Arama

Popüler aramalar

‘’Derbiler bize neler öğretir?‘’

Futbolda hiçbir karşılaşma birbirine benzemez. İster derbi olsun isterse sıradan maçlar hiçbir oyun birbirinin aynı değildir. Karşılaşma içerisinde benzer taktik ve stratejiler uygulansa da, uygulayıcı konumundaki futbolcular ve teknik adamlar değiştiği için oyunun gidişatı da farklılaşır. Denebilir ki son oynanan Fenerbahçe-Galatasaray maçında teknik direktörler aynıydı. Doğrudur ama uygulamalar ve sahaya sürülen oyuncular değişikti.

Örneğin Fenerbahçe-Galatasaray maçları sırasında, sarı lacivertli takımın kendi alanında karşı atak oynamak zorunda olduğu kaç oyun vardır, bu iki takımın tarihinde? Maç içinde yaşanılan yeni olaylar bazen teknik adamları yeni kombinasyonlar denemek zorunda bırakabilir. Hasan Ali Kaldırım’ın kırmızı kart görmesi de Ersun Yanal’ı kendi sahasında karşı atak ve savunma ağırlıklı bir oyuna yönlendirdi.

Çünkü savunma ve karşı atak üzerine kurulu bir oyun hücum etmekten daha kolaydır. Nitekim Galatasaray, neredeyse maçın büyük bölümünde çok forvetle hücuma dayalı bir oyun uyguladığı halde maçtan bir puanla ayrılmak zorunda kaldı. Eskiden beri savunma organizasyon hücum ise inisiyatiftir diye bir futbol deyimi vardır. Organizasyonu gelişmiş az sayıda savunma oyuncusu sayısal olarak daha fazla olan hücumculara gol şansı vermeyebilir.

Son oynanan Fenerbahçe-Galatasaray derbisinde oyun sarı-kırmızılı takımın lehine tek taraflı oynanmasına karşın, Fenerbahçe karşıtını kendi istediği bir oyun yapısına yönelttiği için sarı-lacivertliler açısından sorunun önemli bir kısmı çözülmüştür. Galatasaray kazanabilmek için gereken, oyun alanının boyutlarını çeşitlendirmek yerine maçı dar alana sıkıştırarak karşılaşmanın gidişatını kendi lehine çeviremedi.

Kaldı ki futbol alanında birçok şeyi doğru yapmak bile kazanmanın garantisi değildir. Bazı takımların rakiplerine karşı üstünlük sağladıkları halde maçı kaybettiğine ilişkin örneklerle doludur futbol tarihi. Çok fazla hücum geliştirmektense sınırlı sayıda atağı, nasıl başlatıp nasıl sonuçlandırmak gerektiğini bilmek kazanmak için daha gerçekçi bir formül olabilir.

19 Nisan 2019, Cuma 11:12
YAZININ DEVAMI

‘’Galatasaray neden kazanamadı?‘’

Bir büyük derbide özellikle de Fenerbahçe-Galatasaray karşılaşmalarında hakemin kötü yönetimiyle öne çıkması, henüz maç tamamlanmadan verdiği kararların tartışma konusu olması futbolumuzun mu yoksa hakemlik kurumunun mu sorunudur? Futbol az sayıda kural ile oynanmasına karşın her kuralın sayısız yorumu vardır. Sanırım hakemlerimizin temel sorunu bu anlık kararların yorumlanmasında geç kalmalarıdır.

Derbinin hakemi Ali Palabıyık VAR’dan yardım almasına karşılık Hasan Ali Kaldırım’ın pozisyonunu doğru yorumlayamadı. Palabıyık’ın kırmızı kart kararını en güzel Fanatik gazetesinin hakem eleştirmeni Deniz Çoban değerlendirmiştir. Futboldaki her kritik pozisyonun yorumu üzerine bir makale yazılabilir. Zaten herkesin üzerine çok konuşması, yorum yapması da futbolun kırmızı çizgilerinin çeşitliliğinden kaynaklanmaktadır. Bir pozisyonun ihlali birçok oyuncunun düşüncesini, eylemini ve hareketlerini bir noktada birleştirmektedir.

Hasan Ali Kaldırım ve Diagne arka arkaya koşmaktadırlar. Galatasaraylı oyuncunun doğal olarak arkaya savrulan sağ ayağı rakibine yetişmek için çabalayan Hasan Ali’nin dizine çarptı. Bu noktada planlanmış hiçbir şey yoktur. Pozisyonda mutlak bir gol durumu da yoktur. Çünkü kalesini çabuk terk eden kaleci Harun topu göğsüne almış, iki oyuncunun aksiyon alanına çıkartmıştı. Deniz Çoban Hocanın da dediği gibi sarı kart normaldi.

Galatasaray’ın yediği golden önce de çok açık bir faul vardı. Ali Palabıyık bir kez daha VAR’a gitti ama doğru karar veremedi. Bir oyuncunun ayağına basmak, bileğin ya da dizin dönmesi kadar vahim sonuçlar doğurabilir. Ayak tarak kemikleri futbolcunun en hassas yerlerinden biridir. Kırıldığında çok zor iyileşiyor. Fenerbahçe’nin golünden önce Dirar, Feghouli’nin ayağına bastı. Hakemin burada bir faule karar vermesi ve Dirar’a da sarı kart göstermesi gerekirdi.

Maçın bireysel, grup ve takım taktiklerine gelince, iki takımın da yumuşak karnının stoperleri olduğu hocalar tarafından bilinmeli, oyuncularına anlatılmalı ve girişimi için hazırlanan taktikler tandemlerdeki uyumsuzluk üzerine kurulmalıydı. Galatasaray’da Semih Fenerbahçe’de ise Serdar Aziz daha ilk dakikalarda hatalar yaptılar. Semih’in yanında oynayan Donk’un da orta alan kökenli olduğu düşünülürse takımların zayıf halkasının neresi olduğu ortaya çıkar. Nitekim Fenerbahçe’nin verilmeyen faulden sonra atılan golü Galatasaray tandeminin ne durumda olduğunu göstermektedir.

Galatasaray’ın attığı golde ise herkesin gözü Mosses’in üzerinde olsa da asıl büyük hatayı Harun yaptı. Kenardan yapılan orta kale çizgisinin birkaç metre yakınına düşmesine rağmen Harun kalesini terk edemedi. O ortanın havadan geliş süresi Harun’un çıkması için yeterince zaman tanıyor. Kadrosu yetersiz, ligdeki durumu da kritik olabilir ama Fenerbahçe’nin kalecisi böyle goller yememeli.

Fatih Terim’in hatası üç santrforlu oyuna geçtiği halde bu oyunculara kimin pas vereceğini net olarak ortaya koyamamasıdır. Her zaman altını çizdiğim bir gerçeği bir daha söylemeliyim. Fazla forvetle oynamak hiçbir zaman kazanmanın garantisi olamaz. Üç forveti kalenin önüne dizmek ve orta alandaki oyun yapıcı futbolcuları dışarı almak, Galatasaray’ın geçen yıldan bu yana başarıyla uyguladığı aut çizgisine doğru adam kaçırıp yerden kale önüne çıkartılan toplara dayalı oyundan ödün vermesi anlamına geliyordu.

Ersun Yanal’ın hatası ise neredeyse adları unutulmaya yüz tutmuş İsmail Köybaşı ve Alper Potuk’tan verim alma umuduydu. Alper futboldan öylesine kopmuş ki, Fenerbahçe’ye maçı kazandıracak gol durumu ayağına geldiği halde, böylesine yükü ağır bir maçı kaldıramadığı için topu acemi bir vuruşla dışarıya attı. Fenerbahçe’ye göre çok daha kaliteli bir kadroya ve oyun oynama becerisine sahip Galatasaray ligin kaderini değiştireceği bir fırsat ayağına gelmişken Başakşehir’e yol verdi gibi geliyor bana…

15 Nisan 2019, Pazartesi 20:05
YAZININ DEVAMI

‘’Şenol Güneş'i neden sevdik ve niçin eleştiriyoruz?‘’

Bu satırların yazarı Şenol Güneş’i Trabzonspor ve Ulusal takımın kalesini koruduğu günlerden bu yana tanır, tanışır. O günlerde Cumhuriyet gazetesinde görev yapmaktaydım ve Şenol Güneş’in kalecilik yeteneklerine övgüler de yazmış, eleştiri de yöneltmiştim. Şenol Hoca futbolculuk döneminde futbol dünyasının en saygın insanlarından biriydi. Teknik direktörlüğe başladıktan sonra ortaya koyduğu değerler hepimizin ona saygı duymasını gerektirecek nitelikteydi.

Ancak, Beşiktaş’ta görev yapıncaya dek Şenol Güneş’in anlamlı bir başarısı olmamıştır. Benim de yerinde izlediğim 1996’da, Avni Aker’de, Fenerbahçe’ye verilen şampiyonluk Şenol Hoca’nın gözden düşmesinin nedenlerinden biridir. 2002 Dünya Şampiyonası finallerinde 3. lük kazanılması ise Fatih Terim ve Mustafa Denizli’yi zirveye çıkartan Galatasaray ağırlıklı Ulusal takımın başka bir başarısıydı.

Hiçbir Avrupa takımı ile karşılaşmadan Brezilya, Senegal, Kosta Rika, Çin ve Güney Kore ile giriştiği mücadeleden üçüncülük çıkartan Türkiye’nin, Kosta Rikalı Parker’in kaleci Rüştü’yü geçtikten sonra boş kale yerine topu dışarı vurması ile çok yakın ilişkisi vardır. İçeri vursa Türkiye gruptan çıkamayacak ve evine dönecekti. Turnuvalarda rastlantılarla başarılı olabilirsiniz ama ligde asla…

Gene de hepimiz Şenol Güneş’i sevdik. Başarı bir yana futbolcularını bir araya toplayıp dünyaya Uzak Doğu selamı vermesi alçak gönüllülüğün bir sembolü olarak algılandı futbol dünyasında. “Güneş Doğudan doğar” öz değişini sonuna kadar hak etmişti Şenol Hoca.

Ne var ki bunların hiçbiri Şenol Güneş’in vitrine çıkması için yeterli değildi. Kimse yanlış anlamsın ama bizim ülkemizde vitrin üç büyüklerdir. Bu takımlarda görev alırsanız herkesin gözünün önünde olursunuz. Trabzonspor’da büyük bir camiadır ama İstanbul’a yani vitrine uzaktır. Ulusal takım ise yılda on maç bile oynamıyor çoğunlukla.

Şenol Güneş’in gerçek anlamda vitrine çıkması Beşiktaş ile oldu. “Feda” sloganı ile göreve başlayan Fikret Orman yönetimi üç yıl uğraştıktan sonra belini doğrultup ileri hamle yapabilecek bir takım oluşturdular. Şimdi ben “Beşiktaş şampiyon olmaya hazırdı zaten” dersem çoğunuz tepki gösterecektir ama yine de söyleyeceğim.

İtalya’dan sakat dönen ve altı aydan fazla futbol oynamayan Mario Gomez’in bir sezonda 28 gol atıp Beşiktaş tarihine geçeceğini kim öngörebilirdi. Bir sezon önce Beşiktaş şampiyonluğun en güçlü adayıyken, kendi sahasında oynaması gereken Osmanlıspor karşılaşması Konya’da oynatılıp adeta şampiyonluğu elinden alınmıştı. Bir kritik nokta ise Şenol Güneş’in kazandığı iki şampiyonluk sırasında sadece Başakşehir ile yarışmasıdır.

Bugünkü dünyamızda sayısal veriler neredeyse insanların gözüne sokulacak kadar önemsenmesine karşın, sayılar tarihin gidişatında tek başına bir anlam ifade etmez. Tarih çoğu zaman geçmişe tutunan kitleler yerine ileri görüşlü bir grup yenilikçi tarafından şekillendirilir. Ne yazık ki, Şenol Güneş, bu tarihsel gerçekliği Beşiktaş lehine çevirememiş, daha fazla şampiyonluklar kazanabilecek bir takımı geriye döndürmüştür. İşte bu aşamadan itibaren kendisine eleştiriler yöneltilmiştir. Bu eleştirileri en ağır şekilde yönelten bu satırların yazarının tek amacı vardı, o da Güneş’in gittiği yolun yanlışlığının altını çizmekti.

Çünkü kendisinin öncülleri durumundaki Mstafa Denizli ve Fatih Terim’de olduğu gibi Güneş’de, sürekli kazanmanın ve şampiyonluklar edinmenin aynı zamanda insanın sırtını yere getirecek yenilgilerin tohumunun atıldığının farkında olamamasıydı. Güneş’in farkında olmadığı bir başka gerçek ise şuydu: Toplumun gözü önündeki insanlar güçlendikçe kendi hatalarına karşı duyarsızlaşır ve savunma yöntemleri geliştirirler. Gerçeği yansıtmak için kendi hikayelerini değiştireceklerine, hikayesine uyması için gerçekleri değiştirmeye kalkarlar. Gerçekleri kendinize göre yorumlayıp kendi hikayenize uydurmaya çalışırsanız rakipleriniz karşısında geriye düşersiniz.

Biz bu gibi gerçekleri ortaya koymaya çalışarak görevimizi yapmaya çalıştık. Ama Güneş bekli de İstanbul medyasındaki en yakın arkadaşı olan bu satırların yazarını yok sayıp, bir gün telefon ederek “nerede yazdığımı” sordu. Şenol Güneş’in nerede yazdığımı bilmemesine imkan var mı? Son söz olarak şunu da eklemeliyim: Güneş Milli maçlardan önce medyadaki arkadaşları tek tek arayarak basın toplantısına çağırmış. Benim haberim olmadı. Çünkü Güneş eleştiriden çok korkuyor. Moldova maçından sonra medya mensuplarına mavi boncuk dağıtması da bu korkudan kaynaklanmaktadır. Şenol Hoca bir şeyi çok söylüyorsa onu hiç yapmıyordur!

27 Mart 2019, Çarşamba 20:20
YAZININ DEVAMI

‘’Güvenerek izlenen bir milli takım…‘’

Futbolda asıl sorun iyi futbol oynayarak kazanmaktır. Eğer futbolunuz yeterince olgunlaşmamış ve hedefe yalpalayarak gidiyorsanız kazansanız bile bu kazanımın devamı olamaz. Arnavutluk karşılaşmasından sonra Moldova maçı da gösterdi ki, Lucescu ile başlayan “yeniden yapılanma dönemi” ürünlerini verecek, bu Ulusal takım gruptan çıkar ya da çıkamaz ama ülkemizi temsil ederken herkesin beğenisini kazanacaktır.

Bu yargıya varmamın temel nedeni alınan galibiyetler ya da puanlar değildir. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde futbol oynayan oyunculardan kurulu Arnavutluk Ulusal takımına karşı gösterdiğimiz fizik kalite ve sonrasında da Moldova’yı yaratıcı bir futbol ile farklı yenmemizdir. Kapanan Moldova’yı son Dünya Şampiyonu Fransa bile açmakta zorlanırken Ulusal takımımız 20 dakikada farklı skora ulaşacağını gösterdi.

Rakip zayıf olabilir, son on yıl içerisinde nice zayıf takımlar karşısında çaresiz kaldığımızı hepimiz biliyoruz. Ama Moldova karşısında görev yapan oyuncularımızın topu birinci bölgeden üçüncü bölgeye taşımaları ve son noktada birbirinden güzel tek paslarla pozisyonlar hazırlayıp goller atmaları, gelecekten umutlu olmamızın temel nedenidir.

Rakip hücum ederken kazanılan topların ne denli değerli olduğunu Mahmut bize kanıtladı. Arnavutluk maçında olduğu gibi Moldova karşısında da rakibin atağını kesip iki gol kazanmamızı sağladı. Anahtar oyuncunun tanımı bu olsa gerek.

Bir maçta iki savunma oyuncumuzun gol attığı bir Ulusal karşılaşmayı anımsamıyorum. Sol bekin santrfor konumunda gol atması da bizde görülmüş şey değildir. Her şey doğru olunca oyuncular hangi pozisyonda olurlarsa olsunlar doğruyu bulabiliyor.

Son yıllarda Ulusal takımımız hepimizi çok üzdü. Ne var ki üzüntüler de mutluluklar da sürekli değildir. Şimdi sevinme ve güvenme zamanıdır. Yazımızı bir de uyarıyla bitirelim: Bu takımın ne Emre Belözoğlu’na ne Gökhan Gönül’e ne de Mehmet Topal’a ihtiyacı vardır. Bunlar oynarsa yerlerinde görev yapacak gençler bir hamle geride kalırlar. Şenol Güneş’in dikkatine!!!

26 Mart 2019, Salı 12:15
YAZININ DEVAMI

‘’Güvenerek izlenen bir milli takım…‘’

Futbolda asıl sorun iyi futbol oynayarak kazanmaktır. Eğer futbolunuz yeterince olgunlaşmamış ve hedefe yalpalayarak gidiyorsanız kazansanız bile bu kazanımın devamı olamaz. Arnavutluk karşılaşmasından sonra Moldova maçı da gösterdi ki, Lucescu ile başlayan “yeniden yapılanma dönemi” ürünlerini verecek, bu Ulusal takım gruptan çıkar ya da çıkamaz ama ülkemizi temsil ederken herkesin beğenisini kazanacaktır.

Bu yargıya varmamın temel nedeni alınan galibiyetler ya da puanlar değildir. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde futbol oynayan oyunculardan kurulu Arnavutluk Ulusal takımına karşı gösterdiğimiz fizik kalite ve sonrasında da Moldova’yı yaratıcı bir futbol ile farklı yenmemizdir. Kapanan Moldova’yı son Dünya Şampiyonu Fransa bile açmakta zorlanırken Ulusal takımımız 20 dakikada farklı skora ulaşacağını gösterdi.

Rakip zayıf olabilir, son on yıl içerisinde nice zayıf takımlar karşısında çaresiz kaldığımızı hepimiz biliyoruz. Ama Moldova karşısında görev yapan oyuncularımızın topu birinci bölgeden üçüncü bölgeye taşımaları ve son noktada birbirinden güzel tek paslarla pozisyonlar hazırlayıp goller atmaları, gelecekten umutlu olmamızın temel nedenidir.

Rakip hücum ederken kazanılan topların ne denli değerli olduğunu Mahmut bize kanıtladı. Arnavutluk maçında olduğu gibi Moldova karşısında da rakibin atağını kesip iki gol kazanmamızı sağladı. Anahtar oyuncunun tanımı bu olsa gerek.

Bir maçta iki savunma oyuncumuzun gol attığı bir Ulusal karşılaşmayı anımsamıyorum. Sol bekin santrfor konumunda gol atması da bizde görülmüş şey değildir. Her şey doğru olunca oyuncular hangi pozisyonda olurlarsa olsunlar doğruyu bulabiliyor.

Son yıllarda Ulusal takımımız hepimizi çok üzdü. Ne var ki üzüntüler de mutluluklar da sürekli değildir. Şimdi sevinme ve güvenme zamanıdır. Yazımızı bir de uyarıyla bitirelim: Bu takımın ne Emre Belözoğlu’na ne Gökhan Gönül’e ne de Mehmet Topal’a ihtiyacı vardır. Bunlar oynarsa yerlerinde görev yapacak gençler bir hamle geride kalırlar. Şenol Güneş’in dikkatine!!!

25 Mart 2019, Pazartesi 23:05
YAZININ DEVAMI

‘’Oyuncu değiştirmenin mantığı…‘’

Geçen hafta sonu oynanan Beşiktaş-Göztepe karşılaşması sırasında Şenol Güneş’in yaptığı zorunlu ya da oyunun gidişatına müdahale amaçlı oyuncu değişiklikleri bu konu üzerine biraz kafa yormamız gerektiği inancına taşıdı bizleri. Oyuncu değişiklikleri sırasında nelere dikkat edilmeli? Bizde pek rastlanmaz ama gerektiğinde iyi oynayan bir futbolcu bile değiştirilebilir mi? Oyuncu değişikliği yapılırken önce sorun saha içinde mi çözülmeli yoksa her zaman yedek kulübesine mi müracaat edilmeli?

Futbol üzerine kafa yoran her teknik adam dahiyane taktikler bulamaz. Birçok teknik adam oyuncularına takım arkadaşlarının açıklarını ya da sistemin kusurlarını kapatması için güvenmez. Bu yüzden çoğu teknik adam kontrolün elinde olmasını tercih eder. Bu bakış açısından yaklaştığınızda oyuncu değişikliği kolaymış gibi gelir çoğumuza.

Lizbon Teknik Üniversitesi akademisyenleri oyuncu değişikliği için kenara alınanların büyük çoğunluğunun orta alan oyuncuları olduğunu gösteriyor ve bu değişikliklerin yüzde 40’ında kenara alınan orta saha oyuncusunun yerine başka bir orta saha futbolcusu oyuna giriyor. Forvetlerin yerine de çoğu zaman forvet oyuncuları alınıyor ama yine bu değişikliklerin yüzde 40’ında oyundan çıkan forvetin yerine orta alan oyuncusu maça dahil oluyor. En az değiştirilen oyuncular savunmacılardır ve savunma oyuncusuyla forvetin yer değiştirmesi çok ender bir durumdur.

Avrupa’nın önde gelen liglerinde yapılan araştırmalara göre ilk oyuncu değişikliklerinin çoğunun devre arasında ve maçın elli altıncıyla altmış beşinci dakikaları arasında, ikinci oyuncu değişikliklerinin çoğunun altmış altıncıyla sekseninci dakikalar arasında, üçüncü oyuncu değişikliklerinin ise son dakikalar ve uzatmalarda olduğunu göstermektedir.

Zamanında teknik direktörlük yaptığım yıllarda eğer sakatlıktan dolayı zorunlu bir değişiklik söz konusu değilse ilk yarıda oyuncu değiştirmezdim. Performansı beklenenin altında olan oyuncular ile devre arasında konuşup onları oyuna motive etmeye çalışır, ikinci devrenin on ya da on beş dakikalık bölümünü nasıl oynadıklarına baktıktan sonra değişikliğe giderdim. Oyuncu değişiklikleri çoğunlukla takım yenik durumdayken önem kazanır. Galip durumdayken yapılan oyuncu değişikliği zaman zaman eldekini korumak amaçlı olsa da çoğunlukla yorgunluğa bağlı değişiklikler olarak bilinir.

Yine Avrupa’nın önde gelen liglerinde yapılan araştırmalara göre, bir teknik adamın takımı yenik durumdaysa, maksimum etkiyi yaratmak için ilk oyuncu değişikliği elli sekizinci dakikadan önce, ikinci oyuncu değişikliği yetmiş üçüncü dakikadan önce, üçüncü oyuncu değişikliği ise yetmiş dokuzuncu dakikadan önce yapılmalıdır.

En önemli noktalardan biri de teknik adamların tutucu olmalarıyla ilintilidir. Bu yüzden oyuncularının performansının bariz olarak düştüğünü tespit edemiyorlar. Bu tür teknik adamlar oyuncu değişikliğinin zamanlamasını yapmakta kötüler. Teknik adamlar performans eksikliği konusundaki ilk değerlendirmelerinden kolay kolay vazgeçmezler. İlk on birde başlattıkları oyuncularına güvenirler. Bu yüzden performans düşüklüğü artık tribünlerin bile dikkatini çekecek düzeye gelince değişikliğe giderler ki o zaman da geç kalınmış olur. Dolayısıyla teknik adamın oyuncu değişikliğini gözleri ve beyni ona bunu söylemeden önce yapması gerekir. Oyundan alınan oyuncunun fiziksel eksikliği varsa hafta arası motive edilerek çalıştırılması, teknik eksikliği olanın ise eğitilmesi gerekmektedir…

20 Mart 2019, Çarşamba 13:32
YAZININ DEVAMI

‘’Şenol Güneş'in yarattığı karmaşa…‘’

Bir futbol takımı kendi sahası ve seyircisi önünde maçın 34 dakikalık bölümünde santrforunu sadece üç kez topla buluşturup bunlarında ikisini yitirmesine neden oluyorsa o takımın atakları planlama konusunda ciddi bir hazırlığı yok demektir. Oysa Beşiktaş kendi alanında seyircisinin gücünü arkasına alarak baskıyla oyuna başladığında rakibini olumsuz etkileyecek değerlere sahip bir takım.

Ne var ki siyah beyazlılar oyunun ilk yarısını kendi alanında yan ve geri pas yaparak geçiştirdiğinden ataklara değer katacak futbolcularından Ljajic ve Kagawa bu yanlış pas trafiğinin içinde kayboldular. Bu iki oyuncuyu 45 dakikalık ilk bölümde tek bir defa bile rakip ceza alanı çevresine gönderememek büyük bir kenar yönetim başarısı olsa gerek!

Beşiktaş maçın başlama vuruşu ile birlikte topu rakip alana hızlı taşıması ile ikinci yarının hemen başında öne geçti. Oysa bu oyun siyah beyazlıların oyuna başlama stratejisi olmalıydı. Adriano’nun sakatlanmasıyla Medel’in sol beke alınması Şenol Güneş’in bu konuda bir ön hazırlığının olmamasının kanıtıydı. Çünkü Medel dar alanda çabuk ama alan genişledikçe süratli olmadığı için Serdar Gürlerin karşısında çaresiz kaldı.

Beşiktaş’ın başında dördüncü yılını tamamlamak üzere olan Şenol Güneş’in, oyuncularının neler yapabileceğini tam olarak kestirememesi oyun içinde ilginç değişiklikler ve görüntülerin ortaya çıkmasına neden oldu. Necip stopere, Medel sol beke, Necip oyundan alınıp savunmanın üçlüye dönüştürülmesi, Dorukhan’ın sağ stopere alınıp Gökhan Gönül’ün ileriye çıkartılması… Dünyanın hiçbir ciddi takımında bir maç sırasında bu kadar değişiklik ya da karmaşa yaratılamaz.

Atiba ve Vida’nın özverili oyunu ve ikinci yarının başında gelen Burak Yılmaz golü kazanılan maçta herhangi bir puan kaybı yaşansaydı sanırım hafta başından itibaren medyanın tartışacağı bir tek konu olacaktı: Şenol Güneş’in yarattığı karmaşa…

17 Mart 2019, Pazar 15:29
YAZININ DEVAMI

‘’Şenol Güneş'in silahı neden patladı?‘’

Geçen hafta arası bir basın toplantısı yapan Şenol Güneş uzun ve karmaşık konuşmalarından birini daha yaptı. Çok uzun yıllardır tanıdığım Şenol Hoca’nın konuşmalarını sadece ben mi anlayamıyorum diye zaman zaman düşünmüşümdür. O basın toplantısından sonra anladı ki, bu kanıda olan salt ben değilim. Dostum Cem Dizdar, Konyaspor maçı sonrası yazdığı yazısında Güneş’in konuşmaları için şöyle diyor: “neden yaptığı, neyi niçin söylediği belli olmayan basın sunumunun gölgesinde bir maç…”

Aynı basın sunumunda “kalbimin temizliğini kimseye anlatamadım” diyor. Konyaspor maçından sonra sinirleri gerilmiş bir şekilde derdini anlatmaya çalışan Güneş neredeyse stüdyodaki yorumculara saldıracaktı. Neyse ki saldırganlık salt dilinde kaldı. Şenol Hoca’nın iki yıl önce Antalya’daki Uluslararası Teknik Direktörler Seminer’inde konuşmasını dinlemiştim.

İki yıl üst üste şampiyon olmuş bir hocanın rahatlığıyla Beşiktaş’ın başarısını anlatması gerekirken, öylesine hızlı ve daldan dala atlayarak konuştu ki, her bölümünde anlatım bozukluğu olan bu konuşmayı İngilizce, Almanca ve Fransızcaya anında çeviri yapan hanımların çeviriyi nasıl yaptıklarını merak ettim. Üçü de konuşmanın hızı ve karmaşıklığı karşısında çaresiz kalmış, mikrofonlarını kapatmışlardı. Bu konuda en azından yakın çevresinden kendine bir eleştiri ya da telkinde bulunuldu mu bilemiyorum. Ancak konuşurken, futbol deyimiyle “topa basması” gerekir. Yoksa ne bildiklerini ne de kalbinden geçenleri kimseye anlatabilir…

İnsan her şeye kolay alışıyor. Şenol Güneş, Beşiktaş’ta iki yıl üst üste şampiyonluk yaşayınca her türlü övgüyü aldı. Övünülmeye alışınca egosu da tavan yaptı. Üçüncü yılında, çok daha güçlü bir kadroya sahip olmasına karşın zirveden aşağıya doğru yolculuğu başlayınca eleştiriler karşısında neredeyse dağıldı. O günlerde, kendisini en çok eleştiren yorumculardan biri olarak çok fazla konuştuğunu ve kırıcı olmaya başladığını hep yazdım. Çünkü başarı, hırs ve açgözlülüğü birlikte getirir, yeni başarılar için daha cüretkar hedefler konulur. Gerçekleşmeyince de Şenol Güneş’in son hali gibi olunur.

Antov Cehov’un ünlü sözündeki gibi ilk sahnede görünen silahın üçüncü sahnede patlaması kaçınılmazdır. Tarih boyunca kral ve imparatorlar yeni bir silah edindiklerinde, er ya da geç şeytana uyar ve o silahı kullanırlardı. İki yıl önce edindiği başarıları yeri geldiğinde dilsel anlamda silaha dönüştüren ve özellikle Fenerbahçe ile yaşadığı ilişkileri çatışmaya dönüştürüp silahı sahneye koyan Güneş, kendi yandaşları tarafından protesto edilince üçüncü sahnede silahını patlattı.

İnsan doğası böyledir. Övgülere alışmış biri yeni övgüler alamayınca büyük öfke patlamaları yaşayabiliyor. Aynı şeyleri Fatih Terim’de de görmüştük. Ama o dört yıl üst üste lig şampiyonluğuna bir de Avrupa şampiyonluğu eklemişti…

13 Mart 2019, Çarşamba 11:34
YAZININ DEVAMI