‘’İyi polis, kötü polis!‘’
Bilirsiniz, tüm olimpiyat oyunlarının lokomotif branşı atletizmdir. Atletizm olimpiyatın ruhudur. En çok ilgi çeken branştır da aynı zamanda. Ve en kalabalık sporcu ordusuna sahip branş da... Samsun’da bütün haşmetiyle devam eden 23. İşitme Engelli Oyunları’nda atletizm müsabakaları başlayalı iki gün oldu. Dün üçüncü gündü. İlgi, görülmeye değer. Kırılan rekorlar da öyle... Pistte yarışlar öncesi ve sonrası güzel görüntülere tanık oluyoruz. Bu da bizleri bir sporsever olarak mutlu ediyor.
Ancak mutlu olduğumuz ve olmadığımız başka konular da var. Önce bizi mutlu eden iki olaydan ve bu iki olayın kahramanından söz edeceğim. Adı Ümüt Çobanbaşı. Bir polis memuru. Atletizm tesisinde görev yapan memurlardan biri. Bazı polislerin giriş ve çıkışlarda estirdiği terör dalgasına inat insanlara olanca alçak gönüllülüğü ile yardımcı olan Çobanbaşı, iki sporcunun rahatsızlanarak fenalaşması sırasında yapılan müdahalelerde de önemli görevler üstlendi.
İlk olayda Hollandalı bir sporcunun fenalaştığına tanık olduk. İki kişi koluna girdi ve VIP kapısının koridorunda bulunan banka yatırdı. Bazı görevliler panik halinde koşturmaya başladı. Kısa zaman içinde iki sağlık görevlisi geldi. Gelgelelim, hem sporcuyla hem de sporcunun yanındaki antrenörü ve bir diğer sporcu arkadaşıyla bir türlü iletişim kurulamadı. Türkçe işaret diliydi, uluslararası işaret diliydi, İngilizceydi derken, sporcunun antrenörünün Almanca bildiği ortaya çıktı. Ancak Almanca bilen kimse yoktu. İşte o esnada başından beri sporcuya yardımcı olmaya çalışan Ümüt Çobanbaşı devreye girdi ve sağlık görevlileriyle sporcunun antrenörünün iletişim kurmasını sağladı. Yarı baygın haldeki sporcu işte o zaman derdini anlatabildi ve gerekli müdahale yapılarak ayağa kalkması sağlandı.
Polis memuru hayat kurtarıyor
İkinci olayda ise bir Alman sporcu fenalaştı. Yanıbaşında yine Ümüt Çobanbaşı vardı. Sağlık görevlileri bir türlü Alman sporcuyla iletişim kuramadı. Çobanbaşı, burada da devreye girdi ve zar zor nefes alan sporcuyla güç bela konuştu. Sporcunun alerjik bir rahatsızlığı olduğunu ve pistin kenarındaki ısınma sahasında bulunan çantasında da ilacının olduğunu öğrendi. Derhal koşturdu Çobanbaşı. İlacı getirdi, sağlık görevlilerine verdi ve Alman sporcuya gerekli müdahalenin yapılmasını sağladı. Çobanbaşı’nın içeri girmekte zorlanan insanlara da yardımcı olmak için koşuşturması görülmeye değerdi. Çobanbaşı iyi polisi oynamıyordu, gerçekten iyi polisti, iyi insandı. Ve her türlü badireye rağmen bu ülkenin ayakta kalmasını sağlayan iyi insanlardan biriydi.
Gelelim kötü polislik yapanlara! Tesislerde giriş ve çıkışların kontrolü polislere teslim edilmiş. Bir kere bu yanlış. Ben bu kadar çok resmi güvenlik görevlisini sadece Pekin’deki Olimpiyat ve Paralimpik Oyunları’nda gördüm. Ortalık asker kaynıyordu. Ama spor alanına girişlerde kurulan ana güvenlik kontası dışında tesislere giriş çıkışlara karışmıyorlardı. Bu işe gönüllüler bakıyordu, ki doğrusu da budur. Biz ise suçluyu yakalamak için eğitilmiş polisimize spor tesislerinin giriş çıkışları kontrol görevini vermişiz. İçlerinden bazıları ali kıran baş kesen olunca işler içinden çıkılmaz hal aldı. Bir tanesi medya girişinde, “Üzerinde yelek olmayan bir Allah’ın kulu içeri giremez!” diye nara atıyordu. Adam bilmiyor ki, yelek sadece foto muhabirlerine mahsus. Dolayısıyla basın tribününe girmek isteyen muhabir ve spor yazarları haşmetmeapın gazabına uğruyordu! İşte bu noktada Çobanbaşı gibi iyi polisler devreye girmese basın mensupları içeri alınmıyordu. “Diğer kapıya gidin” deniyordu. Gidiyorlardı ama orada da içeri almıyorlardı. Hadi biz Türkler alışığız böyle şeylere! Ya ülkemizdeki bu önemli organizasyonu tanıtmak için buraya gelen yabancı mensuplarına nasıl anlatacaksınız? Anlatamazsınız! Bir tane yabancı basın mensubu bütün çabasına rağmen içeri giremedi. Adam tesisin çevresinde dolandı durdu. Sonra da çekti, gitti. Ayıptır!
Konuk sporcuya nasıl posta koyduk!
Haber koklamak için dolaşmaya çıktığım anlardan birinde bu kez bir yabancı sporcunun içeri girmeye çalıştığını gördüm. Aynı tartışmalar seyirci giriş kapısının önünde yaşanıyordu. Adamı akreditasyon kartı olmasına rağmen içeri almıyorlardı. Bir polis memuru bağırıp çağırıyordu, adam sakin bir şekilde derdini anlatmaya çalışmasına rağmen. Sonra bir gönüllü sporcunun koluna girdi ve onu içeri sokmak için bir başka kapıya götürdü. Polis memuru ise arkasından bağırıyordu: “Polis giremez derse, giremezsin kardeşim. Erkeksen gel de gir içeri!” Ne kadar hoşgörülü, ne kadar misafirperver değil mi!
Oysa, sporcu ve antrenörlere ayrılmış bir tribün ve kapısı olması lazım tesisin, ki böyle şeyler yaşanmasın! Ama yoktu. Çünkü tesis yetersizdi. Ve yaşanılan kargaşanın en büyük sebebi de buydu. Sadece medya çalışma odasının 10-12 metrekare ve iki masadan ibaret olduğunu söyleyeyim yeter! Orada onlarca gazeteci nasıl görev yapacak? Yapamadı zaten! Hasbelkader içeri girebilenler tabi!
Tesis demişken, tartan pistin kötü olduğu ve sporcular ile antrenörlerin bundan memnun olmadığı yönünde çok şikayet geldi kulağıma. Sebebini araştırdım. Tartanı başka bir firma yapmış, altındaki asfalt zemini başka... Böyle olunca da iki zeminin standardı birbirini tutmamış. Ve tabi bildiniz! İki firma da topu birbirine atıyor!
Atletizm tesisinin atıl kalma tehlikesi
Pistle ilgili bir başka teknik sorun ise atmalardaki kafeslerin yerleri ve yakınlığı konusunda yaşanıyor. Umarım bir kaza bela gelmez kimsenin başına! Bir de ısınma alanı konusu var, ki Oyunlar bittikten sonra gündeme gelecek. Oyunlar öncesi İlkadım Atletizm Sahası’nın hemen yanındaki Belediye’ye ait boş arsaya alel acele bir ısınma sahası yapılmış. Şimdilik iş görüyor. Ama Oyunlar bittikten sonra Belediye orayı alıp müze yapacakmış. Dolayısıyla uluslararası müsabakalar için yapılmış Atletizm Sahası ısınma alanından yoksun kalacak. Hal böyle olunca buraya hiç bir uluslararası yarış verilmez. Türkiye Şampiyonası dahi yapılamaz! Dolayısıyla alın size atıl bir tesis!
Son olarak, iki sporcumuzun gülle atmada finale çıktığını halkımızın nasıl öğrenemediğinden bahsedeyim ve yazıya noktayı koyayım. Mahmut Kılıç ile Serhan Çalhan elemelerde iyi bir performans göstererek finale çıktılar. Ama müsabakaları canlı veren yayıncı kuruluşu izleyenler onların finale çıktığını öğrenemedi. Çünkü ekran karardı! Tam 10 saniye! Ekran açıldığında başka branşa geçilmişti. Sebebi ise atletizm sahasındaki enerji kesintisiymiş! Neyse ki, aynı kesinti dünkü 100 metre finallerinde yaşanmadı! Dünyaya daha iyi rezil olamazdık çünkü!
‘’Sessiz sedasız!‘’
Ülkemizde engelliler konusunda geçmiş yıllarda benim de kapıldığım şöyle bir yanlış algı var: Engeliller sporla hayata bağlanıyor! Yok böyle bir şey! Engelliler zaten hayata bağlı insanlar. Aksi olsa yaşayamazlar ki! Doğrusu şudur: Engelliler yarışıyor! Engelliler spor alanlarında birbirleriyle mücadele ediyor. Kazanıyorlar, kaybediyorlar. Seviniyorlar, üzülüyorlar. Fair-Play ruhuna uygun hareket edeni de var, etmeyeni de... Zaman zaman kavga dahi ediyorlar. Sonra barışıyorlar, kucaklaşıyorlar. Tıpkı sizin gibi, benim gibi, diğer sporcular gibi. İşte bir kaç gündür Samsun’da olan da budur.
Algıyı yıkmak lazım
2016 yılında Rio’daki Paralimpik Oyunları’nda bedensel ve görme engelli sporcular birbiriyle kıyasıya yarıştılar. Şimdi de sıra işitme engellilere geldi. İşte hep beraber görüyoruz. Gösterdikleri insan üstü çabayı, birbirlerini geçmek, yenmek için verdikleri mücadeleyi, akıttıkları teri, sahaya yansıttıkları coşkuyu... Bize verdikleri mesaj gayet net: “Yok bizim de sizden bir farkımız. Sizin yapabildiğiniz her şeyi biz de yapabiliyoruz. Sadece sizin gibi sesleri duyamıyoruz ve bu nedenle konuşamıyoruz. Ama görüyorsunuz bu bize engel değil. Biz de koşuyoruz, yüzüyoruz, rekorlar kırıyoruz, goller, basketler atıyoruz, smaç yapıyoruz vs.” Burada bize düşen bu mesajı almak ve kafamızdaki yanlış algıyı yıkmak. Engelli olayına bambaşka bir pencereden bakmak. Farkında olmadığımız şeylerin farkına varmak, farkındalığımızı artırmak. Ve onları ötekileştirmemek. Aslında engellilerin hayata sporla bağlandığı şeklindeki çağ dışı klişeye sarılmamızın sebebi de bizdeki farkındalık eksikliğidir. Ve engellileri ötekileştirmemizdir. Oysa öteki olmak göreceli bir kavramdır. Belki de bu ilkel yaklaşımımızdan dolayı öteki olan biziz!
Bravo Samsunlular!
Neyse ki, Samsun halkı bu konuda ülkemizin diğer kentlerine nazaran bir değil bir kaç adım öne geçmiş bulunuyor. Bir kaç gündür tribünleri dolduran ve işitme engelli sporcularla bütünleşen Samsunluların, engelli gerçeğiyle yüzleştiklerinden beri hayata bakış açılarının değiştiğini söyleyebeliriz. Bundan sonra Samsunlu için hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Engellilere acınacak ya da yardım edilecek kitleler olarak bakmak yerine onlarla aynı potanın içinde çok daha kolay eriyeceklerdir. Bu yaklaşım bir dip dalgası olarak Samsun’dan tüm Türkiye’ye zaman içerisinde yayılacaktır.
Her zaman destek olunmalı
Deaflimpics 2017’nin ülkemize katacağı en önemli değer bu olacaktır. Toplumda var olan kalıpların, engellilerle aramıza ördüğümüz duvarların yıkılması Oyunlar sayesinde elde edeceğimiz en büyük kazanç olacaktır. Sporcularımız kazanınca, madalya alınca elbette sevinmeliyiz, onları alkışlamalıyız, bağrımıza basmalıyız. Ama bunu başarılı olamadıkları takdirde de yapmalıyız. Keza diğer yarışan sporculara da... Burada aslolan yarışmalarıdır. Bu konuda ortaya irade koymalarıdır. Ortaya koydukları iradeyi bize yansıtmalarıdır ve bizim gerek sportif, gerekse ahlaki kültürümüzü artırmalarıdır. Bizi bir simyacı gibi işleyerek sessiz sedasız değiştirmeleridir. Bizi biz, biz insan yapmalarıdır. Onlar kazansa da, kaybetse de, asıl kazananın biz olduğumuz gerçeğini aklımızdan çıkarmamalıyız. Onların sayesinde!
‘’Rum Kesimi oldu Kıbrıs!‘’
Samsun’da düzenlenen 23. İşitme Engelliler Olimpiyat Oyunları için bir kaç gündür bu güzel Karadeniz kentindeyiz. Oyunlar kendi rutin mecrasında akıyor. Oyunların üçüncü gününde ilk madalyalarımız da judo branşından geldi. Bazı ufak tefek aksaklıklar oluyor ama bunlar insanı gülümseten cinsten! Ancak dünkü judo müsabakalarında yaşanan aksaklıklar pek de gülümseten tarzda değildi. Fikstürü belirleyen yazılım sisteminden kaynaklanan arızadan dolayı müsabakalar yaklaşık 2.5 saat durdu. Müsabaka ekranı ile sporcuların ekranı arasındaki uyumsuzluk nedeniyle bazı sporcuların yanlış rakiplerle müsabaka yaptığı, bazı sporcuların ise müsabakasını kaçırıp diskalifiye olduğu görüldü. Spor tarihimizin en büyük organizasyonunu düzenlememize karşın şehirde aynı heyecanın hissedildiğini söylemek güç. Bunun da sebebi kentin yeterince afiş, pankart vs gibi tanıtım araçlarıyla giydirilememiş olması. Kentin en önemli merkezlerinden biri olan İstiklal Caddesi’nde tek bir afiş bile görmediğimizi söylersem mesele daha iyi anlaşılır!
Samsun’da Kılıç şoku
Organizasyona damgasını vuran bir başka olay ise Oyunlar devam ederken Gençlik ve Spor Bakanı’nın değişmesi oldu. Organizasyonun düzenlenmesi için insanüstü bir çaba gösteren ve bu konuda başarılı da olan Akif Çağatay Kılıç’ın görevden alınması hemşerisi olduğu Samsun’da bir şok etkisi yarattı. Yakından tanıdığım ve bu işi en az Akif Çağatay Kılıç kadar başarılı bir şekilde sürdüreceğini düşündüğüm ve bugün Samsun’a gelecek olan yeni Bakan Osman Aşkın Bak’ı bekleyen en önemli görev, bu değişikliğin organizasyon üzerinde yarattığı olumsuz havayı bir an önce dağıtması.
Asla yeri olmamalı...
Açılış demişken, bu konudan söz etmeden geçemeyeceğim. Öncelikle kendi ölçeğimizde başarılı bir açılış töreni düzenlediğimizi belirtmeliyim. Tabi Pekin ve Londra Olimpiyat Oyunları’nın açılış törenleriyle kıyaslamaya kalkmazsak! Törende en kalabalık ve coşkulu kafile elbette Türk kafilesiydi. Stada girmeleriyle tribünlerdeki coşku tavan yaptı. Gözüme takılan tek olumsuzluk, Ermeni ve Yunan kafilelerinin yuhalanaması oldu. Maalesef bu durum ülkemizde alışkanlık haline geldi. Erzurum’daki EYOF açılış töreninde de aynı ayıba imza atmıştık! Sporda, hele hele engelli sporunda asla yeri olmaması gereken bir tepki.
Büyüklerimiz bilir!
Törende bir diğer dikkatimi çeken konu ise, Oyunlar’a bir sporcuyla gelen Kıbrıs Rum Kesimi’nin geçit töreni sırasında gerek dev ekranda, gerekse iki sunucu tarafından ‘Kıbrıs’ diye anons edilmesiydi. Biliyorsunuz, tüm dünyada Kıbrıs Rum Kesimi’ne ‘Kıbrıs’ diye hitap edilirken, biz ‘Kıbrıs Rum Kesimi’ deriz. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) varlığından dolayı biz Kıbrıs’ı iki toplumlu bir ülke olarak kabul eder ve Kıbrıs adasını Kıbrıs Rum Kesimi ile KKTC şeklinde isimlendiririz. Ben, ilk kez bizim tarafımızdan, üstelik bizim ülkemizde düzenlenen uluslararası bir organizasyonda Kıbrıs Rum Kesimi’nden ‘Kıbrıs’ diye bahsedildiğini duydum. Ki, bu şekilde bahsedilmesi KKTC’yi yok saymak anlamına gelir. Bir yanlışlık mıdır, yoksa Kıbrıs politikamızda bizim bilmediğimiz bir takım değişiklikler mi oldu, bilemiyorum! Doğrusunu büyüklerimiz bilir!
‘’'Bataklık kuruyacak'‘’
18-30 Temmuz 2017 tarihinde Samsun’da yapılacak olan 23. İşitme Engelliler Olimpiyat Oyunları’na 100 gün kala ev sahibi kentte Gençlik ve Spor Bakanı Akif Çağatay Kılıç’ın konuğu olduk. Bakan Kılıç, ulusal ve yerel spor medyasının müdürleri ve temsilcilerini aralarında Samsun Valisi İbrahim Şahin, Samsun Büyükşehir Belediye Başkanı Yusuf Ziya Yılmaz’ın da olduğu kalabalık bir heyetle tesis tesis gezdirdi. Tamamlanan, tamamlanmaya yakın olan tesislerle ve oyunlarla ilgili Bakan Kılıç’ın yanısıra, Spor Genel Müdür Yardımcısı Dursun Türk, Oyunlar Direktörü Serkan Baltacı bizleri bilgilendirirken, kentin tarihi, altyapısı, sosyal dokusu ve çevre düzenlemesiyle ilgili de Vali İbrahim Şahin ve Belediye Başkanı Yusuf Ziya Yılmaz açıklamalarda bulundular. Bu konuyla ilgili haberimizi zaten dünkü FANATİK’te verdik. Öncelikle şunu söylemeliyim: Ben şahsen, gerek Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın, gerekse Samsun’un bu dev organizasyonun altından kalkabilecek güce sahip olduğunu gözlemledim. Biten ve bitmek üzere olan tesislerin ise gerçekten son derece modern yapılar olduğunu da eklemeliyim.
İki saatlik sohbetten öne çıkanlar
Tesisler dolaşıldıktan ve oyunlarla ilgili düzenlenen basın toplantısından sonra ise Bakan Akif Çağatay Kılıç bizlerle bir sohbet toplantısı düzenledi. Bizler de gündemdeki konularla ilgili Bakan Kılıç’ı soru yağmuruna tuttuk. Kulüplerin borçlarından dopinge, yılan hikayesine dönen kulüpler yasasından stat terörüne, antrenör yetiştirilmesinden Milli Eğitim Bakanlığı ile gidilen işbirliğine kadar bir çok konuya cevap verdi Sayın Kılıç. Burada sözü fazla uzatmadan iki saate yakın süren sohbetten Bakan Kılıç’ın vurgu yaptığı açıklamaları satır başlarıyla verelim:
Doping konusunda kurutmaya çalıştığımız bir bataklık var. Bizim burada peşinde olduğumuz organizasyon yapısı var. Onu bulmak için yapılması gerekenler var. Bu nedenle dopinge bulaşmış kim olursa olsun; sporcusu, antrenörü... Bir daha onlarla işimiz olmaz!
Hidayet Türkoğlu konusu başka. Elma ile armudu birbirine karıştırmamak gerekir. Bizim bahsettiğimiz şey başka sizin dile getirdiğiniz başka bir şey. Aradaki fark, onun hangi şartlarda ve nerede olduğuna bakmak lazım.
WADA’nın son yayınladığı listede dopingle mücadele eden ülkeler sıralamasında yedinci durumdayız. Fransa dahil, bir çok Avrupa ülkesi bizim altımızda. Neden bunu gündeme getirmiyorsunuz?
Kulüplerin sorumluluklarını artıracağız. Yönetimsel ve finansal anlamdaki sorumlulukları yeniden düzenlenecek. Kulüpler Yasası’na son rötüşlarını yapıyoruz. Yasayı yeni sezona yetiştireceğiz. Biz de UEFA gibi yaptırım ve sorumlulukları kulüplere ve yöneticilerine yükleyeceğiz
Sahaya atlayan bir vandalı karakoldan alan yönetici istifa etmek zorunda kaldı. Bundan 10 yıl önce böyle bir şey olabilir miydi? Türkiye’de spor kamuoyunun geldiği nokta, artık böyle şeylerin kabullenilemeyeceğini gösteriyor. Futbol sahalarından uzaklaşan bu vandallar artık başka alanlara kaymaya başladı. Onun da önlemini alacağız.
Yanlış bilinen bir nokta var. Kulüplerin vergi borçları silinmedi, yeniden yapılandırıldı. Gençlik ve Spor Bakanlığı’na olan borçları da öyle. 36 aya bölündü borçları. İnşallah öderler. Öderlerse kendileri kazançlı çıkar! Maliye Bakanlığı ile vergilerle alakalı çalışmamız var. Bu çalışma, amatör spor branşlarına harcanmış olan maddi kaynağın vergi ile alakalı olarak bir geri dönüşünün sağlanmasıyla ilgili.
Milli Eğitim Bakanlığı’na diyeceğiz ki, işte bizim listemiz. Bizimle çalışan olimpik sporcuların listesi. Bu, o kadar çok sayı değil. Totalde 5-6 bin sporculuk bir liste. MEB’e bu sporculara izin konusunda yardımcı olun diyeceğiz.
Bizim antrenör eksiğimiz var. Bakanlık içerisinde görev alan tüm antrenörlerin sertifikalarını tarayıp bulduk, bazı şeyler çıktı. Bununla alakalı işlem tesis ettik. Lise diploması sahte çıkan antrenör oldu. Yakaladık işine son verdik. İdare mahkemesi işe iade etti. Böyle şeylerle uğraşıyoruz.
‘’Non bis in idem!‘’
Evrensel hukukta şöyle bir ilke vardır: Aynı suçtan iki kez yargılama ve cezalandırma olmaz! Bu ilke, hukuk literatüründe latince ‘Non bis in idem’ şeklinde ifade ediliyor ve genellikle işlediği suçtan dolayı bir ülkede yargılanıp ceza almış kişilerin, aynı suçtan bir başka ülkede yargılanmaması prensibine dayanıyor. Atletizm Federasyonu’nun dopingten ceza almış sporcularla ilgili almış olduğu karar, tam da bu hukuk prensibinin çiğnenmesi anlamına geliyor. Üstelik, bu kararı verirken yargılama yoluna bile gitmeden direkt cezayı kesiyor! Yargılama yok, savunma yok, temyiz yok! Böyle şeyler diktatörlükle yönetilen üçüncü dünya ülkelerinde olur ancak!
Dopingli çıkan sporcu zaten uluslararası kurallar gereği, yapmış olduğu fiilin karşılığında belli bir müddet spordan men cezası alıyor. Aynı suçu ikinci kez işlediği zaman da ömür boyu spordan men ediliyor. Atletizm Federasyonu ise aynı suçu ikinci kez işlemesini beklemeden zaten ceza almış sporcuyu, Milli Takım kapılarını kapatmak suretiyle hayatının sonuna kadar mahkum etme yoluna gidiyor! Hiç kuşkusuz, böyle bir tasarruf insan haklarına aykırıdır ve ceza alan sporcuların başvurması durumunda mahkemelerden geri döner. Kaldı ki bazı genç ve tecrübesiz sporcular gerçekten kurban olibiliyorlar. Ya antrenörünün, ya menajerinin, ya da tecrübeli abilerinin!.. Fatih Çintımar, yargıçlığı bırakıp sadece başkanlığa konsantre olursa daha faydalı işlere imza atar kanısındayım!
Konuyu daha fazla uzatmadan bir örnekle kapatayım: Hidayet Türkoğlu dopingten 6 ay ceza aldı. Bu gün Basketbol Federasyonu Başkanı ve Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı! Sporu bırakmasa NBA’de ülkemizi gururla temsil etmeye ve Milli Takım’da da oynamaya devam ediyor olacaktı!
‘’Kaçış sona erdi!‘’
Sadece atletizmde değil, bisiklet, halter, güreş gibi branşlar başta olmak üzere güce ve mukavemete dayalı bütün sporlarda geçmiş yıllarda şöyle bir motto vardı:
Yapan yapmayan yoktur, yakalanan yakalanmayan vardır! Ergojenik yardım adı altında kontrolsüzce alınan ilaçlar, o dönemde yapılan denetlemelerde gözden kaçabiliyordu. Zira, silici olarak bilinen, bir nevi ‘panzehir’ diye niteleyebileceğimiz ilaçlar, doping ihtiva eden ilaçların denetlemeler öncesi etkisini sıfırlayabiliyordu.
Bir diğer yöntem ise, ilacın belli bir zaman zarfında vücuttan atılabilmesi yoluyla denetlemelerde çıkmaması üzerineydi. Burada hesaplamayı iyi yapan sporcu ve antrenörü yırtıyordu! Elbette, konunun çok fazla uzmanı değiliz ve bizim bilmediğimiz daha nice kaçış yöntemleri vardı kimbilir! Lakin tıp teknolojisideki baş döndürücü ilerlemeler ve Dünya sporuna yön verenlerin artık bu işe sıfır töleransla yaklaşması, ‘yakalanan-yakalanmayan’ sürecinden ‘yapan-yapmayan’ sürecine geçişi hızlandırdı. Bunun pratikte somutlaşmış hali ise ‘Biyolojik pasaport’ oldu. Bu yöntemle sporcular yarış sonrası denetlemelerde temiz çıksalar dahi, geçmiş yıllarda kapalı kapılar ardında işledikleri günahları bir bir açığa çıkıyor. Bugün karşılaştığımız manzara da tam olarak budur. Her ne kadar Elvan’ın CAS süreci devam etse de, artık bir dönemin sonuna gelindiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bundan böyle yapan yakalanacak! Şeytanın aklına gelmeyecek yeni sıradışı kaçış yöntemleri bulunana kadar!..
‘’Bu sadece bir festival!‘’
İstanbul, 2020’yi belki Tokyo’ya kaptırdı ama ard arda önemli organizasyonlar almaya devam ediyoruz. Bunun en büyük nedeni, sayısı her geçen yıl çığ gibi artan modern tesislerle Türkiye’nin organizasyon düzenleme yeteneğinin maksimum seviyeye çıkması.
Yarın Erzurum’da başlayacak olan Avrupa Gençlik Olimpik Kış Festivali (EYOF) de bunlardan biri. Bu yıl düzenleyeceğimiz iki büyük organazisayondan biri olan (Diğeri Deafolimpics.) EYOF’un başlıca amacı, yaşları 14-18 arasında olan gençleri geleceğe hazırlamak ve sporculara fair play çerçevesinde olimpik yarışma kültürü kazandırmak.
Organizasyonu bu anlamda ele aldığımızda, burada elde edilecek derecelerin pek de önemi olmadığını vurgulamamız gerekiyor. Bu konuyu özellikle hatırlatma gereği duydum, çünkü yarın bir gün alınacak başarısız sonuçlarda sporcularımıza hak etmedikleri çirkin yakıştırmalarda bulunmayalım! Bilhassa medya olarak! EYOF’un sadece bir festival olduğunu unutmayalım!
‘’Paralimpik liyakat!‘’
Dünkü yazımda ‘Olimpik liyakat’ konusuna değinmiştim, bugün ise ‘Paralimpik liyakat’ meselesini irdelemeye çalışacağım. Her şeyden önce şunu belirtmekte fayda var: Paralimpikte liyakat sahibi olmanın ilk koşulu engelli olmaktır. Elbette Paralimpik Oyunları’na katılmak için de Uluslararası Paralimpik Komitesi’nin (IPC) koymuş olduğu kotaları aşmak gerekiyor. Tıpkı Olimpiyat Oyunları’nda olduğu gibi...
Ülkemizin Paralimpik Oyunları’ndaki serüvenine baktığımızda baş döndürücü bir hızda gelişim yaşadığımız görülüyor. 1992 Barcelona ve 2000 Sydney Paralimpik Oyunları’na sadece yüzmede birer sporcuyla gitmişiz. O da sembolik olarak! Bu rakam 2004 Atina’da 5 branşta 8 sporcuya, 2008 Pekin’de 7 branşta 16’ya, 2012 Londra’da 11 branşta 67’ye ve nihayetinde 2016 Rio’da 14 branşta 79’a çıkmış. Aynı gelişim madalya sayısında da göze çarpıyor. 2004 ve 2008’de 1’er altın ve bronz, 2012’de 1 altın, 5 gümüş, 4 bronz, 2016’da ise 3 altın, 1 gümüş, 5 bronz madalya alarak Paralimpik Oyunları’na ağırlığını koymaya başladı.
Sıradışı bir spor adamı: Yavuz Kocaömer
Nasıl ki, Olimpiyat Oyunları ülkemiz sporunun dünyadaki yeri ve değeri konusunda bir mihenk taşı ise Paralimpik Oyunları da öyledir. Ve her ikisi de aslında bir sonuçtur. Ülkemizde spora yapılan yatırımın bir sonucu...
Peki Paralimpik Oyunları’nda 2000 yılından 2016’ya gelene kadar nasıl böylesi bir ivme yakaladık ve bu geldiğimiz nokta yeterli midir? Engelli sporundaki bu gelişimi, bunun baş mimarından söz etmeden anlayamayız. Çünkü onun sıra dışı yöntemleri, Türkiye’deki statükoya baş kaldırması ve kalıpları yıkmasının engelli sporunun önünün açılmasında yadsınamaz bir rolü var. Evet, Yavuz Kocaömer’den bahsediyorum. Halen Türkiye Milli Paralimpik Komitesi (TMPK) ve Türkiye Engelliler Spor Yardım ve Eğitim Vakfı’nın (TESYEV) Başkanlığını yürüten Yavuz Kocaömer...
Kocaömer, 1996’da bu işe el attığında Türkiye’deki bütün engelli sporları, Engelli Sporları Federasyonu’nun çatısı altındaydı. Kendisi o dönem Perihan Savaş’ın başkanlığını yaptığı federasyonda as başkan olarak görev yapıyordu. 1998’de Savaş’ın istifasının ardından federasyon başkanlığını üstlenen Kocaömer 1999’da dönemin Spor Bakanı ile anlaşamadı ve görevi bıraktı. Ama engelliler sporunu asla...
2004 ile 2008 arasında önemli hamle yaptık
Aynı yıl TESYEV’i kuran Kocaömer, 2002’de de TMPK’yı kurdu. Kocaömer yine o dönemde tek çatı altındaki federasyonu, bedensel engelliler, görme engelliler, işitme engelliler ve zihinsel engelliler olmak üzere dört ayrı federasyona ayırdı. Ömrünün yarısını Almanya’da, yarısını da Türkiye’de geçiren Yavuz Kocaömer, yurt dışında edindiği tecrübeleri insanımıza aktarmasının yanısıra, gelişmiş ülkelerin sahip olduğu sistemleri, organizasyon şemalarını, uluslararası teamülleri ve kuralları Türkiye’ye modelleyerek ülkemizdeki engelli sporlarını adeta sil baştan tanzim etti. 2004’de Atina’ya gittiğimizde emekleme safhasındaydık. Asıl gelişimi ise 2004 ile 2008 arasında yaşadık. Bunda hiç kuşkusuz Yavuz Kocaömer’in olağanüstü çabalarının yanı sıra dönemin Spor Bakanı Mehmet Ali Şahin ile Gençlik ve Spor Genel Müdürü Mehmet Atalay’ın da büyük katkıları vardı. Elbette 2000 yılından itibaren 10 yıl Bedensel Engelliler Federasyonu Başkanlığı’nı yapan Demirhan Şerefhan’ı da unutmamak gerek.
Engelli sporlarındaki gelişim 2008’den sonra da katlanarak devam etti. Yukarıda verdiğim rakamlarda da bu açıkça görülüyor zaten. Son Paralimpik Oyunları’nda elde ettiği dereceyle de olimpik branşların önüne geçmiş durumda. Şunu net olarak belirtmeliyim ki, bu farkı yaratan Yavuz Kocaömer ve onun önderliğinde örgütlenmiş bir kaç yüz elit insanın olağandışı çabalarının ürünüdür. Yoksa bütün sporları yöneten devlet, yine aynı devlet! Bence, Spor Bakanı Akif Çağatay Kılıç, Türk sporunu yeniden dizayn etmek istiyorsa Kocaömer’i başdanışman yapma konusunda ciddi ciddi düşünmelidir. Zira, engelli sporlarının 16 yıl öncesi ile bugünü arasında kelimelerle anlatılamayacak kadar büyük bir fark var. Kelimelerle anlatamayız belki ama rakamlarla anlatabiliriz!
Büyük sıçramaya rağmen eksiklerimiz çok
Demirhan Şerefhan’dan aldığım bilgiye göre, 2000’de tüm engelli gruplarında toplam 20 kulüp, 4 branş ve 500-600 civarında sporcu varmış. Spor Genel Müdürlüğü (SGM) verilerine göre 2015 tablosu ise şöyle:
Bedensel Engelliler: 18 branşta 5,701 lisanslı, 2,061 faal sporcu, 1,965 antrenör ve 137 kulüp.
Görme Engelliler: 5 branşta 4,706 lisanslı, 1,967 faal sporcu, 767 antrenör ve 136 kulüp.
İşitme Engelliler: 22 branşta 10,259 lisanslı, 2,233 faal sporcu, 937 antrenör ve 87 kulüp.
Zihinsel Engelliler: 12 branşta 16,501 lisanslı, 4,490 faal sporcu, 1,023 antrenör.
Fazla söze gerek yok aslında. 4 branştan 45 branşa, 20 kulüpten 360 kulübe, 500-600 sporcudan 10,071 sporcuya (Faal). Yüzde binlere varan bir sıçrama!
Peki bu yeterli midir? 78 milyonluk bir ülkede yeterli olduğunu söylemek mümkün değil. Üstelik nüfusun yüzde 12’sine tekabül eden 8.5 milyonluk bir engelli kitleden söz ediliyor. Hadi, 10,023’lük faal sporcuyu bir kenara bırakalım, toplam 37,167 olan lisanslı sporcu sayısını dahi baz alsak, engelli nüfusunun yüzde 0.5’ine bile spor yaptıramıyoruz demektir. Bu, çok vahim bir tablodur ülkemiz için. Devletin, asıl bu soruna el atması gerekir. Ama devlet ne yapıyor? Engelli sporuna şöyle el atıyor: Spor Genel Müdürlüğü, son seçimlerde her engelli federasyonuna 3-4 teşkilat mensubunu yönetim kurulu yapması için istekte bulunuyor! İşte liyakat dediğimiz şey de burada ortaya çıkıyor! Dört federayona 10-12 SGM mensubu demektir bu! Bu yöneticilerin engelli sporuyla ilgili bilgisi, ilgisi var mı? Ne gibi katkı sağlayabilirler engelli sporuna? Yoksa maksat onlar vasıtasıyla engelli federasyonlarını kontrol altında tutmaktı mıdır? İşte, asıl aşılması gereken paradoks budur!









































