyor.

25 yıldır sporun her kademesinde görev yaptım; kimi zaman yönetici kimi zaman yazar kimi zaman da veli olarak ülkemizdeki sporun gelişimini yakından izleme fırsatım oldu. Bu süreçte her zaman karşımıza çıkan temel sorunlar vardı; okul/spor ikilemi... Karşımızda yıllardır kangrene dönmüş bu sorun ülke sporunun gelişiminde en önemli engel olarak karşımızda duruyordu. Spora yapılan yatırımlar artıyor; spora maddi ortam hazırlama görevine sahip devlet ekonomik olarak spora büyük kaynaklar aktarıyor, federasyonların bütçeleri artıyor, her gün yeni bir tesis açılışı oluyor ancak bir türlü yetenekli sporcuların 12-14 ve 17-18 yaş aralığında spordan uzaklaşmalarını engelleyemiyorduk.

‘İşiten, duyan, hisseden yöneticilere ulaştı’

Sporcular mutlaka bir kırılma anı yaşıyorlardı. Okul tercihinden dolayı sporu bırakan binlerce gencimiz var... Yani taburenin bir ayağı hep eksik kalıyordu. İşte veliler, sporcular, antrenörler, federasyonlar yıllardır bu sorundan dem vurup, çözüm arıyorlardı. Aslında her ikisinin de aynı anda yürüyebileceğini inanıyorduk. Ama bir türlü çözüm gelmiyordu. İşte geçtiğimiz dönemde peşi sıra gelen imza törenleriyle bu taleplerin ‘Sağır kulaklara’ değil 'İşiten, duyan ve hisseden’ yöneticilere ulaştığını görüyoruz. Gençlik ve Spor Bakanı Mehmet Kasapoğlu, sporda başarıya giden yolda mayınları teker teker temizliyor. Gerçek bir devlet adamı Henry Ford’un, "Hata değil çare bulun" sözünü Kasapoğlu hayata geçirmiş oldu. Her devlet adamı geleceğin taleplerini geçmişin tecrübeleri ile tartmak zorundadır. Ben bu projelerle Kasapoğlu’nun gerçek bir devlet adamı olarak davrandığının altını çizmek istiyorum. Önce üniversite çağına gelen başarılı sporcular için 52 Vakıf Üniversitesi ile yapılan işbirliğinin ardından önceki gün de orta ve lise öğrenimi gören Milli sporcularımızın Özel Öğretim Derneği’ne üye kurumlara yüzde 100 burslu eğitim almalarının önü açıldı.

‘Gelecek nesiller anlayacaklardır’

Bunu ben spor alanında ‘Sessiz bir devrim’ olarak değerlendiriyorum. Gelecek nesiller bu sağlanan imkanların önemini daha iyi anlayacaklardır. Her zaman söylediğim bir şey var; Spor Bakanlığı madalya peşinde koşmaz, madalyaya giden yolda vizyon projeleri ortaya koyarlar. Gençlerimizi eğitim/spor ikiliminden kurtarmak geleceğimiz açısından en önemli ‘Vizyon’ projelerinden birisidir. Hem de bu işbirliğinin 2 kamu kurumu arasında değil de özel sektör ile kamunun el sıkışması şeklinde olmasını daha anlamlı ve başarılı buluyorum.

‘Zirveye giden yol...’

Her zaman özel sektörün esnekliğine, dinamizmine inanmış birisi olarak bunu söylüyorum. Sporda başarıya giden yolda özel okul sahiplerini, okul müdürlerini bu Milli davaya ortak etmek son derece akılcı ve başarılı bir girişim olmuştur. Özel okullarımız Milli sporculara destek veren bir yapıya dönüşürken Türk sporcusunun gelecekte elde edeceği başarılarda da önemli bir parametre olarak tarihte yerini alacaktır. Dünyanın en büyük 20 ülkesi arasında yerini sağlamlaştıran ve gözünü ilk 10’lara diken Türkiye’nin sporda da hedefi ilk 20’ler hatta ilk 10’larda olmalıdır. Bunun yolunu da ülkemizin kamu/özel sektör işbirliği ile yapmalıyız.

Görünmeyen kahramanlar

Özel Öğretim Derneği’ne (ÖZDER) bağlı özel okullarda yapılan bu işbirliğinin diğer özel okullarımızla da yapılacağını umuyor ve bekliyorum. Yıllardır Türk basketboluna büyük hizmet vermiş TED’i ve Genel Başkanı değerli arkadaşım Selçuk Pehlivanoğlu’nu, yine sporun birçok alanında destek olan Okyanus Koleji, Bahçeşehir-Uğur Koleji, Sınav, Doğa, Final ile yıllardır kadın voleyboluna destek olan Maya Okulları’na ve yine kadın basketboluna verdiği hizmetten dolayı 'Nesibe ‘Aydın’ Spor Politikası'nı köşe yazılarıma taşıdığım değerli dostum Mirkan Aydın’a da bu seferberlikte yer almaları konusunda çağrıda bulunmak istiyorum. Tabii her başarı hikayesinin bir de görünmeyen kahramanları vardır. Geçmişinde Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı görevinde de bulunan akademisyen Prof. Dr. Halis Yunus Ersöz, Gençlik ve Spor Bakan Yardımcılığı görevine başladığı günden itibaren spor camiası ile kamu/özel eğitim kurumları ile köprü görevini başarıyla üstleniyor. Kasapoğlu’nun projelerine ve hayallerine hayat veriyor. Bir sporsever olarak emeği geçen herkese teşekkür ediyorum.

Geçtiğimiz günlerde Şanlıurfa’nın Viranşehir İlçesi, Sarıbal Köyü’nde kendi imkanları ile tenis kortu yapmış ve voleybol filesini korta takıp ellerinde raketlerle kimi şalvarlı köylülerin tenis oynayan görüntüleri medyaya düştü. Köydeki tüm çocukların ilgiyle emmilerini, babalarını, dayılarını tenis oynarken izlemeleri bende birçok çağrışım yaptı. Hele ki, Bakan Kasapoğlu’nun Viranşehir için dört başı mamur bir tenis kortu inşa edeceğini ve her türlü malzeme desteğini vereceğini açıklamasının ardından bundan tam 10 yıl önce kaleme aldığım ‘Çetin Altan’ın tenis hayali’ yazım aklıma geldi. Çetin Altan çok uzun seneler önce Türkiye'nin kalkınması için bir referans noktası açıklamıştı: "Köylerinde tenis oynanan bir ülke."

Yanlış algılanmıştı

Tenis oynanacak bu köyler tatil köyleri değil elbet. Altyapı, eğitim, sağlık ve hatta güvenlik meseleleri çözülmemiş yüzlerce köyde tenis oynamak fantastik bir fikir olarak görülebilir. Ama Altan'ın söyleminde sporun hele de tenis gibi 'lüks' bir sporun bile hayatın her alanında anlam bulmasını istemek gibi güzel bir hedef aranmalı. Peki Çetin Altan bunca spor branşı içerisinde niçin tenisi örnek olarak göstermiş dersiniz? Hemen aklımıza tenisin pahalı bir spor olduğu cevabı gelebilir. Hâlbuki geniş tarlaları düşünerek golf gibi, binicilik gibi tenisten daha pahalı branşlar da seçebilirdi. Bana kalırsa tenisi, golf ve binicilikten ayıran en önemli özellik yıllardır tenisin ülkemizdeki algılanmasında bir statü, bir sınıf farklılığı yaratmasıdır.

Tenis bir halk sporudur

Altan, bu farkın ortadan kalkmasıyla ülkenin kalkınması konusunda paralellik kurmuş olsa gerek. Neyse ki, Altan'ın düşü bir nebze gerçekleşti, Kasapoğlu’nun girişimleri ile Türkiye’nin köylerinde tenis kortları yapılmaya başlandı. Her zaman iddia ettiğim bir şey var; tenis tam bir halk sporudur, halkın sporudur. Yeter ki eşit fırsat sağlansın.. Tenisi ülkenin batısından orta anadoluya, doğuya doğru taşımalıyız. Bir çok Avrupa ülkesinde sadece şehir merkezlerinde değil ilçeler ve köyler tenis kortları ile donatılmıştır. Bakan Kasapoğlu’nun Viranşehir köyüne tenis kortu yaptırması bana bunları hatırlattı. “Köylü milletin efendisidir" diyen büyük bir liderden feyz alıp çağdaşlaşma yoluna girmiş bir ülkede, "Beyefendilerin hanımefendilerin lüks sporu" olarak görünen tenise doğru, kitleselleştirici her türlü çaba için tesisleşme vakti.

01 Ocak 2021, Cuma 06:58
YAZININ DEVAMI

‘’Merhaba futbol‘’

Her futbol sezonu başlangıcında artık geleneksel hale gelen ‘Merhaba futbol’ yazımı her yıl karışık duygular içerisinde ve ilk kez de sezon başladıktan sonra kaleme alıyorum. Geçen yıl son yılların en zor sezon başlangıcını yaşadığımızı yazmışım. Zorluklar gözümde öylesine büyümüş ki, “Kulüplerin mali yapılanmaları, yayıncı krizi derken artık ligimiz başladı” diye özetlemişim 2019 yılı başlangıcını…

Nihat Özdemir’in başarısı

Bu yazının yayınlanmasından 7-8 ay sonra dünyayı korona belasının kasıp kavuracağından hiç birimizin haberi yoktu. Meğerse tüm dünyayı kasıp kavuran Kovid-19 belası bizi bekliyormuş… Ne dersek diyelim sadece futbol değil tüm spor branşlarını olumsuz etkileyen süreçlerle karşılaştık ve hâlâ da sorunlar çözülebilmiş değil, büyük bir belirsizliğin içinde futbol maçları oynanıyor. Bundesliga’nın öncülüğünde Avrupa’da Mayıs ayında başlayan futbol liglerine Türkiye de büyük tartışmalar eşliğinde TFF Başkanı Nihat Özdemir’in liderliği, Yönetim Kurulu’nun kararlılığı ile Haziran ayında Süper Ligi oynatma başarısı ile katılmıştır.

Mali kıskacın içerisinde

Elbette futbolumuzu kuşatan çalıları tam olarak budayamamış olsak da her zaman Türk futboluna umudumu korudum. Özlem ve heyecanla beklediğimiz ligimiz sonunda başladı ve bundan sonra bu güzel oyunun tadını çıkaralım. Korona gölgesinde 21 takımlı bir lig deneyimi yaşayacağız. Mali kıskacın içerisinde 18 oyuncu transferi ile adeta ‘bu sene şampiyon olmalıyız’ diyen Fenerbahçe başta olmak üzere diğer tüm kulüplerimiz kadrolarını güçlendirdi. Daha heyecanlı olacak Hiç de alışık olmadığı yerde sezonu bitiren Fatih Terim ve öğrencilerinin sezona fırtına gibi girerken 2-3 hafta da fırtınanın dinmesi, şampiyonluğu son haftalarda Başakşehir’e kaybeden ve transferde büyük kayıplarına rağmen Trabzonspor’un yine iddialı olması, Sergen Yalçınlı Beşiktaş’ın şampiyonluğa ortak olma arzusu ve şampiyon olduktan sonra ‘büyülenmiş’ bir şekilde 360 dakika gol atamayan Başakşehir’in hayal kırıklığı içerisinde kadrosunu son günde yaptığı transferlerle güçlendirerek koruması.. Hepsi bize 42 haftalık maratonun geçmiş sezonlara göre daha heyecanlı geçeceğini gösteriyor.

Filozof kayıkçı diyaloğu gibi

Yepyeni sezon, yepyeni heyecanlar, keyifler, hüzünler, yeni transferler, eskimeyen tartışmalar gerginlikler içinde büyük rekabet bizi bekliyor. İster pembe gözlük takmış olalım; bu rekabet içinde hayatı ıskalamayalım, tıpkı filozof ile kayıkçının arasında geçen diyalog gibi...

Önemli olan keyif almak

Bir filozof fırtınalı bir havada karşı kıyıya geçmek için kayıkçının küçük sandalına biner ve aralarında şöyle bir konuşma geçer:

Filozof: Tarih hakkında hiçbir şey biliyor musun?

Kayıkçı: Hayır!

Filozof: O zaman ömrünün yarısını boşa geçirmişsin. Peki, hiç matematik öğrendin mi?

Kayıkçı: Hayır!

Filozof: O zaman ömrünün yarısından çoğunu ziyan etmişsin. Tam bu anda büyük bir dalga sandalı devirir, filozof ve kayıkçı suya düşerler.

Kayıkçı: Peki sen yüzme biliyor musun?

Filozof: Hayır!

Kayıkçı: O zaman sen ömrünün tamamını boşa geçirmişsin. Kıssadan hisse, hayatı anlamlandırmaya çalışırken bazı temel şeyleri ıskalamamak ve hayatın değerini bilmek gerekir. Önemli olan keyif almak

Taktik direktörlük yapacağız!

2020-2021 futbol sezonu başladı. Sezonun sona ereceği 16 Mayıs 2021 tarihine kadar hepimiz futbol yorumcusu olarak teknik, taktik direktörlük yapacağız. Evde, sokakta kahvede, hakem, hoca, yönetici kararlarına, futbolculara dair açılımlar getireceğiz: “Hoca 3-5-2’de neden ısrar etti anlamadım. Adamın futbol felsefesi yanlış. İşin matematiğini bilmiyor, Dön 4-4-2’ye, çıkar şunu, al sağ tarafa fuleli, driplingci filancayı, besle tandemi... Ah biraz tarih bilseler, bak 80’de şu maçta ne olmuştu... Vizyon yok bunlarda... Halbuki dünya futbolunda...” Hal böyle iken önümüzdeki 10 ay boyunca futbolun felsefesi, tarihi, matematiği havada uçuşacak.

Iskalamamak için…

Sonra ligler bitecek, dönüp arkaya baktığımızda, o tartışmalardan geriye hiçbir şey kalmamış olacak. Sadece “Bu lig güzel geçti mi, kimin maçından, oyunundan, yönetiminden zevk aldım?” diye düşüneceğiz. O sezonun sonunda, o anları yaşamış olmamın hazzı, eğlendiğimiz, coştuğumuz, güldüğümüz, ağladığımız, kızdığımız zamanlar, kısaca duygularımız ve duyumsadıklarımız bir hoş seda olarak kalacak. Üçün beşin ikinin, matematiğin, felsefenin hesabını yapmadan, gönül verdiğiniz renklerin, sevgilinin seyir zevki ile hayatımızın bir eğlencesi olarak gördüğümüzde bir şeyleri ıskalamamış olacağız.

Enseleri karartmayalım

Futbolun geçtiği zorlu aşamalarda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın desteği ve “Kasapoğlu’nun futbola yaklaşımı” yazımda uzun uzun anlattığım gibi Gençlik ve Spor Bakanı Mehmet Kasapoğlu’nun sorunları çözmek için her zaman futbol ailesinin içinde olması, ‘geleneklerimizde Türk sporunu desteklemek var” diyen Demirören Holding Yönetim Kurulu Başkanı Yıldırım Demirören’in Misli. Com ile basketbol ve voleyboldan sonra futbolda 2. ve 3. Lig kulüpleri için verdiği can suyu, yine TFF Başkanı Nihat Özdemir’in dediği gibi de ne kadar çok futbol konuşur ne kadar az tartışırsak bu oyunu o kadar çok sevdirir, ilgiyi artırırız.

Güler yüzle yaşamak

Her ne kadar bir kaos ortamı gözükse de hepimizin yüreğine su serpen bir Milli Takımımız var. Şenol Güneş yönetiminde önde basan ve tempolu futbolu uygulamaya çalışan Milli Takımımız’ın maçlarından keyif almadığını söyleyen kimse görmedim. Şu ölümlü dünyada futbolu anlamlandırmaya çalışmaktan daha çok, futbolu hayatı yaşar gibi güler yüzle yaşamak bizi mutlu kılacak. Kayıkçının denize düşen filozofa dediği gibi, “Ömrümüzün tamamını boşa geçirmemek” için, futbolu sadece futbol olarak, bu “Basit” zevkleri ile yaşayacağımız bir sezon diliyorum. Merhaba futbol! Sağol.

10 Ekim 2020, Cumartesi 06:58
YAZININ DEVAMI

‘’Kasapoğlu'nun ‘futbol'a yaklaşımı‘’

Gençlik ve Spor Bakanı Mehmet Kasapoğlu göreve geldiği ilk günlerden itibaren futbol dünyası ile bir araya geliyor. Özellikle son dönemlerde daha sık bir araya geldiğini görüyoruz. Bunu sadece kulüplerin içinde bulunduğu ekonomik kriz ve bunların çözüm yerinin devlet olarak görülmesinin dışında çok farklı dinamiklerin de etkili olduğunu düşünüyorum. En son 2008 yılında yapılan Spor şurasından sonra bu yılın başında 5 gün süren Spor Çalıştayı’nda 2 günü futbola ayırması, liglerin 21 takımla oynanması, BAL Ligi’nden 9 takımın 3. Lig’e yükseltilmesi kararlarının alındığı toplantıya katılması ve en sonda önceki gün yine TFF Başkanı Nihat Özdemir ve Kulüpler Birliği Başkanı Mehmet Sepil ile birlikte içlerinde Fenerbahçe, Galatasaray, Trabzonspor Başkanlarının da bulunduğu kulüp temsilcileri ile bir araya gelmesi.

Gelecek stratejisi

Bir çok kişi siyasetin futbola müdahalesi olarak değerlendirse bile ben bu konuya daha farklı bir açıdan bakıyorum. Acaba Kasapoğlu’nun ülke futbolunun sorunlarını çözmek ve geleceğe yönelik stratejilerin belirlenmesinde rol alması müdahale etmek mi yoksa nüfuz etmek olarak mı ele almalıyız. İngiltere örneğinden yola çıkarak meramımı anlatmaya çalışayım. Önce kısa bir hatırlatma. Latince “hür bir şahsa yakışan” anlamına gelen “liberalis” kelimesinden doğan liberalizm, siyasi ve felsefi olarak eski Yunan’a kadar uzansa da iktisadi olarak İngiltere’de doğar ve gelişir. 2009’da İngiltere’de önemli bir gelişme oldu. Dönemin İngiltere Spor Bakanı Gerry Sutcliffe’nin İngiltere Futbol Birliği’ne reformları geciktirdiğinden dolayı “uyarı” verdiği anlatılıyordu. “Federasyon kendi evine çeki düzen vermeli, aksi halde bundan futbol zarar görecek” diyor İngiliz Bakan.

İngiltere örneği...

Olayın aslı şöyle: 2005 yılında Tony Blair hükümeti adına Lord Burns İngiltere’de futbolun gelişmesi ve yaygınlaşması için yapılması gerekenler, hatta bayan futbolundaki, engelli futbolundaki konular hakkında bir öneriler paketi hazırlayıp Futbol Federasyonu’na sunuyor. Geçtiğimiz 4 yıllık dönemde Federasyon bunları göz ardı ediyor. Bunun üzerine yeni spor bakanının kendinden önceki Spor Bakan’ının hazırladığı pakete sahip çıkarak Federasyon’a bunların derhal yapılmasını, yapılmadığı takdirde hükümetin yaptığı yardımların kesileceği uyarısında bulunuyor. Bunun üzerine Federasyon bakanın mektubu üzerinde dikkatle çalışacağını açıklıyor

Özerk olmalı tabii ki

Galatı meşhur algı ile meseleye bakılsa hemen itiraz etmek gerekir: “Bu da nereden çıktı? Liberalizmde hem de doğduğu yerde olur mu böyle şeyler? Hani Federasyonlar özerkti? Devlet piyasaları -bunun içinde endüstrileşmiş ve ticarileşmiş futbol da olmak üzere- iktisadi faaliyetleri özerk kurumları ile denetleyip düzenleyecekti?” Hayır. İtiraz yersizdir. İşte tam da kürek çeken değil dümen tutan devlet örneği budur. Bu olaydan çıkaracağımız birçok ders var. Baştan belirteyim ben federasyonların özerk yönetilmelerinden yanayım. Modern devletlerde devlet hizmeti kendi sağlamaz, hizmetin sağlanmasını sağlar ve bunları denetler. Aynı durum federasyonlar için de geçerlidir.

Ana sponsor devlet

Öte yandan devletten bağımsız spor organizasyonu olur mu? Bu sorunun cevabı da kesinlikle hayır. Sadece tek bir örnek vereyim.. Hiç bir federasyon devletle işbirliği yapmadan uluslararası organizasyonlara ev sahipliği yapamaz. İngiltere örneğinden çıkaracağımız dersler bununla da bitmiyor. Sadece futbol için değil Türk sporu içinde ders çıkarmamız gereken hususlar var: Federasyonların özerk olması (ki İngiltere Futbol Birliği (FA) üstelik bizde ki gibi yasayla kurulmuş bir yapı değil) devletten mali destek almasını engellemez, bu bilinenin aksine özerkliğe aykırı bir durum da değildir. Zaten Rahmetli Turgut Özal da 1987-88 yılında ilk seçimli genel kurulu futbol federasyonu yasasına devletten her yıl 5 bin lira destek verileceğini koydurmuştu. Öte yandan Almanya spor yasası “devlet sporun ana sponsorudur” temeli üzerine inşa edilmiştir.

Yardımlar kesilirse...

İngiltere örneğinden çıkaracağımız bir önemli ders de; devletin amatör futbol, kadın futbolu gibi konularda önceden belirlenmiş bir stratejiye yönelik kaynağı federasyona aktarıp işin peşini bırakmamış olması.. Yani bir branşın gelişimini ve kaderini sadece federasyona bırakıp köşeye çekilmemiş. Aktarılan kaynağın takibini yapmış doğru yere mi kullandılar diye. Stratejiye uygun kullanılmadığını tespit ettiğinde ve alarm çanları çaldığında Spor Bakanı Federasyonu uyarmış, gerekirse yardımları keseceğini bildirmiştir. Kimse de bunu müdahale olarak değerlendirmemiş İngiltere’de.

Sürekli işbirliği şart

Öyleyse devlet ve federasyonlar arasında sürekli bir işbirliği gerekir. İngiltere’de de bu böyledir Türkiye’de de. Burada karşımıza hassas bir denge çıkıyor: Müdahale ve nüfuz etme. Madem yazıya İngilizlerden başladık, Fransız spor yasasından bir cümle ile bitirelim: Devlet özel spor sistemine (yani federasyonlara) onun bağımsızlığına ve özerkliğine müdahale etmeksizin nüfuz eder. Kasapoğlu’nun da modern devlet tanımına uygun olarak futbola nüfuz ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

01 Eylül 2020, Salı 06:58
YAZININ DEVAMI