‘’Sinan Bey'in gözleri!‘’
Dünyada hiç bir şey takım taraftarlığının yerini alamaz. Sürekli değişim halinde olan insanoğlu, kendisi gibi değişen zamana ve koşullara göre tercihlerini, tutkularını, zevklerini, düşüncelerini; hülasa sahip olduğu her şeyi değiştirebilir. Bir tek tuttuğu takım hariç. Takım taraftarlığı, takım sevgisi bir ömür baki kalır. Değiştirdiğini iddia edenler bile için için ilk göz ağrılarını sevmeye devam ederler. Çünkü o yangın bir kez yüreğini sarmıştır. Söndürmek mümkün değildir. Bir başkadır takım sevgisi. Taraftarlık tutkudur, aşktır. Saf sevgi yeterlidir taraftar olmak için. Sevmek için ise bakmak, görmek gerekmez. Aslolan hissetmektir. İşte budur var oluşun formülü.
Engel, körelen yüreklerdir
Görülmemiş bir kenetlenmeyle bu sezonun da fenomeni olmaya devam eden Fenerbahçe'nin son İstanbul Büyükşehir Belediyesi maçındaki görme engelli taraftarı Sinan Bey, bunu bir kez daha ispatladı cümle aleme. Görmeden de sevilebileceğini, takım tutkusunun yaşanabileceğini gösterdi Sinan Bey, gören gözlere... Onun için duymak, dokunmak, yüreğinin derinliklerinde hissetmek yeterliydi. O coşkuyu, o heyecanı yaşamak için gönül gözüyle bakmayı bilmek gerekiyordu. O da bunu çok iyi biliyordu. Tanrı belki ondan renkleri, görüntüleri esirgemişti; ama bu Fenerbahçe'ye tutkuyla bağlanmasına ve şu zor günlerde takımının yanında yer almasına engel değildi. Çünkü engel, görme yeteneğini kaybeden gözlerde değil, körelen yüreklerdedir ancak...
‘’Terim etkisi‘’
Fatih Terim Galatasaray’ın en önemli sorununu çözmüş gibi. Çünkü Galatasaray’da bu sezonun en önemli değişimi hiç kuşkusuz duran top organizasyonlarındaki başarı grafiğinin yükselmesidir. Geçmiş yıllarda duran toplardan hiç bir pozitif değer üretemeyen Sarı-Kırmızılı takım bu sezon ise bambaşka bir görüntü sergiliyor. Selçuk’un kullandığı tüm duran toplar rakip kale için büyük tehlike yaratıp gol ve goller bulunurken, rakibin kazandığı duran toplarda da doğru yerde, doğru zamanda, doğru hamleler yapılarak olası tehlikeler savuşturuluyor.
Gelgelelim Galatasaraylı futbolcuların aynı başarıyı oyun içi organizasyonlarda tekrarladığını söylemek mümkün değl. Çok iyi mücadele ediliyor, rakibe sahanın heryerinde pres uygulanıyor; bunun sonucunda da rekor sayıda top çalınıyor. Ancak kazanılan toplar aynı beceride kullanılamıyor. Sanki bir kopukluk, bir ahenksizlik, bir uyumsuzluk var gibi. Rakip kaleye ağır aksak ilerliyor Sarı-Kırmızılı takım. Fatih Terim’in takımlarında görmeye alışık olduğumuz o akışkanlık henüz oluşmamış. Tabii bunlar zamanla yerli yerine oturacak faktörler. Şu an için önemli olan, oyun disiplinin üst düzeyde olması ve yenilerin her geçen gün biraz daha takıma adapte olmaları. Özellikle de Engin Baytar’ın. Transfer edildiğinde kafalarda soru işaretleri yaratan ve camianın büyük bölümünün karşı çıktığı tecrübeli futbolcu, yorulup sahadan çıkana kadar gerek hücumda, gerekse defansta kusursuza yakın bir performans sergiledi. Son bir cümle de Ankaragücü için kurmak gerekirse; Melih Gökçek-Cemal Aydın ikilisinin yerle yeksan ettiği Başkent ekibinin bu haliyle ligde kalması mümkün değil.
‘’Baş rol hakemlerin!‘’
Bir futbol müsabakasını anlamlı kılan en önemli unsurlardan biri de hakemlerin maç içinde hiç gözükmemesidir. Hakem karşılaşmada gözükmediği kadar başarılıdır. Eminim bu prensibi eğitmenler her seminerde hakemlerin kafasına mıh gibi çakıyordur. Gelgelelim pratikte tam tersi bir görüntüyle karşı karşıyayız. Son yıllarda büyük aşama kaydeden ve bunun sonucunda daha sık boy gösterdikleri uluslararası arenada başarılı maçlar yöneten hakemlerimiz, iş yerel lige gelince anlaşılmaz bir otorite sorunu yaşıyor. En ufak itirazda kartlar havada uçuşuyor. Bazı hakemler maçın önüne geçmek sanki özel bir çaba içindeymiş gibi görüntü veriyor. Bunu da genellikle kartlarına başvurmak suretiyle yapıyorlar. Yeni kuralların verdiği yetkiyi kötü kullanıyorlar.
Kartla otorite olmaz
Oysa Türk futbolunu allak bullak eden şu şike soruşturması sürecinden de eli en güçlü çıkanlar onlar. Gelgelelim, gücün baş döndürücü sarhoşluğuna kapılmış gibiler. Sadece şu rakamlar bile hakemlerin işin dozunu nasıl kaçırdığının göstergesi. Geçen yıl ilk 4 haftada 3 kırmızı kart çıkmış. Bu sayı bu sezon aynı periyotta 14'e yükselmiş. Sarı kartta ise bir denge söz konusu (176'ya 175). Kırmızıdaki bu anormal artışın itirazlara kolayca çıkan sarı kartlardan kaynaklandığını hep beraber izliyoruz. Hakemin otoritesini sarsma girişimleri elbette cezasız kalmamalı. Ancak hakem de otorite sağlamak için kartlarını silaha çevirmemeli. Unutulmamalı ki, otorite kurmanın yolu adaletten geçer. Adil hakem güven verir. Güven de saygıyı getirir. Saygı ise otoriteyi. Altın kural budur.
‘’Cumhuriyet kadınları‘’
Evet, Türkiye kadına şiddetin uygulandığı ülkelerden biridir. Kadını ikinci sınıf varlık olarak gören inanç sistemlerine, geleneklere ve ataerkil yapıya da sahibiz. Hatta kadını 'yok' sayan vahşi töreler de hala hüküm sürüyor bu ülkenin değişik coğrafyalarında... Kadın haklarına dikkat çekmek için 'Kadının Adı Yok' diyen rahmetli Duygu Asena'nın haklığı bugün de sürmektedir. Kadının ekonomideki, sosyal hayattaki etkinliği ve rolü konusunda gelişmiş toplumların gerisinde olduğumuz da yakıcı bir gerçektir. Lakin, bütün bunlar kadının toplumun harcı, mayası, temel direği olduğu realitesini değiştirmez. Bunu anlamamız için o toplumun iç-dış saldırıya uğraması ve sendelemesi yeterlidir.
Atatürk'ten kalan miras
İşte o zaman görürsünüz, kadının yıkılmaz bir abide gibi nasıl dimdik ayakta kaldığını... Bir topluma ne zaman diz çöktürtmeye çalışılırsa en önde hep onlar olur. Belki hala 'Adı yoktur' ama Türk kadının yüreği, onuru, cesareti ve direnci vardır. Bu Kurtuluş Savaşı'nda böyleydi, bugün de... Yarın da böyle olacağından hiç kuşkunuz olmasın. Buna dünya şahittir. Salı günkü 'Şükrü Saracoğlu kıyamı' da bu tarihsel gerçeğin tezahüründen başka bir şey değildir. Türk kadını 'Cumhuriyet kadını'dır. Ve cumhuriyetine her ahval ve şeraitte sahip çıkar. Çünkü bu aidiyet duygusu, Atatürk'ten Türk kadınına kalan en değerli mirastır. Bundan dolayıdır ki, yıkamazsınız; yıktırmazlar; bu topraklar üzerinde kurulan hiç bir cumhuriyeti!
‘’Terim'in kimyası!‘’
Yeni sezonun en merakla beklenen takımı hiç kuşkusuz Galatasaray'dı. Fatih Terim'in üçüncü kez göreve getirilmesi, yapılan flaş transferler, yenilenen takım kurgusu ve değişen oyun felsefesi Sarı-Kırmızılı takıma gönül verenlerin beklentilerini bir hayli yükseltmişti. İnter, Liverpool ve Real Madrid gibi dünya devleriyle yapılan hazırlık maçlarında sergilenen iyi futbol da, '2000 Ruhu' geri geliyor şeklinde değerlendirilmişti. Gelgelelim, sezonun ilk maçındaki Belediye yenilgisinin ardından, galibiyete rağmen Samsun maçındaki genel görüntü taraftarlar arasında düş kırıklığı yarattı. Hazırlık maçlarındaki Galatasaray'ın gidip, yerine bir anda geçen yıldan esintiler taşıyan bir takımın gelmesi herkesi şaşkına uğrattı. "Bu takıma neler oldu?" soruları havada uçuşuyor. Lakin cevabı bilinmiyor.
Florya'da bilek güreşi!
Aslında olan biteni anlamak için ufak bir fikir jimnastiği yapmak yeterli. Liglerin geç açılması elbette bütün planları alt üst etti. Ancak bunun ötesinde Galatasaray'ı asıl sıkıntıya sokan mesele, Fatih Terim'in kimyasının bozulmasıdır. Üstelik bizzat yönetim ve camia içindeki bir takım mihraklar tarafından! Arda'nın gizemli kaçışı, bir türlü yapılmayan santrafor transferi ve basına üflenen bir takım şifreli demeçler hassas ve kırılgan bir yapıya sahip olan Fatih Hoca'yı demoralize etmeye yetti de arttı bile. Bütün olan biteni Terim'in vücut diliyle, jest ve mimiklerine bakınca anlamak mümkün. Esasında hazır olmayan takım değil, Fatih Terim! Terim'in sezon başındaki Bülent Tulun tavrının rövanşı şimdi alınıyor. Arda'nın giderken, "Beni en iyi anlayacak olan kişi Fatih Hoca'dır" sözleri iyi irdelenmeli. Zira işin sırrı o sözlerde saklı!
‘’Minderin iki yüzü!‘’
Önce bir itirafta bulunmalıyım: Dünyanın pek çok ülkesinde güreş seyrettim. Ancak Sinan Erdem gibi muhteşem bir salonda ise ilk kez izledim. Böyle bir tesisi Türk sporuna kazandıranların ellerine sağlık. Gönül, böylesi bir salondan daha fazla sayıda madalya ile çıkmamızı dilerdi. Ancak olmadı. Sağlık olsun, diyelim ve geçelim diğer detaylara: Evvela, ilk günden aklımda kalan bir ayrıntıdan söz etmeliyim. Sağolsun, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan açılışı onurlandırdı. Tribünler kendisine büyük ilgi gösterdi. Konuşması sık sık alkışlarla kesildi. Ancak basın tribününün arkasında 150-200 kişilik bir grup vardı ki, Başbakan’a destek konusunda bir hayli abartılıydılar.
Bindirilmiş kıtalar!
Bunun sırrını sonradan öğrendik. Başbakan Erdoğan salondan ayrılır ayrılmaz o grup da tribünleri boşalttı. Dışarıda onları bekleyen otobüsleri görünce mesele anlaşıldı. O grup salona sadece Başbakan Erdoğan lehine tezahürat yapması için getirilmiş olan ‘bindirilmiş kıtalardı’! Güreşle filan pek alakaları yoktu. Şimdi Başbakan’ın buna ihtiyacı mı var? Zaten başarısı ve popülaritesiyle alkışı hak ediyor. Böyle bir şeyi Sayın Erdoğan’ın da arzu etmeyeceğini düşünüyorum. Ama belli ki parti teşkilatından birileri kendisine şirin gözükmek istemiş. Bunun klasik bir Türkiye gerçeği olduğunun altını çizelim ve diğer ayrıntılara göz atalım:
Şampiyonanın sportif olarak herkesi tatmin ettiğini sanmıyorum. Grekomencilerin başarısıyla ne kadar gururlandıysak, serbestçilerin sırtının minderden kalkmamasıyla o kadar kahrolduk. Serbestçilerin performansı 2012 Londra için endişe vericiydi. Umarım kısa zamanda işleri düzeltirler.
Yunus Akgül’e vefasızlık
Değinmek istediğim bir diğer konuysa, yeni kurallarla güreşin ölüm fermanının çıkarılmış olduğudur. Özellikle grekoromende sporcular hemen hemen hiç oyun yapmadan maç kazanıyorlar. Kurayı kaybedip yere yatan kalkmıyor ve puanı kapıyor! Son puanı alan da galip ilan ediliyor. Bu saçma sapan kural güreşi kısa zamanda olimpiyat dışı bırakır. Dikkat! FILA Başkanı Rafael Martinetti’nin dahi şikayetçi olduğu, sporculara verilen yemekler ile internet bağlantılarının yetersizliği ve camia içi sürtüşmelerden kaynaklanan bazı aksaklıklar dışında organizasyon, genelde başarılıydı. İstanbul’un 2020 adaylığı için de umut vericiydi. Ancak benim dikkatimi çeken bir nokta vardı ki, eski Spor Genel Müdürü Yunus Akgül’ün salonda olmaması; hatta adının dahi anılmamasıydı. Oysa bu organizasyonun alınmasında ve gerçekleştirilmesinde büyük emeği vardı. Keza bugünkü başkanın seçilmesinde de! Hiç olmazsa bir plaket de ona verilebilirdi. İnsanlar bu kadar vefasız olmamalı!
‘’Onsuz geçen 20 yıl‘’
Bu dünyada pek az insan vardır ki, bir gün aramızdan ayrıldığı zaman arkasında hiç bir şeyin dolduramayacağı derin bir boşluk bıraksın. Gittiklerinde, beraberlerinde götürdüklerinden kaynaklanan bir ıssızlık, bir çoraklıktır o boşluğun diğer adı. Hayatımızdan neleri çekip aldığını anladığımız anda ne çok şey kaybettiğimizin ayırtına varıyoruz. Lakin iş işten geçmiş oluyor. Yapacak bir şey de kalmıyor. Çünkü anlaşma böyle! Sanki onlar, insanı insan yapan değerlerin farkına varmamız için ilahi bir güç tarafından yeryüzüne yollanan elçilermiş gibi de, bunu ancak gittiklerinde algılayabiliyoruz. Hayatımıza bir şekilde dokunuyorlar ve aniden kayboluyorlar.
Bir serap gibi. Bir ufuk çizgisi gibi.
Onu ve insanlığını çok arıyoruz
İşte Metin Oktay da, ömrünün yarısını deviren bu yaşlı dünyamızın özel insanlarından biridir. Geçip giden yüz milyar küsur insandan onu ayıran o kadar çok haslete sahiptir ki, onu salt iyi bir futbolcu, müthiş bir golcü olarak nitelememizin imkânı yoktur. Mesleği futboldur. Mesleğini çok iyi yapan özel bir futbolcudur. Ama bütün bunların ötesinde bir fenomendir Metin Oktay. Onu tanıyanların, onunla yaşayanların nesilden nesle aktardığı gerçek bir efsanedir Metin Oktay. Asaleti, tevazuu, saygısı, sevgisi, şefkati, merhameti, fedakârlığı ve iyilik dolu yüreğiyle yaşadığımız çağa damgasını vuran bir ışık, bir rehber, bir öğretmendir Metin Oktay. Bugün içinde bulunduğumuz şu tuhaf sürece baktığımızda Metin Oktay’ın temsil ettiği değerlerin ne kadarını yetirdiğimizi çok daha iyi anlayabiliyoruz. Ona ve onun insan sıcaklığına her zamankinden çok daha fazla ihtiyaç duymamız boşuna değildir. Keza, onsuz bir dünyada ömrümüzün viraneye dönüşmesi de...
Örümcek ağına düşmüş kurbanlarız
Tam 20 yıl olmuş gideli. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen yıllar... Onun olmadığı bu 20 yılda Türk futbolunun ne hale geldiğini hep beraber yaşıyoruz. Metin Oktay zarafetinin yerini nasıl bir kabalığın aldığını içimiz yanarak görüyoruz. Metin Oktay sportmenliğinin üzerine bina ettiğimiz hoyratlığın, gelecek kuşakları dahi yok edecek kadar nasıl semirdiğini yaşlı gözlerle izliyoruz. Metin Oktay amatörlüğünün paraya ve sermayeye ne şekilde tahvil edildiğini yüreğimiz paramparça şekilde takip ediyoruz. Kurtulmak için nafile çırpınışlar sergiliyoruz. Ama ne mümkün! Düştük örümcek ağına bir kere! Başını duvarlara vursan, dizlerini dövsen ne fayda! Metin Oktay öldü. İnsanlık da... Çok özlüyoruz, çok...
‘’Metris'in gölgesi‘’
'Artık futbol konuşacak' sloganıyla yeni sezona başladık. Sizce gerçekten futbol mu konuşacak? Buna inanıyor musunuz? Fenerbahçe-Ordu maçı hangi futbol terimleriyle açıklanabilir ki? Metristekiler aklanmadan Türk futbolu huzura ermez.
Türk futbolunun en sancılı günlerini yaşadığı şu süreçte bir yeni sezona daha 'merhaba' dedik. 'Artık futbol konuşacak' sloganını pek bir belledik; dilimize pelesenk ettik. Futbolsuz geçen günlerin özlemiyle böylesi bir 'iksir' slogana sarılmamız gayet doğal. Ancak ne kadar inandırıcı? Bundan böyle sadece ve sadece futbolun konuşacağı, futbolun konuşulacağı günler mi bekliyor gerçekten bizi? Buna sahiden inanıyor musunuz? İşte hep beraber gördük; Şükrü Saracoğlu'nda yaşananları... Fenerbahçe-Orduspor maçını hangi futbol terimleriyle izah edebiliriz ki? Stat içinde ve dışında yaşananların futbol literatüründe bir karşılığı var mı? Bundan sonra oynanacak Fenerbahçe maçlarında da benzer görüntülerle karşılaşacağımızı iddia etmek için kahin olmaya gerek yok. Böyle de olmalı. Fenerbahçe camiasının nümayişi devam etmeli. Ta ki, Metris boşalana kadar!.. Bunun için de yargılama bir önce başlamalı ve süratle sonuçlandırılmalı. Suçlu ilan edilenler, gerçekten suçluysa cezalarını çekmeli. Suçsuzlarsa da itibarları iade edilmeli. Aksi takdirde Metris'in gölgesi Türk futbolunun üzerine düşmeye devam edecek. Çelişkiler derinleşecek, kamplaşma, cepheleşme bütün hızıyla sürecek. Saf saf futbol konuşmaya çalışanlar ise, ne kadar kendilerini kandırdıklarını kısa sürede anlayacak. Ama iş işten geçecek. Metris durdukça, Türk futbolu gün yüzü görmez!









































