‘’Kaçınılmaz sonuç‘’
Son ay içinde gerek saha gerek kulüp idaresinde olağandışı gelişmelerin yaşandığı Beşiktaş sahaya indi ya, bütün tuhaflıklar geçici olarak unutulacak sanıldı. Ne var ki, sahada olanlar ülkedeki maçların unutulmasına izin vermeyecek türdendi. İlk devre tıpkı ülkedeki gibi ‘’yoklardaydı’’ Beşiktaş. İlk 25 dakika savunma yapma gayreti nedeniyle o kadar enerji harcadılar ki, hücumu düşünecek haller kalmadı.
Ön alan ve orta saha geçirgenliği tüm yükü savunmaya yıkınca olması beklenenler de oldu! Savunmanın iki kanadı stoperlerle birlikte yükü kaldıramadı. İki kenardan iki gol yediler, ikinci yarıya biri sakatlıktan iki başlangıç stoperini değiştirerek başlamak zorunda kaldılar. İkinci devreye ‘’yoklar’’ arasından üç ‘’yok’’u, Joao Mario, Felix Udokhai ve Milot Rashica’yı kenara alarak başladı Giovanni van Bronckhorst. Ardından önce topu haliyle de oyunu eline geçirdi Beşiktaş ancak ön alan üretkenliği aynı oranda verimli değildi. Nihayetinde sadece topla oynayabilen topsuz oyunda çoğunlukla yürürken izlediğim Semih Kılıçsoy’un tribüne gidecek vuruşu penaltı oldu ancak Giro Immobile onu da atamadı. Futbolun tarihi atmak isterken yenilen gollerin de tarihidir. Faul vardı yoktu, o bizim yurdun tartışması. Aslolan yenilmek değil, öğrenmek. Ancak ‘’kazanma mahkumiyeti’’ öğrenmenin elini ayağını bağlıyor ve öğrenilemediği için de sürdürülebilir kazanımlar mümkün olmuyor.
Hüsran...
İnşa sezonu olması gereken dönemi iç çekişmeler, eleştiriye kapalılık, geçmişin kötü bir taklidi, müsriflik, kendine ait olduğu iddia edilen meziyetlerden uzaklaşıp diğerlerine benzeme çabası vd. gerekçelerle harcayınca hayal kırıklığı ya da hüsran da kaçınılmaz oluyor. Oysa çözüm belli!… Yukarıda sayılanların tam tersi ve daha fazlasını yapmaya çalışmak...
‘’Hakeme suç atmak kolaycılık!‘’
Yine ülkeye özgü ilginçlikte bir ilk yarı... Topla oynuyor gibi görünen Beşiktaş. Top yüzde 62 onlarda ama ‘Gol beklentileri’; 0.27! Topla yüzde 38 oranında oynayan ‘Atletik Göztepe’’nin gol beklentisi ise 1.78. Varın olan biteni siz hayal edin! Öyle ki Beşiktaş sahada sadece görünüyordu topun verimli kullanımında sözü geçen ısrarla deplasman takımıydı.
İki gol bulmuştu Beşiktaş. Evet ama ikincisini kendi atmamıştı öncelikle. Genel olarak net biçimde organize olamıyorlardı sahada dolayısıyla da hücumda. İkinci yarı başlar başlamaz 29 yaş ortalamalı Beşiktaş’a karşı 25 yaş ortalamasındaki Göztepe’nin atletik farkı daha da görünür hale geldi. Üstelik topla oynama istatistiği de dengeye geldi. Hatta 57. dakikada golü atmamak için epey çabaladılar bile denebilir! 60’lara doğru yapılan Ciro Immobile ve Cher Ndour değişiklikleriyle oyunun çehresini bir parça değiştirdi Giovanni van Bronckhorst. Maç karşılıklı olarak ‘Git gel’e dönünce 82’de David Datro Fofana’yı Beşiktaşlı Arthur Masuaku’yla birebir bırakan Göztepe maçı getiren golü attırdı. Derken 57. dakikada yapamadıklarını uzatmada yapıp maçı bitirdiler!
Sonucun bedeli...
Peki Beşiktaş’ın bu oyunsuzluğunun en önemli nedeni yazıldığı gibi teknik direktörün 10 günlük izne çıkması mıydı? Sürekli hakem yönetiminden şikayet edenlerin şimdi ihaleyi Giovann Van Bronckhorst’a kesmesi kolaycılık değil mi? Yine de faturanın ilk olarak onun önüne konması kaçınılmaz olacaktır. Ne maçın sonunda tribünlerden gelen ‘Yönetim istifa’nın ne ‘Hoca istifa’nın sonuç getirmeyeceği deneyimle sabitken olacaklar bellidir! Beşiktaş başa saracak Göztepe ise ağır ağır ama adım adım yükselerek yoluna devam edecektir.
‘’Ya puan kaybetselerdi!‘’
Ülkeye özgü entersen ilk devrelerden biri daha! Statta olanlar da biz televizyon karşısındakiler de boş bakışlarla izliyoruz futbol alanında olanları. Öyle ki bir ilk yarı ki, topla rakibini iki katı (yüzde 66) oynayan Galatasaray’ın gol beklentisi yok denecek kadar az 0.12. Ev sahibi Bodrum’un bekletisi ise rakibine göre şaşırtıcı, 0.19. Demek ki biz görmeden bir şeyler de olmuş sahada! Bu arada sanırım Bodrum’un istatistiğini yükselten işlerine yaramayan 7 şut ise Galatasaray’ı düşük tutan da 3 şut olmalı! ‘Ya Galatasaray’ın 17 ortasına karşı Bodrum’un 10 ortasını nasıl okumalı?’ diye sorsaydı birileri, derdim ki, ‘Onu da okumayın. Öylece baka durun maça!’ Ancak 54. dakikadaki 27. ortada gol Mitchy Batshuayi golü geldi. Atan için öyle ‘Güzel bir gol’ ki, yakınlarında savunmacı olmayınca sıçramadan vurdu kafayı! Sonra tuhaf şeyler olmaya başladı. Bodrum bir kaç kez kaleciyle karşı karşıya kalacak pozisyonlara girdi. Döndü 66. dakikada Victor Osimhen kaptığı topla aldı başını gitti. Gol olacak derken büyük santrfor büyük bir futbolcu olduğunu gösteriricesine daha rahat pozisyondaki Hakim Ziyech’e gönderdi topu. Yine iyi bir futbolcu olan Ziyech, çoğu önemli futbolcunun zaman zaman yaptığı gibi ‘Jeneriklik bir gol kaçırış vuruşu’ yaptı!
Kaybetmesi düşük ihtimal...
Ne var ki, 83. dakikada bu kez pas verecek kimsesi yoktu yine Osimhen’in denedi, olmadı. Kalede ikinci yarının iyilerinden Diogo Sousa vardı. 89’da bir kez daha benzerini yaptı Osimhen... ‘Ben golcüyüm ama önce futbolcuyum!’ diyordu denediği gol pasında. Bizde ‘Santrfor egoisttir.’ diye bir saçmalık vardır. Durum tersiydi! Fakat Galatasaray maçı kaybetmiş olsa Osimhen’e ‘Harcadığı!’ pozisyonlar için neler söylenirdi varın siz düşünün! ’Yapı’ var mı yok mu bilemem ama öyle ya da böyle Galatasaray maçı kazandı. Kaybedebilir miydi? Düşük ihtimal... Maçın böyle bitmesi bile ülkeye dair tuhaflık olarak okunmalı bence!
‘’Enes girdikten sonra‘’
Aslında tehlikeli bir maç olduğu devre sonunda Galler’in direkten dönen topunda belli oldu. Bir “Türk futbolu folklorü” olarak “Taca çıktı hocaaamm!” derken kaleyi göremeyen rakip çerçeveyi karşıdan görüp, şutu attı! Gol olsa sadece “top çıktı!” diye itiraz edecektik, o kadar. Oysa “Johann Cruijff ilkesi” gereği, top bizimkilerdeydi ve haliyle rakip gol atamazdı! Ne var ki milliller de 12 şut atıp 15 orta yaptı ama ciddi olabilecek pozisyon bulamadı. İlk devre, bildiğimiz ‘’ikili mücadele’’ yoğunluğunda geçip gitti. İkinci devreye Hakan Çalhanoğlu yerine İsmail Yüksek ile başlayınca topu çekip, çevirmek müşkül hale geldi. Ve set oyunu yerine direkt oyuna döndü milli takım. Üstelik klasik santrforu olmadan. Ama olmuyordu belli ki, ‘’Santrforsuz da olur’’ diyen Vincenzo Montella Barış Alper Yılmaz’ı alıp memleketin başının pek hoş olmadığı “klasik santrfor” Enes Ünal’ı gönderdi oyuna! Durağana dönmüş oyun da yeniden yön değiştirdi. Fakat rakibin savunma kurgusunu bozacak hareketlilik bir türlü gerçekleşmedi.
Stat sorunsalı!
Bir iki kırık dökük pozisyon ve gereksiz şut denemelerinin ötesine geçilemedi. Dengeli ve seri set oyunlarının icra edildiği 80 civarındaki kısa erimli girişimler de saman alevi gibi yanıp, söndü. Nihayet 88’de ceza sahası içine paslarla inince gelen penaltıyı Kerem Aktürkoğlu avuta gönderdi. Neticede bizimkiler hala bu grubun en iyisi ve büyük ihtimalle birinci olarak A Kategorisine yükselecek. Böyle kazanma ihtimali yüksek maçlar oynanacak ve kazanılamayacak ama aslolan bunlardan hem bireysel hem organizasyon düzeyinde öğrenilecek. Örneğin Arda Güler... Eksikleri neler, nerelere çalışması gerek ve tuttuğumuz takımdaki benzerlerini tamamlaması gerekenler neler? Evet bu grupta iyiyiz ama işte bunlar üzerine enine boyuna düşünmeliyiz... Ve son sorular; milli takım bu kadar saha değiştirmeli mi? Ülke içinde bu kadar deplasmana çıkan bir takımın rakip takımlardan farkı kalır mı?
‘’Ülke vasatında maç!‘’
Yine bildik, ülke vasatında bir ilk devre. Pek bir şey olmadan sahaya ve ekrana boş boş bakılan bir uzatmalı bir 45 dakika. İlk 20 dakikada Başakşehir’in sağlı sollu ama etkili sayılamayacak hücumları karşısında ayakta kalmaya çalışan bir Beşiktaş vardı sahada.
Devre boyunca topu elinde tutan taraftı belki Beşiktaş ancak şut deneme dışında ceza sahası içi özel işler yapamadılar. Tehlikeli sayılabilecek hücumlar ağırlıklı olarak Başakşehir’den geldi. Beşiktaş ciddiye alınacak ilk atağını uzatmanın son anında yaptıysa da Semih Kılıçsoy’un alan kontrolü eksiği yine devredeydi! Top arkada bomboş bekleyen Ernest Muçi’ye geçse soyunma odasına önde girmeleri işten değildi! İkinci devresi de genel olarak ilkinden farklı değildi. Bol top kaybı, plansız hücum girişimleri... İş tesadüfe daha doğrusu takımlardan birinin yapacağı “basit hata”ya kalmıştı. O da olmadı.
VAR kutsayıcıları!
Elimizde ne kaldı? Varsa yoksa hakem kararını tartışmak. O da en iyi yaptığımız ama en az bildiğimiz konu. Ve oyun kurallarının tuhaflığına dair bir son not... 5. dakikadaki ofsayt pozisyonunu kural gereği mecburen oynattı hakemler ama ya geçmişte Fernando Muslera’nın başına gelen Mert Günok’un da başına gelseydi! Şimdi, VAR kutsayıcılarının, “Oyuncu sağlığı en önemlisidir” saçmalığına hala inanan var mı acaba? Golü savunayım derken oyuncuyu ihmal etmek!
‘’İlham verici oyun‘’
İki takımın bulunduğu ligler ve maddi büyüklükler göz önüne getirildiğinde maç tahmini olarak “Çekişmeli geçer” diye tahminde bulunan çoktur. Lakin tek kelimeyle rakibini sürklase edecek bir Galatasaray’ı tahmin etmek ise zor olurdu. Ancak öyle oldu. Maçın 3-2 bitmiş olması ise sanırım Ante Postecogluou’nun “Allah’ın sevgili kulu!” olmasıyla açıklanabilir. Galatasaray her şeyi fazlasıyla yaptı maç boyunca; 28 şut 30 orta! Bu sayılar ilk bakışta olumlu görünebilir ancak aynı zamanda onca çabanın boşa gidişini de anlatır konuya başka yerden bakılırsa. 37 yaşındaki Dries Mertens’in çekip çevirdiği oyunu öylece izleye durdu Tottenham futbolcuları. Verimlilik puanı açısından sahanın en iyisiydi Mertens. Küresel yıldız Victor Osimhen’in gelişinin ardından bazı maçlarda denenen üçlü savunma ilk kez bu kadar verimli göründü.
Icardi ayak uydursa
Orta dörtlü, Barış Alper Yılmaz, Lucas Torreira, Gabriel Sara ile Yunus Akgün hem Mertens’in ardında kalan alanı parselleyip savundu hem de yüksek tempoda hücum bölgesine geçip Tottenham’ı iyice afallatı. Okan Buruk’un tempolu tarzına sık sık orta saha savunmasının içine giren Mauro Icardi de ayak uydurabilseydi sanırım bugün bambaşka şeyler konuşulacaktı İngiltere’de... Hakem tartışmasından kafasını kaldıramayan yurdumuzda Galatasaray’ın sahada yapmaya çalıştıkları ve yaptıkları fevkalade önemli. Oynadıkları oyun, üstelik Tottenham gibi bir takıma karşı oynadıkları oyun yersiz tartışma ve münakaşalar bir kenara konulduğunda hayli ilham verici. Beri yandan Osimhen’in hücumdaki bu agresif ve estetik tarzını takibe almış Avrupa kulüplerinin iştahını kabartacak pek çok futbolcu da vardı Galatasaray’da. Bakalım devre arası transfer döneminde neler, neler olacak?
‘’Galibiyetin şifresi tempo!‘’
İlk devresinde ligdeki ilk devrelerden ayrı bir Beşiktaş yoktu sahada. Rakip kaleye kolaylıkla geçme konusunda sorun olduğu için ‘bitiricilik’ tartışması da anlamsızdı. Gol üretebilecek istatistiklerde Malmö’den gerideydiler. ‘Kaleci kurtarışı’nda ise 3-0 önde! Devrenin ilk ve tek büyük şansı da 27. dakikada Malmö’den geldi. Onu da Mert Günok kurtardı. Nihayet 58. dakikada ilk ciddi atakla ortaya çıktı Beşiktaş. Rafa Silva’nın taşıdığı kontratakta önce kendisi ardından Joao Mario golü bulamadı ama hücumun dönüşünde bu kez golü önleyen de Jonas Svensson oldu! Maçın şifresi ‘tempo’ydu. Oyuncu değişiklikleri sonrası yükselen tempoda aynı Svensson, ki bu andan sonra takımının en görüneniydi, 76’da golü Ernest Muçi’ye attıran isim oldu. Derken Semih sırtı dönük aldığı topu açıyı aradıktan sonra daha uygun pozisyondaki Milot Rashica’ya servis etmek yerine şutu denedi. Rakibe de çarpan top maçı bitiren golü getirdi.
Bu kez ıslık yoktu...
Beşiktaş’ın tamamlanması gereken birçok eksiği var. Bu açık. Ancak bunlar tamamlanamaz şeyler değil. Yeter ki, “Kazanma baskısı!”na sokmadan öğrenim ve gelişim öne konsun... Son bir not... Maçın başlarındaki Arthur Masuaku’nun ortasının yüzüne çarptığı rakip oyuncu yerde yatarken Malmö’nün hücum girişimi ıslıklandı tribünden. Öyle ya, aslolan sporcu sağlığıydı!.. Lakin Beşiktaş topu kapıp hücuma kalktı Mert Günok’tan Semih Kılıçsoy’a uzun oynanan topla. Bu kez ıslık yoktu. “Madem onlar devam etti sen de durma” denilerek hücum girişimi gayretlendirildi. Ne var ki bu kez de, Rafa Silva/Semih girişimi sonuçsuz kaldı.
İtibar getirisi...
O hücumda top Beşiktaşlılar tarafından dışarı atılsa ne olacaktı? “Sporcu sağlığı en önemlisidir” ilkesi gerçek anlamda vücut bulacaktı. Topu dışarı atan oyuncu hem kendisi hem Beşiktaş kültürü için maç kazanmaktan daha önemli bir eylemi gerçekleştirmiş olacaktı… Hele ki bu Semih olabilseydi, Avrupa’ya transferi için atacağı gollerden daha büyük ‘itibar getirisi’ydi ama hiçbiri olmadı.
‘’Hayırlı münakaşalar Türkiye!‘’
Ev sahibi Trabzon’un ligdeki hal ve gidişatından öte, maçın algısı hafta içi ‘genç hakem’e odaklayan anlatıya kurulmuştu. Buna karşın samimi bir mücadele içinde geçti ilk devre. Hakem nasılsa konuşulacak! Şimdilik öyle ya da böyle övülecek ve sonra nasılsa yerden yere vurulacak... Olan ona olacak ama sonra herkes ‘futbol konuşuyor’ kabul edilecek! “Adalet!” denecek. Ve adalet dağıttığı düşünülenin yüzüne dahi bakılmayacak.
Trabzon beklentinin üzerinde Fenerbahçe ise kendi normallerinde geçirdi ilk yarıyı. Dolayısıyla maç her istatistikte eşit ilerledi. Her açıdan kafa kafaya bir ilk yarı izledik hepimiz. Farkı yaratacak olan ‘bireysel beceri’ ya da ‘yapamamak’ olacaktı. Edin Visca hücuma giderken ‘yapamadı’, Youssef En-Nesyri ‘yaptı’... Eren Elmalı yetişemedi, ‘yapamadı’, Fred daha hızlıydı, ‘yaptı’. Ve bir kaç pozisyonda doğrudan üzerine gelen toplarda Dominik Livakoviç farkı yaratan kabul edildi!
İkinci devresi iki takımın da pek bir şey yapamadığı bir başlangıç oldu. Çünkü hakemin süzemediği, VAR’ın süzdürmek için hayli zaman kaybettiği bir maça döndü karşılaşma. İki penaltı için 10 dakikadan fazla zaman geçti ve bitimde Simon Banza golleriyle Trabzon öndeydi. İkinci santrforunu da sahaya gönderen Fenerbahçe beraberliği bulduysa da devamında bizi “O el pozisyonu penaltı değil miydi?” tartışmalarına iten bir ‘görüntümüz’ daha vardı! Ve nihayet bir son an golü Fenerbahçeliler’i sevindirip, kaybeden Trabzonluları da sanırım o kadar üzmedi. Yine de tartışıp dursunlar günlerce “Yapı var mı yok mu?” diye... İnşaatı kimlerin yükselttiğine bakmaksızın!.. Hayırlı münakaşalar Türkiye!...