Arama

Popüler aramalar

‘’Fenerbahçe yenilmez!‘’

Bir camiayı büyük kılan pek çok etken vardır. Yeri ve zamanı geldiğinde her bir yapı taşı teker teker aktive olur ve camiayı güçlü kılar. Ancak olağanüstü durumlarda tümü birden harekete geçer. Ve görülmemiş bir direniş başlar. Türk milletinin Kurtuluş Savaşı'nda verdiği mücadele buna çok iyi örnektir. Bugün ise aynı süreci Fenerbahçe yaşıyor. Fenerbahçe'nin de Türk Ulusu gibi yabancı güçler tarafından işgal edildiğini iddia etmiyorum elbette. Aziz Yıldırım'ın masumiyetinden, suçsuz olduğundan filan da söz etmiyorum. İleride süreç neyi gösterir bilemeyiz. Aziz Bey ceza da alabilir, Fenerbahçe küme de düşebilir. Lakin bütün bu ihtimaller bir şeyi asla değiştirmez: Fenerbahçe'nin büyüklüğünü ve bu büyüklüğünden kaynaklanan dik duruşunu.

Fener'in 'Kurtuluş Savaşı'

Zor günlerde gösterdiği direnç ve dayanışma duygusudur Fenerbahçe'yi bugün ayakta tutan. 90 dakikayı 10 kişi oynadığı maçta kaderine boyun eğmemesinin sırrı da burada gizli. 300 küsür gündür yenilmiyor Sarı-Lacivertli takım. Benim ise kast ettiğim yenilmezlik bu değil. Yarın bir gün elbette sahada maç kaybedecekler. Ancak bu başkaldırı kültürü, bu direnç, bu kenetlenmişlik, bu inanç, bu motivasyon, bu ruh var olduğu müddetçe Fenerbahçe'nin sırtı, ne bugün, ne de uzak-yakın bir gelecekte asla yere gelmez. Amatör kümeye bile düşse... Yerle yeksan bile olsa... Çünkü Fenerbahçe kendi 'Kurtuluş Savaşı'nı veriyor. Pek çoğumuzun anlamadığı budur. Ve bundan dolayıdır ki, Fenerbahçe yenilmez!

02 Kasım 2011, Çarşamba 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Muhammed'in suçu neydi?‘’

Üç gün içinde Türkiye'nin gündemine oturan Muhammed Demir'in gökten zembille düştüğünü mü sanıyorsunuz. Genç milli takımlarda maç başına bir gol ortalamasıyla oynayan Demir, bugüne kadar kendisini görmezden gelenlerin utancıdır.

Gün geçmesin ki, kulüplerimizin devasa borçlarıyla ilgili haberlerle karşılaşmayalım. Üstelik gelirleri, bir kaç yıl öncesine nazaran kat be kat artmışken! Bunun böyle olmasının en büyük nedeni hiç kuşkusuz yöneticilerin transfer hovardalığıdır. Sınırsız yabancı transferini fırsat bilen kulüp yöneticileri, öylesine akılsız işlere imza atıyorlar ki, Türkiye kısa sürede vasat futbolcu mezarlığına dönüyor. Gelenler de, rüyalarında göremeyecekleri paraları kazanarak ülkelerine servet sahibi olarak dönüyorlar. Tabii bu arada olan da, altyapıda fırsat bekleyen yerli yıldız adaylarına oluyor. İşte bunlardan biri de üç gün içinde oynadığı iki maçla Türkiye'nin gündemine oturan 19 yaşındaki Muhammed Demir'dir. Eminim, "Şimdi bu genç de nereden çıktı?" diye düşünenleriniz çoğunluktadır.

Keşfedilmeyi bekledi!


Muhammed durup dururken ortaya çıkmadı. Gökten zembille de inmedi. Zaten vardı. Ama görmezden geliniyordu. Önce Ertuğrul Sağlam tarafından derdest edildi. Altyapısından yetiştiği Bursaspor'da toplam bir saat bile forma giyemedi. Sözleşmesini yenilemeyince de kadro dışı bırakıldı. Ardından Gaziantep'in yolunu tuttu. Ne var ki kendisini transfer eden Tolunay Kafkas da nedendir bilinmez, yüzüne bakmadı. Üstelik takım, tarihinin en kötü sezon başlangıcını yapmasına rağmen. Muhammed bütün bunları yaşadığı süreçte ise genç milli takımlarda leblebi gibi gol atmaya devam etti. Maç başına bir gol ortalamasıyla oynayan genç futbolcuyu bir kaç yıl sonra Dört Büyüklerden birinde milyonlarca Euro'ya forma giyerken görebilirsiniz. Ama önce, Brozek'ler, Henrique'ler, Bienvenu'ler, Edu'lar, 'Büdü'ler ve daha nicelerinin eşek yüküyle parayı ceplerine indirmeleri gerekir! Ki, rahatlayalım!

Yine yeniden hakemler!

Muhammed'in futboluyla içimizi ısıttığı haftaya bir kez daha hakem hataları damgasını vurdu. En bilineni hiç kuşkusuz Abdullah Yılmaz'ın Galatasaray-Gaziantep maçını katletmesiydi. Servet'in kırmızı kart gördüğü pozisyonda Yılmaz'ın kararı için 'büyük hata' demek bile hafif kalır. Bu kararda hakemin niyetinin sorgulanması gerekir. Maç içinde verdiği diğer yanlış kararlar ise ipin ucunu kaçırmasının sonucudur. Değinmek istediğim bir diğer konu ise, Sivas-Mersin maçında Hüseyin Göçek'in Eneramo'ya gösterdiği sarı karttır. Kurallara göre kart doğrudur. Futbolcu formasını sıyırıp başını kapattığı için sarı kart görmesi gerekir. Burada Göçek kuralı uyguladı. Ancak işin bir de insani boyutu var. Eneramo bir kaç gün önce kaybettiği annesine adıyordu, attığı golü. Bunu formasının altındaki fanilasına da yazmış ve gol sonrası taraftara göstermişti. Belki eski kafayım ama, burada ben hakem olsam o kuralı uygulamazdım. Eneramo'yla empati kurardım. Acısını paylaşırdım. Tepkisini anlayışla karşılardım. Yaptığı kural ihlalini görmezden gelirdim. Ama Göçek bunu yapmadı. Keşke Hüseyin Göçek bütün kuralları, tüm maçlarında böyle titizlikle uygulasa da, alem hakem görse! İki hafta önceki Galatasaray-Bursa maçında uygulamadığı kurallar henüz hafızalarda yerini koruyor da...

29 Ekim 2011, Cumartesi 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Şehitler ölür!‘’

Türkiye bir ölümler ülkesi. Hayatın ötelendiği, ölümün kutsandığı inanç ve törelere sahibiz. Terör, deprem, trafik kazaları günlük hayatımızın rutinleri arasında çoktandır yerini almış durumda. Öylesine kanıksamışız ki, Güneydoğu'dan her gün üçer beşer gelen şehit cenazeleri artık bir şey ifade etmiyor! Vah, vah bile demiyoruz! Gazeteler şehit haberlerini tek sütundan görüyor. Ancak ve ancak büyük ölçekli bir olay gerçekleştiğinde titreyip kendimize geliyoruz! Olayın vahametini o zaman kavrıyoruz. Bir kaç gün isyan ediyoruz; yürüyüşler, mitingler filan düzenliyoruz. Sonra yeniden hayata karışıyoruz. Bir yeni trajedi daha yaşanana kadar... Tıpkı bugünlerde olduğu gibi. Son bir hafta içinde acı, tsunami dalgaları gibi arka arkaya vurdu tüm Türkiye'yi. Güneydoğu'dan katar katar gelen şehit cenazeleriyle öfke ve isyan duygularımız kabardı.

Duyarlılığımız anlık

Statlar şehitler için ayağa kalktı. Nümayiş hala sürüyor. Ardından depremle bir kez daha enkaz altında kaldık. En az hain kurşunlar kadar hain olan 'hırsız müteahhit-bürokrat' ortaklığına öğretmenleri, öğrencileri, çocukları, bebeleri, ebeveynleri kurban verdik. Tüm Türkiye yardım için seferber oldu. Kulüplerimiz de öyle. Bunlar güzel şeyler. Türk insanının en önemli hasletlerinden biridir acıya ortak olmak. Ama nereye kadar? Göreceksiniz, hepsi bir kaç gün daha sürecek. Sonra unutup gideceğiz, olanları, ölenleri. Giden gittiğiyle kalacak. Geride bıraktıkları da kendi kaderleriyle baş başa... Çünkü bizim gerçeğimiz bu. İhmal, vurdumduymazlık, aymazlık temel karakteristik özelliklerimiz olmuş. Duyarlılığımız da baki değil, anlık. Başa çıkmamız gereken devasa sorun budur.

26 Ekim 2011, Çarşamba 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Ahmet Bey'in hayali!‘’

Hayat bir illüzyondan ibarettir. Gördüklerimiz aslında yanılgılarımızdan başka bir şey değildir. Çünkü sadece sahneye odaklanmışızdır. Sahne ise parıltılıdır; eğlencelidir. Genellikle bizi kendi trajedilerimizden, dertlerimizden, kasavetimizden uzaklaştırmaya yarar. Bizi eğlendirmeyi görev edinen oyuncuların sergiledikleri hünerlerin büyüsüne kapılırız. Hipnotize oluruz. İzlediklerimiz bir nevi uyuşturucu etkisi gösterir. Bu şekilde yalın gerçeklerden koparız. Yabancılaşırız. Hem kendimize, hem de ait olduğumuz dünyaya. Bu iki yönlü işleyen bir süreçtir. Sadece kendimizden değil, özdeşleştiğimiz sahne sanatçılarından da uzaklaşırız. Bir yandan onları hayatımızın öznesi, masal kahramanı yaparız; onlara öykünürüz; onların yerinde olmak isteriz. Öte yandan onların sahne arkasındaki trajedilerine yıldızlar kadar uzak oluruz. Çünkü gördüklerimiz, sadece görmek istediklerimizdir. Bu durum futbolcular için de geçerlidir. Zira onlar da sahne sanatçısıdır. Biz sadece kazandıkları paralardan, aldıkları arabalardan ve evlerden, çıktıkları mankenlerden ibaret olduğunu düşündüğümüz şatafatlı yaşamlarını görürüz. Oysa perdenin arkası bildiğimiz gibi değildir. Onların da acıları, düş kırıklıkları, dramları ve yalnızlıkları vardır. İşte hep beraber şahit olduk, Kayserispor kalecisi Gökhan Değirmenci'nin baba acısına. 15 gün önce kendisini izlerken kalp krizi geçirerek hayatını kaybeden baba Ahmet Değirmenci'nin hayalini gerçekleştirdiği an, genç kalecinin yaşamının en trajik anıydı aynı zamanda. Çünkü Ahmet Bey, oğlunun bir gün İnönü'ye çıkmasını hayal etmişti. Gökhan babasının o hayalini gerçekleştirdi. Ama ne fayda... Gerçekleşen hayal miydi, vasiyet miydi, belli değildi. Bu, hayatın Gökhan'a kurduğu sinsi bir tuzaktı. Ve o da hayatın bir parçasıydı. Hepimiz gibi.

19 Ekim 2011, Çarşamba 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Altyapı felsefesi‘’

Yıllardır Galatasaray altyapısı üzerine üretilen ve yürütülen bir tevatür vardır: Florya futbolcu fabrikası! Gelgelelim, son 15 yılda Florya’dan Emre Belözoğlu ve Arda Turan dışında birinci sınıf futbolcu çıktığını görmedik. Galatasaray, UEFA şampiyonu efsane takımı oluşturan altyapı menşeli oyuncuları hala arıyor. Ancak ne var ki, Florya’dan beklenen patlama bir türlü gerçekleşmiyor. Elbette bunun görünen ve görünmeyen bir çok sebebi var. Benim ilk aklıma gelen ise, yalnız Florya’yı değil, ülkemizdeki diğer kulüplerin altyapılarını da teslim almış olan çarpık zihniyettir. Futbolcu yetiştirmekten ziyade kendi cv’lerini parlatmayı ilke edinen altyapı hocaları, yetişme çağındaki çocukları kaldıramayacakları ölümcül bir yarışa sokarak, yıldız adaylarının daha yolun başındayken bedensel ve zihinsel olarak iflas etmelerine neden oluyorlar. Galatasaray altyapı takımlarının elde ettikleri şampiyonluklarla başlarındaki hocaların kendilerine nasıl kariyer yaptıklarını hep beraber biliyoruz! Keza, geleceğin yıldız adaylarının hayat boyu yakalarını bırakmayan sakatlıklarla nasıl heba olduklarını da... Oysa, futbolun içinde yer alan hemen herkesin artık benimsemeye başladığı ve dünyadaki tüm üst düzey kulüplerde de yaygın olan anlayış, maç kazanmak değil, futbolcu kazanmaktır.

Terim’in Galatasaraylılığı şanstır

İşte bu felsefeyi Fatih Terim’in üçüncü Galatasaray serüveninde sık sık dile getirmesi Sarı-Kırmızılı kulübün geleceğinin inşası yolunda çok önemli bir eşiktir. Florya’yı yeni baştan dizayn etmek için kolları sıvayan Fatih Hoca, bilgisiyle, birikimiyle, tecrübesiyle ve gelişen vizyonuyla 21. Yüzyıl’ın Galatasaray’ını yaratmayı öncelikli hedef olarak belirlemiş durumda. Galatasaray A2 Takımı’nın Denizlispor ile yaptığı maçta buna bizzat şahit oldum. Maçın üçte birlik bölümünü birlikte izlediğim Fatih Terim’in yaşadığı coşkuyu ve heyecanı görünce, Florya için tasarladığı planlarını dinleyince özlemle beklenen ‘2000 Ruhu’nun temellerinin atılmak üzere olduğu izlenimini edindim. Florya’ya, davranış bilimi uzmanından pedagoguna, strateji-taktik belirleyicilerinden egzersiz fizyologlarına, analistinden mentörüne, tesislerin modernizasyonundan sahaların standart hale getirilmesine kadar bir dizi yenilik getirmeyi planlayan Terim Hoca’nın, bu konuda Galatasaray için önemli bir şans olduğunu söyleyebilirim. Zira, çok iyi biliyoruz ki, dünyanın en büyük hocasını da getirseniz altyapı pek umurlarında olmuyor. Ayrıca kendisi de dünyanın en iyi hocalarından biri olan Fatih Terim’in Galatasaray’la özdeşliği altyapının en büyük umududur. Umarım, pusuda bekleyen bir takım iç-dış gizli güçler devreye girip Terim’i kaçırtmaz da, Galatasaray yakaladığı bu önemli fırsatı değerlendirir.

11 Ekim 2011, Salı 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Bokstaki kimlik bunalımıdır‘’

2008 Pekin’den sonra erkekler bokstaki tek kayda değer başarımız Ankara’da yapılan Avrupa Şampiyonası’nda Fatih Keleş’in kazandığı altın madalyaydı. Final yapan bir diğer boksörümüz Adem Kılıççı ise gümüşte kalmıştı. Tüm amatör branşlarda ev sahibi ülkelerin madalya almasının bir gelenek olduğundan yola çıkarsak, Haziran ayında kürsüye çıkan iki sporcumuzun ekim ayındaki Dünya Şampiyonası’nda neden ilk turda elendiği daha iyi anlaşılır. Boksta artık çok küçük nüanslar kazananı belirliyor. Burada da hakem faktörü devreye giriyor. Boksta hiçbir branşta olmadığı kadar hakemlerin etkisi yüksektir. Ev sahibi olursanız hakemler aleyhinize daha az hata yapar, misafirseniz de canınız yanar. Bu meselenin bir yanı. Diğer boyutu ise; Türk boksu, Sinan Şamil Sam’ın Dünya Şampiyonluğu ile Atagün Yalçınkaya’nın olimpiyat ikinciliği dışında son 20 yılda zaten kayıptı. Bir sistemi, ekolü yoktu. Bugün de yok. Yeni federasyon Kübalı antrenörleri getirerek boksa bir kimlik kazandırmaya çalıştı. Ancak bunu yaparken de olimpiyat tecrübesi yaşayan Türk antrenörler tamamen sürecin dışında bırakılmamalıydı. Son olarak, Pekin’den sonra boksta yaşanan iktidar kavgalarının da bugünkü tabloda önemli bir rolü olduğunu hatırlatmakta fayda var. Ankara’da havalanan kelebeğin kanat çırpıntısı, Bakü’de fırtınaya dönüştü. Meselenin özü budur.

06 Ekim 2011, Perşembe 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Sinan Bey'in gözleri!‘’

Dünyada hiç bir şey takım taraftarlığının yerini alamaz. Sürekli değişim halinde olan insanoğlu, kendisi gibi değişen zamana ve koşullara göre tercihlerini, tutkularını, zevklerini, düşüncelerini; hülasa sahip olduğu her şeyi değiştirebilir. Bir tek tuttuğu takım hariç. Takım taraftarlığı, takım sevgisi bir ömür baki kalır. Değiştirdiğini iddia edenler bile için için ilk göz ağrılarını sevmeye devam ederler. Çünkü o yangın bir kez yüreğini sarmıştır. Söndürmek mümkün değildir. Bir başkadır takım sevgisi. Taraftarlık tutkudur, aşktır. Saf sevgi yeterlidir taraftar olmak için. Sevmek için ise bakmak, görmek gerekmez. Aslolan hissetmektir. İşte budur var oluşun formülü.



Engel, körelen yüreklerdir


Görülmemiş bir kenetlenmeyle bu sezonun da fenomeni olmaya devam eden Fenerbahçe'nin son İstanbul Büyükşehir Belediyesi maçındaki görme engelli taraftarı Sinan Bey, bunu bir kez daha ispatladı cümle aleme. Görmeden de sevilebileceğini, takım tutkusunun yaşanabileceğini gösterdi Sinan Bey, gören gözlere... Onun için duymak, dokunmak, yüreğinin derinliklerinde hissetmek yeterliydi. O coşkuyu, o heyecanı yaşamak için gönül gözüyle bakmayı bilmek gerekiyordu. O da bunu çok iyi biliyordu. Tanrı belki ondan renkleri, görüntüleri esirgemişti; ama bu Fenerbahçe'ye tutkuyla bağlanmasına ve şu zor günlerde takımının yanında yer almasına engel değildi. Çünkü engel, görme yeteneğini kaybeden gözlerde değil, körelen yüreklerdedir ancak...

05 Ekim 2011, Çarşamba 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Terim etkisi‘’

Fatih Terim Galatasaray’ın en önemli sorununu çözmüş gibi. Çünkü Galatasaray’da bu sezonun en önemli değişimi hiç kuşkusuz duran top organizasyonlarındaki başarı grafiğinin yükselmesidir. Geçmiş yıllarda duran toplardan hiç bir pozitif değer üretemeyen Sarı-Kırmızılı takım bu sezon ise bambaşka bir görüntü sergiliyor. Selçuk’un kullandığı tüm duran toplar rakip kale için büyük tehlike yaratıp gol ve goller bulunurken, rakibin kazandığı duran toplarda da doğru yerde, doğru zamanda, doğru hamleler yapılarak olası tehlikeler savuşturuluyor.

Gelgelelim Galatasaraylı futbolcuların aynı başarıyı oyun içi organizasyonlarda tekrarladığını söylemek mümkün değl. Çok iyi mücadele ediliyor, rakibe sahanın heryerinde pres uygulanıyor; bunun sonucunda da rekor sayıda top çalınıyor. Ancak kazanılan toplar aynı beceride kullanılamıyor. Sanki bir kopukluk, bir ahenksizlik, bir uyumsuzluk var gibi. Rakip kaleye ağır aksak ilerliyor Sarı-Kırmızılı takım. Fatih Terim’in takımlarında görmeye alışık olduğumuz o akışkanlık henüz oluşmamış. Tabii bunlar zamanla yerli yerine oturacak faktörler. Şu an için önemli olan, oyun disiplinin üst düzeyde olması ve yenilerin her geçen gün biraz daha takıma adapte olmaları. Özellikle de Engin Baytar’ın. Transfer edildiğinde kafalarda soru işaretleri yaratan ve camianın büyük bölümünün karşı çıktığı tecrübeli futbolcu, yorulup sahadan çıkana kadar gerek hücumda, gerekse defansta kusursuza yakın bir performans sergiledi. Son bir cümle de Ankaragücü için kurmak gerekirse; Melih Gökçek-Cemal Aydın ikilisinin yerle yeksan ettiği Başkent ekibinin bu haliyle ligde kalması mümkün değil.

03 Ekim 2011, Pazartesi 12:00
YAZININ DEVAMI