‘’Lefter'e vefasızlık!‘’
Ben de Lefter ve Metin Oktay efsaneleriyle büyüyenlerdenim. Çocukluğum ve gençliğim bu iki fenomenin hikayeleriyle geçti. Kulaktan kulağa anlatılan, nesilden nesle aktarılan destansı kahramanlarımızdı onlar. Tüm toplumu büyüleyen, sadece büyük futbolculukları değildi; büyük insanlıklarıydı aynı zamanda... Birini kaybedeli 20 yıl oldu. Diğeri ise meydan okudu, yıllara ve hayata. Çekildi kendi yalnızlığına. Sığındı ıssızlığına. Çok sevdiği adasında münzevi bir hayatı tercih etti. Ortalarda pek görünmedi. Zaman zaman hatırladı sevenleri onu. O ise hiç dert etmedi, unutulmuşluğunu. Ve sessizce yürüdü kendi ölümüne de... Bir asilzade gibi. Başı dik ve mağrur.
Hayatı nasıl onurlu yaşadıysa, ölümü de öyle karşıladı. Veda etti sevenlerine ve pek sek sevdiği başkanına. Gelgelelim, böyle mi olmalıydı bu yüce insanın son yolculuğu? 55 bin kişilik stadın ancak 5'de biri mi dolmalıydı? Ey Fenerbahçeli! Kusura bakma! Bu konuda sınıfta kaldın. Lefter Küçükandonyadis gibi bir değerini hak ettiği, layık olduğu şekilde uğurlamadın. Hani neredeydi o pazar sabahı 25 milyon Fenerbahçeli? Yarın bir gün, misal; Musa Sow'un imzası olduğunda o statta; tribünleri daha fazla dolduracağınıza eminim! Velhasıl kelam; Çok ayıp ettiniz, çok...
‘’Sayın Başbakan!‘’
Sayın Başbakan! Bu ülkenin bir spor yazarı olarak en son aklıma gelecek şeylerden biridir, Başbakan'a mektup yazmak! Lakin başka çarem yok! Güzel bir oyun olarak benimseyip sevdiğimiz futbolu, son sürat yuvarlandığı uçurumdan kurtarmak için ülkenin en güçlü figürünün devreye girmesi gerekiyor. Çünkü sağduyu yitirildi. Mantığın yerini duygular aldı. Futbola dışarıdan yapılan müdahaleler, tarihimizde hiç olmadığı kadar tavan yaptı. Türk futbolunun itibarı iki paralık yapıldı. Kim suçlu, kim güçlü, kimin eli kimin cebinde belli değil.
Sayın Başbakan! Eminim olan biteni siz de izliyorsunuz. Aklı selim insanlar gelişmeler hakkında yorum yapmaktan imtina ediyor. Çünkü devam eden hukuki bir süreç var. Gelgelim, üzerine vazife olmayan bazı işgüzarlar, hukuka müdahale olarak kabul edilebilecek girişimlerden kaçınmıyorlar. Müdahil oluyorlar. Ellerine geçirdikleri gücü orantısız kullanıyorlar.
İşte gördünüz, son olarak bir bakanınız neler yaptı? Siz onu çevreyi düzenlesin diye görevlendirdiniz, o mikserlik yapmayı tercih ediyor. Futbola beton muamelesi çekiyor! Artık belli oldu ki, siz olaya el koymadan bu işler düzelmeyecek. Kabul, siz de bir siyasisiniz. Ama onun öncesinde futbol ailesinin bir ferdisiniz. Vurun masaya yumruğunuzu, şu kumpanyayı bir sonlandırın. Eğer daha fazla vakit kaybederseniz, Türk futbolunu saplandığı bataktan siz bile kurtaramazsınız!
‘’Nasıl yani Aykut Hoca!‘’
Fenerbahçe'nin içinde bulunduğu durum, hiç kuşkusuz bütün Fenerbahçeliler'i duygusal bir atmosfere soktu. Kulüplerini daha çok sahiplendiler, daha fazla kenetlendiler, haklarını daha fazla arar hale geldiler. Daha kırılgan, daha öfkeli, daha hassas oldular. Verilen tepkilerin zaman zaman ölçüsünün kaçtığı olsa da, yaşanılan süreç anlayışla karşılanmalı. Tepki, şiddete dönüşmediği müddetçe her topluluğun demokratik hakkıdır. Gelgelelim, duyguların hakim olduğu bir ortamda sükûnetini koruyacak, hislerinden ziyade mantığıyla hareket edecek insanlara da ihtiyaç vardır.
Yaşanılan badire karşısında itidalli davranabilen bu kişiler, ait oldukları topluluğun bir adım önüne geçerek önderlik, rehberlik yaparlar. Onlara kısaca 'lider' deriz. Zaten sıra dışı liderlerin tümü de kriz anında ortaya çıkmıştır. Şu anda Fenerbahçe'nin böylesi bir lidere şiddetle ihtiyacı var. Bu potansiyeli taşıyacak ilk isim de hiç kuşkusuz Aykut Kocaman'dır. Zaten yapı olarak soğukkanlı bir kişiliğe sahip olan Aykut Hoca, fırtınaya tutulan gemiyi sakin bir limana çekebilirdi. Ancak ne var ki, o da zaman zaman kontrolünü kaybedebiliyor. Diğerleri gibi duygularının esiri olabiliyor. Geçen yıl Trabzonspor'un penaltılarını gündeme getirerek büyük bir tartışma başlatmıştı. Aslında yaptığı psikolojik harekâttı. Sonuçta başarılı da oldu! Bugün de aynı silahı devreye soktu. Fakat arada küçük bir nüans var. Bu kez dili sürçtü! "Değişen güç dengelerini hakemler iyi algılamış" sözü, bundan önce Aziz Yıldırım tarafından hakemlere baskı olduğunun itirafı değilse, nedir? Bu açıklamadan, "Fenerbahçe saha dışında güçlüydü, o nedenle hakemlerle sorunumuz yoktu!" anlamı çıkmıyor mu sizce de... Bu laf bumerang gibi gelir, Fenerbahçe’yi vurur.
Ama asıl mesele bu da değil. Aykut Hoca'ya bir haller oldu. Konya'dayken başka konuşuyordu, şimdi başka... Anlaşılmaz olan da bu.
‘’'Ene'ramo!‘’
Bunu dün gece sergiledikleri futbolla bir kez daha kanıtladılar. Özellikle ilk 15 dakikada Karabükspor’u sürklase ettiler. Maça o kadar hırslı, arzulu ve tempolu başladılar ki, Karabük adeta nefes alamadı. Başlama düdüğüyle birlikte oyunu karşı alana yıktılar. Sağlı sollu ataklarla rakibi ablukaya aldılar. Solda Grosiçki, sağda Cerny, ortada da Eneramo ile rakip ceza alanı çevresinde Karabüksporlu futbolculara pres yapıp hataya zorladılar. Bunun sonucunda da rekor sayıda top kaparak göze hoş gelen hücum organizasyonları gerçekleştirdiler. Zaten bu bölümde beklenen gol de geldi. Golde her ne kadar kaleci Tomiç’in hatası olsa da Mehmet Nas’ın pası, Erman’ın aşırtması da şıktı. Golden sonra Karabükspor dengeyi sağladıysa da hücumda üretkenlikten uzaktı. İlhan ve Ali Kuçik’in yetersizliğine Cernat da ayak uydurunca, ilk yarıyı Karabük hemen hemen pozisyonsuz kapadı. İkinci yarıda topa daha çok sahip olan Karabükspor’du. Ancak konuk takım, ceza alanı içinde etkisiz kalınca istediği pozisyonları yakalayamadı. Cernat’ın uzaktan şutları da kaleyi bulmayınca Karadeniz ekibi kaderine razı oldu. Sivaspor ise sahanın yıldızı Eneramo ile bulduğu kontrataklarla etkili oldu. Nitekim, Karabük defansını hallaç pamuğu gibi atan Nijeryalı, kendisinin yarattığı penaltıyı gole çevirerek maçı koparan isim oldu.
* Ene Arapça’da ben demektir.
‘’Yalnız Galatasaray!‘’
Özdemir Asaf’ın şu muhteşem dizelerini bir kez daha hatırlamanın, hatırlatmanın tam zamanıdır:
”Bütün renkler hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler!”
O misal, son günlerde Galatasaray’a yönelik öylesine çirkin, öylesine mesnetsiz ithamlarda bulunuluyor ki, neredeyse şike dosyasında adı geçmediği için cezalandırılıyor! Şu kirli, paslı ortamda temiz kalmanın bedelini müfterilerin iftiralarıyla ödüyor.
Uzakdoğu bağlantılı bir çetenin, Bellinzona-Galatasaray maçında bahis şikesi yaptığının ortaya çıkması üzerine pusuda bekleyen zübükzadeler yaygarayı koparıyor. Medyada, ‘Galatasaray’a şike şoku’ başlıkları havada uçuşuyor. Fenerbahçe hakkında hazırlanan iddianame karşısında dilsiz şeytana dönen malum tayfa, köşelerinden zehir saçıyor. Fenerbahçe’nin 2.Başkanı Nihat Özdemir, “Bakın Galatasaray hakkında da suçlamalar var. Gün gelir birbirimize muhtaç oluruz!” şeklindeki aforizmasıyla küme düşmenin kaldırılması için Galatasaray’dan destek bekliyor. Aklı sıra aba altından sopa göstererek bir taşla iki kuş vuruyor: Hem Galatasaray’a kara bulaştırıyor, hem de “Bugün bana, yarın sana!” mesajı vererek Galatasaray’ı aynı kulvara sokmuş oluyor!
Şark cepesinde değişen bir şey yok!
Oysa bu hinler bilmiyor mu, konunun Galatasaray’la uzaktan yakından alakası olmadığını. Bal gibi biliyorlar. Ama utanmadan olayı maniple ederek Galatasaray’ı Türk futbolunun içine düştüğü çukura çekmeye çalışıyorlar. Bülent Tulun’un densiz mektubu sonrasında da aynı şeyi yapmışlar; bir bardak suda fırtınalar koparmışlardı.
Aslında gerçek apaçık ortada. Galatasaray’ın olayların dışında kalması delirtiyor bunları. Sadece bu da değil. Galatasaray yönetiminin olanlar karşısındaki dik duruşu da, çıldırtmaya yetiyor şakşakçıları. Galatasaray’ın, Batı normlarının benimsenmesi için verdiği mücadele, şark cephesinde rahatsızlık yaratıyor. Direniyorlar, ayak diretiyorlar. Galatasaray’ın haklı savaşını kazanamaması için gizli ittifaklar kuruyorlar. El ele verip bataklığı kurutmaktansa, Galatasaray’ı da bataklığın içine çekmek için var güçleriyle çalışıyorlar.
..Ve giderek Galatasaray’ı bu uğurda yalnızlığa mahküm ediyorlar.
Olsun. Galatasaray yalnız kalsın. Bu uğurda yalnız kalmaktan korkmasın. Yalnız ve güzel ülkem kadar yalnız olsun, güzel olsun. Haklı davasından da bir adım geri atmasın. Sonuna kadar dirensin. Böylesi bir yalnızlık onurdur, gururdur. Şu puslu havada Galatasaraylı olmak da öyle...
Özdemir Asaf’la başladık, Murathan Mungan’la bitirelim:
”Alabalık bir metafor/denizler ve balıklar içinde/kutsal kitaplara göre ilk yaratılanlar içinde/akıntıya karşı yüzen tek balık/tekini koruyan tekinsiz/ölüme doğru ve ölüme karşı/çağlayan çıkan, dikine yüzen bir balıkmış yalnızlık!”
‘’Elbette Fatih Terim!‘’
Büyüklüğün şanında vardır; tam yıkılırken son bir hamleyle doğrulmak ve ayağa kalkmak. Ancak büyük takımların, büyük camiaların başarabileceği bir iştir, tükenmeye yüz tutmuş umutları yeniden yeşertebilmek. Sadece büyüklere özgüdür, kulübün can suyu çekilip de ölmeye yattığı anda, aniden beliriveren ilahi bir gücün ruh üflemesiyle hayata yeniden merhaba demek. Üstelik daha gürbüz, daha güçlü. Her türlü fırtınaya, kasırgaya, boraya direnebilmek salt büyüklere özgüdür. Ve her büyük camia, yalpaladığı zamanlarda vereceği kurtuluş savaşına komuta edecek bir lidere ihtiyaç duyar.
İşte Galatasaray'ın bugün yaşadığı süreç budur.
Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen uzun bir nekahet döneminin ardından çöküşe geçen Sarı-Kırmızılı kulüp, tam sırtı yere gelmek üzereyken, kaptan köşküne çıkarılan Fatih Terim'le birden ayağa kalktı. Tıpkı efsanevi Zümrüdü Anka Kuşu gibi. Yandı, yıkıldı, kül oldu derken; bir kez daha kendi küllerinden doğdu. Mucizenin mimarı hiç kuşkusuz Fatih Terim. Bu kadar kısa zamanda, böylesine olağanüstü bir değişimi, dönüşümü de zaten ondan başkası yapamazdı. Ve öyle görülüyor ki, henüz start çizgisindeler. Koşu yeni başlıyor. Bu koşu öyle sıradan bir koşu değil, 2.Avrupa seferinin başlangıcı. Galatasaraylı!.. Sandıkları açmanın zamanı geldi! Bayraklar fora!
‘’Gönül de biziz, Topuz da!‘’
Aslında ortada alkışlanacak bir durum da yok ya; neyse... Biz yine de Gökhan Gönül'ün soylu duruşuna selam çakalım. Zira, hasretiz bu gibi durumlara, bu gibi adamlara... Yalanın, talanın, vurgunun, üç kağıdın, avantanın, rüşvetin, şikenin, teşvikin kan hücrelerimize kadar nüfuz ettiği şu ahir zamanda Gökhan Gönül'ün rakibinin haksız yere oyundan atılmasına itiraz etmesi, çölde vaha bulmamız gibi. Toplumsal ilişkilerin olmazsa olmaz koşullarından biri olan dürüstlüğün 'erdem' olararak görüldüğü, dürüst davrananların buğulu gözlerle takdis edildiği nadir ülkelerden biri olduğumuz içindir ki, Gökhan Gönül fair play üzerine ödül üstüne ödül kazanacaktır. Kazansın, hakkıdır. Lakin bir de madalyonun diğer yüzüne de bakmak gerekir. Bizim Gökhan Gönül gibi Mehmet Topuz gerçeğimiz de var. İşte gördünüz, ikisi aynı kadrajdaydı, pazar gecesi. Biri rakibinin hakkını ararken, diğeri onu engellemeye çalıştı. Bununla da yetinmedi, hakemin yanlış kararını alkışlarla takdir etti.
Karşımızdaki, tipik bir, rakibi eksiltmek için numara yapan şark kurnazı futbolcu modeliydi. Ve ikisi de bizim çocuklarımız, bizim inanlarımız. İkisi de zıtlıklarla, çelişkilerle tohumlanan bu topraklarda yetişti. Mesele, hasadı ne şekilde yapacağımız meselesi. Çünkü, nasıl bir geleceğe doğru yelken açacağımız, bu tercihte gizlidir.
‘’Emre nereye koşuyor?‘’
Geleneksel toplum modelinden, modern topluma geçişini henüz tamamlayamamış bir ülke olmanın en büyük sancılarından biri de, tabuların günlük yaşamımızdaki belirleyiciliğidir. Bilimsellikten uzak yaklaşımların ve hurafelerin bütün haşmetiyle varlığını sürdürdüğü bir toplumun muasır medeniyet seviyesine ulaşmasını beklemek ham bir hayalden başka bir şey değildir. Bundan dolayıdır ki, bireyin ve toplumun sağlığı için zorunlu olan bazı uygulamalara burun kıvırıyoruz. Bunların başında ise bir terapiste görünmenin delilikle eş değer kabul edilmesi geliyor. Oysa gelişmiş ülkelere baktığımızda her bireyin, her ailenin, her kurumun sadece beden sağlıkları için değil, ruh sağlıkları için de yanı başlarında bir hekim bulunduğunu görürüz. Psikiatriste gitmekle diş doktoruna gitmek arasında hiç bir fark yoktur.
Terapi görmek, gündelik yaşamın getirdiği zorlanımlarla başa çıkmak için toplumun rutinlerinden biri haline gelmiştir. Bu, kurumlarda da böyledir. Kurumlar çalışanların verimini arttırmak için gerekirse bireysel ya da grup terapilerine başvururlar. Buna spor kulüpleri de dahildir. Bizde ise, hala babadan kalma 'aslanım, koçum, bizim çocuk' klişeleri varlığını sürdürdüğü için Emre Belözoğlu, bugün son sürat uçurumdan aşağı yuvarlanıyor. Bugüne kadar yaptıklarının, başta kendi camiası olmak üzere hakemler ve Fenerbahçe sempatizanı medya tarafından görmezden gelinmesi, onun bu kadar pervasızlaşmasının en büyük nedenidir.
Vukuatlarını tek tek sıralamanın manası yok. Karşımızda kadro dışı cezasıyla geçiştirilmeyecek kadar ciddi, mutlaka psikolojik destek görmesi gereken bir vaka var. Fenerbahçe, eğer 2. kaptanını kaybetmek istemiyorsa modern bir kurum gibi hareket etmeli ve Emre için bir terapist görevlendirmeli. Aksi takdirde her şey için çok geç olacak.