Arama

Popüler aramalar

‘’Hedef Avrupa'da final olmalı…‘’

Fransa Ulusal takımının kadrosundaki eksikliklere bakmayın. Şenol Güneş’in de dediği gibi bir yıl önce dünya şampiyonu olmuş bir ülkenin Milli takımının eksikliği olmaz. Dünyanın en pahalı iki kadrosundan birine sahip Fransızlar karşısında ortaya koyduğumuz fizik mücadele gösterdi ki, Şenol Güneş bazı oyunculardan vazgeçerse Ulusal takım en az Avrupa’da yarı final oynar.

Önce Ulusal takımın olumlu yanlarına bir göz atalım. Aydınlık’ta yazdığım günlerde, Mert Günok için özel bir yazı yazmıştım. Yazının özeti, “bu genç kaleciyi Volkan Demirel’in arkasında çürütmeyin. Semih Şentürk’ü, genç Semih diye diye yaşlandırdık. Mert’in kaderi de aynı olmasın” şeklindeydi. Mert Günok artık Avrupa’nın gözde kalecilerinden biri konumunda. Uluslararası turnuvalarda iyi bir kaleciye sahipseniz işin yarısı hallolmuş demektir. Mert Günok’tan hareketle şu çok bilinen ama korkak teknik adamlar ve yöneticiler yüzünden uygulanamayan gerçeğe gelmiş durumdayız: Geleceği olan gençler yedekte gelişmez, aşama yapmaları için, hataları olsa da oynatılmaları gerekmektedir.

Çağlar Söyüncü’de ilk oynadığı günlerde hatalar yaptı. Ama çabukluğu, top hakimiyeti ve özgüveni o kadar yüksek ki, bugün Merih Demiral ile birlikte Avrupa’nın en iyi ikilisi haline geldiler. Merih’de çok çabuk ve pozisyon bilgisi yüksek bir oyuncu. Sağ ve sol bekte oynayan Zeki Çelik ve Umut Meraş ile de uyum içerisinde görev yapıyorlar. Kaan Ayhan ise tarihe geçti neredeyse. Çünkü Fransa’ya iki gol atmak her oyuncuya nasip olacak bir özellik değil.

Bugünün futbolu atak üzerine değil de savunma organizasyonuna dayanarak düzenlendiğine göre ülkemizin bu anlamda eksiği yok fazlası var. Genel olarak bakıldığında da takım savunmasının üzerinde bir defans kurgusu var. Yine de genel olarak bakıldığında benim 10 yaşından bu yana izlediğim(1966) Milli takımlar içerisindeki en mücadeleci, diri ekip bugünkü kadro olmalı.

Bu kadronun birtakım eksikleri var. Örneğin Orta alanda Ozan Tufan’ın o kadar uğraşa karşın kilo sorunu giderilemiyor. İkinci yarıda çektiği bir şut var, tam da fazla kilodan yorulmuş bir futbolcunun görüntüsünü örnekliyordu. Topa vururken dağıldı ve top üç-beş kale boyu yukarıdan auta gitti. İrfan Can Kahveci’nin ayakları düzgün ama fizik mücadele de eksik kalıyor. Bizim ligimizde oynayan futbolcularda bu eksiklik açık olarak gözleniyor.

Gelelim asıl soruna… Klasik santrfor çoktan öldü! Bu bağlamda Burak Yılmaz ve Cenk Tosun’un yazın oynanacak finallerde bu takıma katkı yapacağını düşünmüyorum. Elimizde öyle bir kadro var ki, bu takım santrfora ihtiyaç duymuyor. Şenol Güneş şimdiden 4-6-0 dizilişi üzerine düşünmeli, Barcelona uzun yıllardır böyle oynuyor. Bu takım Barcelona mı diye düşünmeyin. Elimizde derinliği olan kaliteli bir kadro var. Baksanıza, ikinci yarıda oyuna giren iki oyuncumuz golü hazırlayıp attılar. Karşınızda Dünya Şampiyonu var ve iki metreye yakın boyu olan stopere sahip.

Maçın iki net gol pozisyonu var. Önce Griezmann kaçırdı. Ama Fransız oyuncuyu rahatsız eden savunmacılar vardı. Burak Yılmaz’ın yanında ise hiç kimse yoktu, daha uygundu. Ama o kadar formsuz ki, bedenini doğru konuma getirip doğru vuruşu yapamadı. Sonuçta yinelemekte yarar var; bu takım doğru yönetilirse Türkiye dünya sıralamasında ilk altı ya da yedinin içine girer…

15 Ekim 2019, Salı 13:02
YAZININ DEVAMI

‘’Bu Milli Takımı neden sevdik?‘’

Önceki dönemlerde şiddete eğilimli, kendini her şeyden üstün gören ve parasal isteklerini formanın üzerine çıkartmaya çalışan bazı oyuncular yüzünden Ulusal gururumuz olan takıma kuşkuyla bakanların sayısı az değildi. Lucescu ile başlatılan yeni dönem de, yepyeni bir genç kuşakla yarışa girince hepimiz sevindik, renklerimize yeniden bağlandık. Temiz ve dürüst oyun ilkesini öncelikli gören bu takımı da, hepimiz sempati ile yaklaştık.

Galiba insanın doğasından kaynaklanıyor. Bulunduğu yeri sağlama alıp arkasındaki gücün itici kuvvetiyle olsa gerek yoldan çıkıyor olmalı. Oyunun başında Arnavutlarla girişilen o itiş kakış bizim “temiz milli takım” dediğimiz oyuncularımıza hiç yakışmadı. Bu yüzden takımın en önemli iki savunmacısı Merih ve Kaan Ayhan sarı kart gördüler. Arnavut oyuncular bu durumu taktik olarak kullanmayı deneseler, sayısal olarak azalabilirdi takımımız. Biz sahada dayılanan, kabadayı gibi dolaşan oyunculardan bıkıp, usandığımız için bu milli takımı sevdik. Şarkı sözlerinden esinlenerek “başkası olma kendin ol!” diyerek bu konuyu geçip maçın teknik, taktik uygulamalarına bakalım.

Arnavutluk Ulusal takımı kötü bir ekip değil. Bana sorarsanız galibiyete daha yakın olan taraf Arnavutlardı. Son dakikalarda topu boş kaleye atabilseler ve Mert Günok’un kurtarışları olmasa çok büyük olasılıkla bir büyük turnuvaya daha veda etmiş olabilirdik. Çünkü mücadele edeceğimiz takım sayısı ikiden üçe çıkacaktı. Ancak futbolun içinde nelerin olabileceğini futbol bize hep öğretiyor da, başta Şenol Güneş olmak üzere biz öğrenmesini bilmiyoruz.

Maçın gidişatına bakıldığında yüksek toplarda üstün olan Arnavut savunmasının üzerine nasıl gidileceğini futbol bize gösterdi. İki defa ortadan ver kaç ile rakip savunmanın arkasına sarktık ikisinde de çaprazdan yapılan vuruşlar kaleyi bulmadı. Böyle oynamak varken bizimkiler sürekli karanlığa orta yaptılar. Arnavutların kalecisi ile kendi savunma oyuncusu birbiriyle çarpışınca boşta kalan topu Cenk Tosun boş kaleye gönderdi. Böyle bir gol için Ulusal takımın teknik direktörü neden çıldırasıya sevinip yanındakilerin üzerine sıçrar. Yaşı yetmişe dayanmış bir insana bu yakışır mı? Sevincin de üzüntünün de bir sınırı olmalı.

Şenol Güneş’in bu davranışı doğal mıdır bilemiyorum. Ama gene de Napolyon’undan aklıma gelen şu sözü söylemeden geçemeyeceğim: “Doğal olmayan her şey, kusurludur.” Bu, ister ahlaki olsun isterse fiziksel her şey ve herkes için geçerli bir kuraldır.

Sorumuzu yineleyelim; Bu Milli Takımı neden sevdik? En basitinden sessiz sedasız işini yapmaya çalıştığı için. Ancak Arnavutlar karşısında ses çıkarmanın hatta takırdamanın ipuçlarını gördük. İspanyollar şöyle der: “Takırdayan nalın bir çivisi eksiktir.” Şenol Güneş’in asıl görevlerinden biri de işte bu eksik çiviyi bulup yerine koymak, yapıyı sağlamlaştırmaktır…

12 Ekim 2019, Cumartesi 13:22
YAZININ DEVAMI

‘’Futbol herkesi eşitliyor‘’

Özellikle büyük takımların aldığı sonuçlara bakıldığında, yandaşlarının kabullenemediği derecede az puan toplamaları çoğumuza anormalmiş gibi gelebilir. Aslında kulüplerin olanaklarının gelişmesi sonucunda puan cetvelindeki görüntüyü normal karşılamak gerekiyor. Çünkü bazı takımların köklü tarihi, almış oldukları şampiyonlukların verdiği özgüven ve motivasyon, arkalarındaki büyük seyirci potansiyeli ve ekonomik olanakları, dışarıdan futbol sahasına bakıldığında büyük bir avantaj olabilir.

Ne var ki sahada oynanan oyunun bu unsurlarla bağlantısı olsa da asıl etkili olan takımların seçtikleri strateji ve taktiklerdir. Olaya bu noktadan baktığınızda artık futbolun teknik, taktik, antrenman ve stratejisinde sırlar yoktur. Her takım asgari bir yerde buluşmuş durumdalar. Ligin sonu yaklaştığında belki büyük takımlar yine üst sıralardaki yerlerini alacaklar ama artık hiçbir büyük takımın diğerlerini yenme konusunda garantisi yoktur.

Çünkü futbol giderek herkes eşitliyor. Toplumların bireysellikten uzaklaşıp eşitlikçi, paylaşımcı bir yaşam biçimine doğru yol almasının sonuçlarının futbola yansıması gayet doğaldır. Bizim kuşaklar Metin Oktaylara, Can Bartulara, Lefter Küçandonyadislere, Baba Hakkılara ve daha birçok büyük bireysel oyunculara özlem duysak da, bugünkü kuşaklar kendi futbollarını olduğu kadar kendi değerlerini, kültürlerini, bizlere çok bağlı olmaksızın oluşturuyorlar.

Sözünü ettiğimiz eski büyük oyuncuları bugünlerle karşılaştırmak hepimizin yaptığı ortak yanlışlardan biridir. Oysa her kuşağı kendi zamanına göre değerlendirmek gerekmektedir. Bu konuya ilişkin Hz. Ali’nin çok yerinde bir sözü var: “Çocuklarınızı kendi isteklerinize göre değil, zamanına göre yetiştirin.” Aslında biz ne kadar istesek, engel koysak da çocuklar kendi zamanlarını yaşıyorlar. Bunun doğal sonucu olarak o büyük oyuncular bugün dünyaya gelselerdi, hiç kuşkusuz kendi zamanlarından çok daha faklı olurlardı, belki de hiç futbol oynamazlardı.

Öyleyse bugünkü kuşakları iyi gözlemlemek, onları anlamak, kendi zamanları ve kültürleri ile değerlendirmek hem doğru olur hem de eleştirilerde tutarlılığın yolunu açar. Unutmamak gerekir ki, aileniz ne derece kültürlü olursa olsun, bu kültür genetik yollarla çocuklara aktarılamıyor. Her çocuk dünyaya beyaz bir sayfa olarak geliyor ve kendi zamanının kültürünü oluşturuyor.

Bu bağlamda büyük takımların her zaman her takımı yeneceğine ilişkin bir futbol kültürü artık yok! Üç büyüklerin yedi haftada topladığı puanları üst üste koyduğunuzda belki de lig tarihinde böylesine az bir toplam puan yok! Ama buna alışacağız! Sadece buna değil, önümüzdeki on yıl sonunda her futbolsever yaşadığı kentin takımını tutacak. Sözgelimi İzmir’de Göztepe ile Fenerbahçe oynayacaksa, İzmirli Fenerbahçeliler Göztepe’yi protesto edemeyecek!

09 Ekim 2019, Çarşamba 11:35
YAZININ DEVAMI

‘’İkinci yarıdaki Beşiktaş‘’

Kendi alanında, seyircisi önünde mücadele eden bir takımın temel strateji, ilk dakikalarda rakibini endişeye sürükleyecek baskı ile oyuna başlamak olmalıdır. Bu geçmişte böyleydi, bugün de değişmedi. Ne var ki, Beşiktaş öylesine pasif bir futbol ile oyuna başladı ki, sanki Alanyaspor ev sahibi onlar deplasmandaydı. Maçın 15 dakikalık bölümü geride kaldığında topla oynama üstünlüğü Alanyaspor’un elindeydi. Bu oyunun doğal sonucu olarak da, Beşiktaş santrforu Burak Yılmaz ilk kez topa dokunduğu zaman saatler 18. dakikayı göstermekteydi. Burak Yılmaz’ın ilk yarıda topla oynamadığını sadece üç defa topa dokunduğunun altını çizersek siyah-beyazlıların oyun olarak hangi konumda olduğunu anlayabilirsiniz.

İlk yarının sonlarına doğru Beşiktaş topla oynama oranında rakibiyle eşitliği sağladı ama nasıl? Bu devrede Beşiktaş’ın en iyi yaptığı iş, stoperleri ve bekleri ile birbirine yaptıkları yan ve kaleci Karius’a verilen geri paslardı. Alanyaspor baskısı altında bunalan Beşiktaşlılar bu dakikaları geriye ve yana oynayarak geçirdiler.

Maç ikinci yarıda adeta kıran kırana bir mücadeleye dönüştü. Henüz sezonun yedinci karşılaşması olmasına rağmen böyle üst düzeyde bir ikinci yarı futbolumuzda az görülen olaylardandır. İlginç olan, mücadelenin boyutu yükseldikçe Atiba’nın ön plana çıkmasıydı. Son oynadığı maçta kendisini eleştirdiğim Kanadalı oyuncu maçın ikinci yarısında mücadele ve oyunu rakip alana yığma konusunda zirve yaparken, maça başlangıcın en kötü oyunculardan biri olan Enkoudou da ona eşlik etti. Enkoudou, çabukluğunun yardımı ile harika bir çalım atıp haklı bir penaltı aldı. Çok kolay adam geçen bu oyuncunun temel sorunu ise ilk yarıda rakip bekle hiç baş başa kalmaması. Bire birde durdurulması çok zor bir oyuncu…

Kötü geçen ilk yarıdan sonra Abdullan Avcı’nın, Ljajic-Diaby değişikliği de oyuna damgasını vurdu. Hemen hemen Oğuzhan Özyakup ile benzer özyapıda ki Ljajic’in birlikte oynaması belki de hataydı. Çünkü ilk yarıda Oğuzhan Atiba tarzı mücadeleci oynamak zorunda kalınca maçın gidişatı da Beşiktaş’ın aleyhine döndü. Diaby ikinci golü atarken, kendi başlattığı atağı harika bir topsuz koşu ile tamamlayıp Beşiktaş’a nefes aldırdı. Bu gol Beşiktaş’ın ne yapması gerektiği konusunda da net bir ipucu oldu. Bir takım bugünün futbolunda rakip savunma arasına sürpriz koşular yapan oyuncuya sahip değilse kazanması çok zor olur.

Şenol Güneş tarafından yok sayılarak küstürülen Lens’in kendine gelmeye başlaması da Beşiktaş için bir kazanç olmalı. Lensi’n başarılı olması Diaby’in orta alanda alternatif olması anlamına da gelmekte. Burak Yılmaz henüz tam formunda değil. Bu yüzden ikinci hamleleri yapamıyor. Hatta geçen maçtan sonra bu karşılaşmada da rakibinin yüzüne dirsek atıp sarı kart görmesi fiziksel kalite eksikliğinden kaynaklanıyor. Ancak Diaby’in attığı ikinci golde de, rakip alana koşu yapan bir oyuncunun ne zaman tekte ve ne zaman topa basarak orta yapması gerektiğine iyi bir örnek oldu.

06 Ekim 2019, Pazar 19:32
YAZININ DEVAMI

‘’Temel sıkıntı topla fazla ve gereksiz oynamak…‘’

Geçen hafta oynanan Galatasaray-Fenerbahçe maçına ilişkin bana sorulan birçok soru oldu ama bu sorulara yanıt vermek yerine dikkatleri kaleci Altay üzerine çekmeye çalıştım. Geçen hafta olduğu gibi Antalyaspor karşısında da, Fenerbahçe’nin en iyi oyuncusu kaleci Altay’dı. Fenerbahçe ve Türk futbolu büyük bir kalecinin ayak seslerini duya dursun biz maça dönelim.

Oyunun geneline bakıldığında Fenerbahçe’nin istekli oyununu izledik. Erken yenilen golde Jailson’un ne yapmak istediğini anlamak çok güçtü. Çünkü Umut’un önünü boşaltıp gol atması için adeta kenara çekilen bir savunma oyuncusunu bunca yıldır ilk kez görüyorum. Bir kaza golü desek değil, bir hata golü desek hiç değil. Jailson’un, Ufuk’a açtığı gol yolunu anlayan varsa beri gelsin!

Artık çok net görülüyor ki büyük takımların temel sıkıntısı topla fazla oynamak. İstatiksel verilere bakıldığında Fenerbahçe neredeyse rakibinden dörtte üç oranında daha fazla topla oynamış ve yine rakibine göre sayısız pas ve orta yapmış. Ama tabela Fenerbahçe’nin yenildiğini gösteriyor. Pas oyunu kaybediyor, direkt futbol kazanıyor! Ya paslar doğru yapılmıyor ya da pas oyunu rakip savunmanın çabuk toparlanmasına neden oluyor.

Fenerbahçe oyunu hızlı oynamak adına telaş ve acelecilikle olgun ataklar geliştiremiyor. O acelecilik içinde soğukkanlı olarak bildiğimiz Kruse bile rakibin hatası sonucu kaptığı topu aut çizgisi üzerinden kaleye şutluyor. Oysa Vedat Muriqi gol için çok uygun durumdaydı. Eğer pas verebilseydi Vedat topu boş kaleye yuvarlayacaktı.

Fenerbahçe’nin iki beki Isla ve Diar’ın bile rakip kale önünde oynadığı bir karşılaşma bir futbol gerçeğini daha gözlerimiz önüne serdi. Çok oyuncuyu rakip ceza alanı etrafına ve içine göndermek kazanmanın garantisi olamıyor. Fenerbahçeli Zazic’in bir kafa vuruşu gol olacakken Muriqi’e çarptı. Çok oyuncuyla hücum yapmaktansa ne yaptığını bilen futbolcularla atağı geliştirmek daha iyi sonuç verir.

Ersun Yanal’ın maç sonunda söylediği anlamsız, hiç kimseyi tatmin etmeyen, tribüne oynayan sözleri de gösteriyor ki Fenerbahçe gelecek haftalarda da ne yaptığını bilen olgun ataklarla futbol oynayan bir takım haline gelmek için epey çaba harcayacak…

04 Ekim 2019, Cuma 23:22
YAZININ DEVAMI

‘’Gol, neden futbolun nadide çiçeğidir?‘’

Galatasaray’ın, Paris St. Germain karşısında ortaya koyduğu mücadele genel olarak beğenilmesine karşın, ayrıntılardaki nitelik farkı gözlerden kaçtı. Bugünün futbolunda temel değer olarak iki unsur ön plana çıkmaktadır: Savunma tarzı ve gol için yapılan taktik planlamada devamlılık ve ödün vermeden rakip ceza alanı çevresinde delici tek paslarla topu ayağa oynamak.

Bu oyun anlayışı içerisinde PSG öylesine güzel bir gol attı ki, bu şahane gol, golün neden futbolun nadide çiçeği olduğunu adeta kanıtladı. Son oyuncunun boş kaleye yuvarladığı bir golün neresi güzel diye sorabilirsiniz. Ancak golün güzelliği son vuruşta değil, gol öncesinde yapılan birbirinden güzel hazırlık paslarındaydı. Günümüzde hemen hemen her takım pas oyunu oynamaya çalışıyor ya, alın size pas oyununun ne olduğu ve bu oyun anlayışıyla nasıl gol atılacağına tipik bir örnek…

Futbolu özel yapan ve diğer takım oyunlarından yolunu ayıran, daha önemlisi, futbolu futbol yapan şey budur. Skor yapmak için o kadar çok çaba gösterilir ki(bir gol ortalama 69 dakikada atılabiliyor) her gol bu yüzden büyük bir coşkuyla kutlanır. Oyun da bu yüzden bu kadar heyecanlıdır. Oyunun herhangi bir anında atılan tek bir gol galibiyetle yenilgi, mutluluk ve keder arasındaki fark anlamına gelebilir. Gol futbolun güzelliğidir ve nazlı bir güzeldir.

Oysa futbolun başlangıcında gol bu denli nazlı bir güzel değildi. İngiltere liglerinin ilk örgütlendiği yıllarda 36-0, 37-0 biten karşılaşmalar vardı. Yapılan bir araştırma ile İngiltere profesyonel ve amatör liglerinde 1888-1996 yıllarındaki tüm maçlarda yani 119.787 maçta atılan goller incelenmiş. Bu araştırmanın sonucuna göre gol sayısının günümüze geldikçe azaldığı ortaya çıkmış. 1890-1900 yılları arasında maç başına 4,5 gol gibi yüksek bir oran varken 1996 da bu oran maç başına 2,6’ya düşmüş.

Oysa maç başına atılan gollerin günümüzde daha çok olması anlamında güçlü argümanlar var. İnsan performansının diğer alanları üzerinden gidecek olursak bu gayet makul bir önerme olurdu. Sahalara ve oyunculara eskiye oranla çok daha iyi bakılıyor, malzemeler daha iyi, kulüpler dünyanın öbür ucundan en iyi futbolcuları transfer edebiliyor. Zaman ilerledikçe her şey daha iyiye gidiyor. Hemen her alanda standartlar yükseliyor.

Peki, gol denen şeye neden giderek daha az rastlanıyor? Bu sorunun yanıtını daha önce satır aralarında değindiğim bir yazımda vermiştim. İşin sırrı takım oyunu gelişip golcüler büyüdükçe savunmada organizasyonun yetkinleşmesi ve golcülerin karşısına onlar kadar hızlı bir o kadar da sert defans oyuncularının yetişmesinde. Tepkimeli savaş uçaklarına karşı uçaksavarların üretilmesi gibi bir şey…

Futbol olgunlaştıkça oyuncular da gelişti. Daha hızlı koşar, daha sert şut çeker, daha hızlı top sürer, daha isabetli pas yapar oldular. Oyuncular geliştikçe, onları durdurmaya çalışan savunma yapıları da geliştirildi. Bu yapılar yani ofsayt tuzakları, pres, alan savunması, pas üçgenleri, disiplinli oyun, kaleciyle oynama ve kalecilerin ayak ile top kullanma becerilerinin gelişmesi gol sayısının giderek azalmasına neden oldu. Futbolcular kendi yeteneklerinin sınırlarını zorlarken, takımlar da buna karşı önlem almanın yollarını buldular.

Zor bulunan şey hem değerli hem de güzeldir. Futbolda insanları kendine aşık eden şey goldür. Zor bulunduğu, dolayısıyla değerli ve güzel olduğu için. Her maçta onlarca gol atılsaydı futbola bu denli aşık olabilir miydik? PSG’nin attığı o nadide golden her maçta onlarcasının atıldığını düşünün… Maçlara kaç kişi giderdi?

02 Ekim 2019, Çarşamba 12:21
YAZININ DEVAMI

‘’Beşiktaş'ın sorunu idari mi yoksa teknik mi?‘’

Yönetimleri uyumsuz ve sorun çözmeyi bilmeyen futbol takımlarının başarılı olması rastlantılara bağlıdır. Ancak teknik kadrosu uyumlu, sonuç almayı bilen takımlar bazen yönetimleri de kurtarabilir. Beşiktaş iki yıl üst üste şampiyon olduğunda da aynı başkan vardı ve yaklaşık olarak aynı yöneticiler de görevdeydi. Sorun yönetimin başarı ya da başarısızlığı değil, Samet Aybaba ve Slaven Blic tarafından hazırlanan kadroların Şenol Güneş ile zirve yapmasıydı. Bu başarı da hem yönetimi hem de 35 yıllık hocalık hayatında tek şampiyonluğu olmayan Şenol Güneş’i kurtarmıştı.

Bugüne geldiğimizde ise başkandan daha çok gerek teknik ekibin gerekse futbolcu kadrosunun yetersizliği sorun olarak duruyor karşımızda. Yeni transferlerin hiç biri takıma olumlu anlamda katkı yapabilecek nitelikte değiller. Kanatlara transfer edilen Boyd, Diaby ve Nkoudou’dan hiçbiri, Şenol Güneş tarafından futboldan küstürülen Lens kadar bile değiller. Özellikle Boyd’un alınma kararını kim verdi çok merak ediyorum. Abdullah Avcı, Boyd’dan bir Visca mı yaratmak istiyor? Böyle bir şeyin mümkün olmadığını bilmesi gerekiyor. Visca’nın yanında Boyd amatör küme oyuncusu olmaktan öteye geçemez.

Yeni transferlerden daha önemlisi takımdaki eski oyuncuların bazılarının futbol yaşamının bitmiş olmasıdır. Caner Erkin her oynadığı maçta Beşiktaş’a en az bir gol yediriyor. 18 yaşında CSKA Moskova’ya transfer olan Caner ağırlığı nedeniyle geri gönderildi ama o üç büyükler de ve milli takımda oynatılarak ödüllendirildi. Oysa bu futbolcu bırakın oyun yapısını savunma prensiplerinden bile haberdar değil. Nwakaeme’ nin attığı dördüncü Trabzonspor golünde Caner Erkin’in yaptığı hata minik takımlar düzeyinde öğretilir. Nwakaeme kendi sahasından aldığı topu Beşiktaş ceza alanının içine kadar sürdü. Caner onu kalesine yakın olarak takip etti ve rakibinin yaptığı vuruşu bizler gibi o da izledi.

Oysa futboldaki savunma prensiplerinde konu şöyle özetlenir: Bir rakip kaleden uzaktaysa oyala kaleye yaklaştığında sıkı markaj altına al. Caner bunu bilmez mi? Belki de biliyordur ama gücü ve bugünkü durumu onu kaçak güreşmeye yöneltiyor. Öte yandan Necip Uysal’ın durumu da pek farklı değil. Beşiktaş’ta görev yapan hocalar hangi mevki de sıkıntı yaşıyorsa Necip orada görevlendiriliyor. Bu iyi bir şeymiş gibi görünse de olan Necip’e oluyor. Orta alandan bozma stoperler savunmada iletişim sorunu yaşıyorlar. Necip ofsaytı bozduğu için iki hafta da iki gol yedirdi takımına.

Atiba’da artık son noktaya gelmiş. Geri ve yana oynamaktan başka bir şey yapmıyor, savunma gücü ise neredeyse bitmiş. Gökhan Gönül bütün iyi niyetiyle gücünün sonuna kadar savaşıyor ama futbol ve Beşiktaş’ın beklentileri artık onu da ağır geliyor. Geçen sezon Beşiktaş yandaşları tarafından bile protesto edilen, hedefsiz kalmış Beşiktaş’ta oynadığı rahat ortamda attığı goller ile taraftarın gönlünü alan ama iş zora gelince önüne aldığı topu kaleye iki metre uzaklıktan ıskalayan Burak Yılmaz’da futbol kariyerini tamamlamış gibi görünüyor.

Yeni transferler belki sorunludur ama sözünü ettiğim bu oyuncular daha büyük sorundur. Beşiktaş’a bir de bu pencereden bakmanın kime ne zararı olabilir?

30 Eylül 2019, Pazartesi 12:43
YAZININ DEVAMI

‘’Sezon başı derbisi!‘’

Maçın ilk yarısının geneline bakıldığında Galatasaray daha fazla topla oynadığı halde, oyunun kuruluş ve rakip alana yönlendiriliş bakımından daha iyi olan Fenerbahçe’ydi. Ne var ki Fenerbahçe’nin orta alandaki etkin oyununa rağmen gol pozisyonu bulan taraf Galatasaray oldu. Sarı kırmızılı takımın iki kez gol olabilecek değerde şutunu kaleci Altay iyi bir tepki kuvveti ile önledi. Altay, henüz genç bir kaleci… Önünde uzun yıllar var. Zaman içinde hataları da olabilir. Ama bu iki kurtarış, daha ilk derbisinde böylesine özgüven ile oynaması, onun Fenerbahçe tarihine geçecek kalecilerinden biri olabileceğinin kanıtı olsa gerek.

Genç Altay’ın kalesinde güven verici duruşuna karşın bu iki takımın gidişatında söz sahibi olmaları için alınan Kruse ve özellikle de Falcao’nun hiçbir varlık gösterememeleri ilginçtir. Kruse Alman olması nedeniyle oyun mücadeleye dönüştüğünde görüntüye geldi. Ancak Latın Falcao böylesi ortamları sevmediği için kayboldu. Bir dünya yıldızı olarak transfer edilen Falcao, bir şutu bırakın bir pas bile verebilecek pozisyonda olamadı. Brugge maçından sonra bu karşılaşmada da hiçbir etkinliği olmayan Falcao’nun bu durumunu sezon başı ve takıma geç katılmasına bağlayıp iyi niyetimizi koruyalım. Ancak bir büyük maçta bir büyük futbolcunun bu kadar vasat oynaması 90 dakika boyunca tek bir doğru hareket yapmamasını sadece sezon başına bağlamak iyimserlik ötesi bir şey olur.

Oyun ikinci yarıda biraz daha gelişti. İlk yarıda ki boğuşma yerini en azından futbol oynama isteğine bıraktı. Ne var ki iki teknik adamın yaptığı değişiklikler oyuna katkı yapmak yerine var olanı da bozdu. Özellikle Emre Mor ve Deniz Türünç ikinci yarının hayal kırıklığı oldular. Zaten Ersun Yanal iyi niyetle oyuna soktuğu Deniz Türünç’ü tekrar kulübeye aldı. Bu çağda bu profesyonellik düzeyinde bir oyuncuyu bu duruma düşürmek, onu kaybetmek anlamına gelebilir.

Kanımca, derbinin vasatın üzerine çıkamamasının nedenlerinden biri de lig planlamasıyla ilgili olsa gerek. Birçok yeni transferi olan iki takımın sezon başında karşı karşıya gelmesi için söylenecek söz şudur: bundan iyisi can sağlığı…

28 Eylül 2019, Cumartesi 22:38
YAZININ DEVAMI