‘’Yine bir 23 Nisan, keder doluyor insan!‘’
Ayların en güler yüzlüsüdür, nisan ayı... İçimize baharı üfler, yazın kapıda olduğunu müjdeler. Ağaçlar çiçek açar, göçmen kuşlar geri döner, kelebekler dans eder, bahar yağmurlarıyla duş alır tabiat ana... Rengarenktir doğa. Nisan büyüklerin enerji kaynağıdır; aşk kazanları kaynar, umutlar yeşerir. Çocukların ise her şeyidir nisan ayı. Çocuklar bir başka mutludur, keyiflidir, nisan aylarında. Belki de en çocuksu ay olduğu için öyledir. Yeryüzündeki tek çocuk bayramı da Nisan’dadır. Ve ülkemizdedir. Çocuklarına bayram armağan eden tek dünya ülkesi olmak bizim için ayrı bir övünç kaynağıdır. Her geçen yıl biraz daha gelişen 23 Nisan Çocuk Bayramı, ulusal olmaktan çıkıp, dünya çocuklarının bayramı olmaya son sürat gitmektedir. Her bayram bir neşedir, sevinçtir, coşkudur. Hele bu bayram çocukların bayramıysa... Çocuk sevinçleri, çocuk mutlulukları, çocuk gülüşleri ikiye katlanır, şen şakrak kah kahalar yükselir mavi gökyüzüne doğru... Çocuklar ve ebeveynleri tatlı bir heyecan yaşar her 23 Nisan gününde... Yaşlı gezegenimizde eşi benzeri olmayan bir birlikteliktir bu.Ya bayramı kutlayamayan başka çocuklarımız...Lakin bir de madalyonun öbür yüzü vardır. Neşenin olduğu yerde keder de bulunur. Mutluluk, hüzünle birlikte girer insan yaşamına. Birileri kahkahalar atarken, birileri de hıçkırıklarla sarsılır. Diyalektik bunu gerektirir. Her şey doğada zıttıyla birlikte varlığını sürdürür. Ülkenin bir yerinde çocuklarımız 23 Nisan’ı coşkuyla kutlarken, bir başka yerinde bayramın ne olduğunu bilmeyen çocuklar yaşar; yoksul, aç, biçare... Başka başka yerlerde de bayrama yetişemeyen çocuklarımız bulunur. Kimi kentin ortasındaki bir çukurda kaybolur, kimi kahrolası bir kazada gider. Kimi sağlık hizmetleri verilmediği için ateşli bir hastalığın üstesinden gelemez, kiminin de bedeni, fakirlik ve yoksulluk nedeniyle yeterince gıda alamadığı için bitap düşer; toprağın kara bağrına... Hepsinden kurtulup hasbelkader yaşama tutunanları ise bekleyen tehlike, sevgisiz bir toplumdur. Sokaklarda, evlerde, okullarda, yurtlarda, spor sahalarında istismar edilen çocuklar 23 Nisan’ı nasıl kutlayabilir acep? Nasıl oluyor da bir millet, hem çocuklarına bayram yapıyor, hem de onları bu kadar istismar ediyor, katlediyor, geleceğini karartıyor. Nasıl oluyor, nasıl?UNICEF’in Türkiye raporu tüyler üpreten cinstenÇocuk ölümlerinde dünyanın en önde gelen ülkelerinden biriyiz. Keza, çocuk istismarında, çocuk pornosunda, tacizde, tecavüzde de... Bebeğe tecavüz edilen bir ülke olmanın utancını kara bir leke gibi hala taşıyoruz alnımızda... Kah cehaletten, kah fakirlikten okula gönderilmeyen, kent ve kasaba varoşlarındaki izbe atölyelerde çağdışı koşullarda çalıştırılarak heba edilen yüz binlerce çocuğumuz var. Onların 23 Nisan’ı olur mu, sizce? 23 Nisan’da her çocuk neşelenebilir mi? Çocuklarını sadece bize özgü bir ihmale kurban veren aileler neler hisseder 23 Nisan’da... Nasıl geçer onlar için çocuk haftası? Anlatmak istediklerimi daha somut hale getirmek ve 23 Nisan’ın diğer yüzüne ayna tutmak için Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu’nun (UNICEF) hazırladığı Çocuk Yoksulluğunun Önlenmesi Raporu’nun Türkiye bölümüne bir göz atmamız gerektiğine inanıyorum. Aslında fazla söze gerek yok. Gerçek çok yakıcı... Lütfen yüzleşin:Her 1000 bebekten 37’si 5 yaşından önce ölüyor* 15 yaş altı çocukların yüzde 27.7’si, yani 5.6 milyon çocuk gıda ve gıda dışı yoksulluk içinde yaşıyor. * Kırsal kesimde yaşayan 15 yaş altı çocukların yüzde 40.6’sı yoksullukla karşı karşıya. * 15 yaşın altındaki 4 çocuktan biri oldukça sınırlı bir bütçeyle geçinmek zorunda kalan ailelerin çocukları. Öyle ki bu miktar 2003’te 269 YTL’den bile daha azdı. * 3-6 yaş arası çocuklar arasında okul öncesi eğitim alanların oranı sadece yüzde 16. * 2003 Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre 12-17 yaş arası çalışan çocuk sayısı 770 bin. * Türkiye Nüfus ve Sağlı Araştırması 2003 verilerine göre ailelerin yüzde 10’u temiz içme suyundan yoksun; 13.5’i sağlık hizmeti alamıyor. * Çocukların yüzde 46’sı tam olarak aşılanmıyor; yüzde 3’üne ise hiç aşı yapılmıyor. • 1000 bebekten 29’u bir yaşını tamamlamadan, 37’si beş yaşından önce hayatını kaybediyor.
‘’Bir münzevinin huzursuz anıları‘’
Bir yol kenarındayım. Duruyorum. Yol nehir gibi. Öylesine bakıyorum önümden akıp giden insan seline. Ellerimi daldırıyorum. Avuçlarıma birkaç nafile hayat takılıyor. Hepsi umutsuz, umarsız. Sonra bırakıyorum onları. Kaderlerine doğru gidiyorlar. Yürüyorum. Kaldırımlar da farksız. Uğultulu bir dere gibi. Asık yüzlü, çatık kaşlı, hayalleri bile ölmüş bir güruh geliyor üzerime. Yarmaya çalışıyorum onları. Başaramıyorum. Kenara çekiliyorum. Onlar da akıp gidiyor önümden. Gümbür gümbür çağlıyorlar. Kuru gürültü! Evime gitmeliyim. Odamın içindeyim. Perdelerim kapalı. Dışarının karanlığı odama sızmasın. Dört dönüyorum, kendi dünyamda. Burada bana çarpan kalabalıklar yok. Bazen oturuyorum, bazen kalkıyorum. Düşünüyorum. Sonra yolculuğa çıkıyorum. Kendi içime doğru. İçim çok derin, çok uzak, çok tenha, çok karmaşık. Labirent gibi. Bazen kayboluyorum. Sonra beni buluyorlar. Tekrar kayboluyorum. Aslında bulmalarını istemiyorum. Bütün çıkışlar kapatılmalı!İç yolculuğum sürüyor. Uzaklardan sesler geliyor. Bu sesler farklı sesler. Ne istediklerini biliyorlar, ne istemediklerini de... Ayaklarının altındaki zeminin sürekli kaymasına isyan ediyorlar. Ülkelerine, Cumhuriyete, Atatürk’e sahip çıkıyorlar. Güzel insanlar. Ama azlar. Daha çok olmalıydılar. Yüzbinlerce değil, milyonlarca... Gözlerim doluyor. Sonra gözlerim birilerini arıyor, onların arasında. Göremiyorum. Yoklar. Oysa ülkenin gelmiş geçmiş en büyük sivil inisiyatifinin içinde onlar da olmalıydılar. Zira bu ülkenin en büyük sivil toplum örgütleri aslında onlar... Bildiniz kimlerden bahsettiğimi... Evet, Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş... Güzide kulüplerimiz. Gözde takımlarımız. Ne düşünürler, ne hissederler acep Atatürk’e, onun Cumhuriyetine yapılan bunca saldırılar karşısında. Bilmem! Aklıma Atatürk’ü sahiplenme konusunda birbirleriyle yaptıkları sidik yarışı geliyor. Acı acı gülüyorum. Sonra o acı bütün bedenimi sarıyor. Bir ülkenin sporcusu, yöneticisi bu kadar duyarsız mı olur? Ya o milyonlarca taraftar... Başkanları için, federasyon için yürüyenler, ülkeleri, Atatürkleri için neden yürümezler? Tribünlerde neden pankart açmazlar, neden slogan atmazlar? Yoksa onlarda mı?..Biraz daha çekiliyorum kendi kabuğuma. Sesler gelmeye devam ediyor. Bu kez çocuk sesleri duyuyorum. Sesten ziyade bir feryat bu. Çığlık çığlığalar. Anlıyorum, ölüyorlar. İçim yanıyor bir kez daha. Ruhum alev alev. Ömrüm yangın yeri. Biliyorum, yine ihmal var işin içinde. O ihmal bu kez direksiyona oturmuş. Ya ona çocukları teslim edenler? Hangisi daha ihmal?.. Çocuklar paramparça, ben paramparça... Birden bir serinlik kaplıyor odamı. Titriyorum. Üşüyorum, çok üşüyorum. Üşümem, bir yaz günü üşümek gibi. Güneş de fayda etmez, bir dost da... Sığınmalıyım, kendi ıssızlığıma. Dalmalıyım içimin derinliklerine. Yine kaybolmalıyım. Başka dünyalar bulmalıyım; çocukların sonsuza kadar çocuk kalmadığı, insanın insana kıymadığı, insanın insana, ülkesine ihanet etmediği, insanın insanlıktan çıkmadığı, insanın insanca yaşadığı...
‘’Bugün keder ağlarımı ördü!‘’
Bugün kendime bir yalnızlık daha satın aldım... Alıcısı olmayan bölük pörçük hatıraların satıldığı o terkedilmiş bit pazarından. Sarındım yalnızlığıma, üşüyen ruhumu örtsün diye... Kozasının içine hapsolan ölü tırtıllar gibi çekildim kendi ıssızlığıma; tenhalaştım, kederlendim, dertlendim. Önce Dilara düştü aklıma, ardından ihmalin kör çukurlarında heder ettiğimiz öbür çocuklar... Sonra gençleri düşündüm; albayrağa sarılı tahta kutular içinde evlerine teslim edilen... Yüreği kor ateşle dağlanan anneler, babalar, kardeşler, dul eşler, yetim evlatlar geçti gözümün önünden. İnce bir sızı, zehirli bir ok gibi saplandı bağrımın orta yerine. Kederlendim, dertlendim, kahroldum. Ve öfkelendim.Her şeye öfkelendim. Ama en çok size öfkelendim; her gelene kanan, ülkeyi uygar dünyanın dışına sürükleyenleri, yaşam kalitenizi düşürenleri baştacı eden, nasıl uğursuz bir oyunun içine daha çekildiğimizin farkına varmayan, varmak istemeyen sizlere... Ülke, tarihinin en keskin virajına girmişken hiç umurunda olmayan, bilakis müptezel televizyon yarışmalarıyla eğlenen, beşinci sınıf dizilerle avunan, bir futbol müsabakası yüzünden birbirinin gırtlağına basan, hırsız politikacılara, magazin yıldızlarına, kulüp başkanlarına, yöneticilerine, teknik direktörlerine yazarından, aydınından, bilim adamından daha fazla değer veren, biat eden sizlere öfkelendim. Ne oldu size böyle? Bu kadar vurdumduymazlık, bu kadar aymazlık dünyanın neresinde görülmüş? Daha ne kadar afyonlatacaksınız kendinizi? Görmüyor musunuz, çocuklarınızı ellerinizden alıyorlar, geleceğinizi çalıyorlar, hayatınızı ipotek ettiriyorlar. Ne zaman aklınız başınıza gelecek; ne zaman göreceksiniz, nasıl bir kurt kapanı kurulduğunu? Bugün sizi düşünmeye davet ediyorum. Son bağımsız Türk Cumhuriyeti’ni emperyalizme boğdurmaya çalışanları, Atatürk’ü kalbinizden kazımaya gayret edenleri, ölü çocuklarınıza kelle hesabı yapanları, içimizdeki hainleri, gizli gündemlerle iktidara gelenleri, gerçekleri sizden saklayanları, ordusuyla polisini karşı karşıya getirenleri düşünün bugün. Ve ona göre kendinize bir gelecek tasviri yapın; neye layık olduğunuza karar verin. Aslında bugün size yazacağım spor olayları vardı, ama elim gitmedi. Hakem vurmaya kalkan adamı yazacaktım, her lig sonu ortaya atılan komplo teorilerini yazacaktım, amigolarla birlikte şeref (!) turu atan yöneticileri yazacaktım, geçen yıl takımının şampiyonluğunda en büyük paya sahip olan futbolcusunu bir kırmızı kart nedeniyle hain ilan edenleri yazacaktım, Bülent Korkmaz mucizesini yazacaktım, Süreyya Ayhan ve eşinin Devlet’e kafa tutmasını yazacaktım; olmadı. Daha ciddi meselerle uğraşmamız gerektiğine inandım. Bu ülkenin, kazanılacak bir maçtan ve şampiyonluktan daha önemli sorunları olduğunu dile getirmek istedim. Doğu ve güneydoğumuzun saman balyası gibi için için yandığını ve bu yangının yakın bir gelecekte tüm ülkeyi saracağını hatırlatmayı bir borç bildim kendime. Zira zaman hızla tükeniyor. Ve her geçen gün aleyhimize işliyor. Bugün ülkemize, geleceğimize sahip çıkmayı her şeyin önüne koymalıyız. Bu vatan bize yüzbinlerce şehidin, gazinin emanetidir. Bu kutsal emanete hıyanet etmemeliyiz. Ve şunu hiç bir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız:Tarih herşeyi affeder, ihaneti asla...
‘’Ateşleyiciler!‘’
Skor kimseyi aldatmasın, baştan sona tempolu ve mücadeleli bir karşılaşma izledik, dün Antep’te... Her iki takım oyuncuları da 90 dakika boyunca durmak bilmedi. Ancak, sahanın en hareketli iki ismi, Yılmaz Vural ve Erdoğan Arıca’ydı. Kulübenin önünde bir an susmak bilmediler. Onların hırsı ve kazanma arzusu mu futbolcuları canlı ve diri tuttu bilemem, ama bazen işin dozunu kaçırdıkları da bir gerçek. Bu bir tarz da olabilir, ülkemizde kulübede eli şakağında oturan teknik adamların ruhsuz (!) olarak nitelendirilmesi de... Lakin gerçek olan bir şey var ki, teknik adamların kenarda gösterdikleri aşırı reaksiyon bazen futbolcuları öylesine bir baskı altına alıyor ki, hata yapmaları kaçınılmaz oluyor. Vural ve Arıca, Fatih Terim’le aşina olduğumuz, ateşleyici (!) teknik direktör ekolünün en uç örnekleri... Maç öncesi Murat Akbaş ile birlikte yaptığımız skor tahmini golsüz beraberlikti. Zira iki takım da savunma güvencesini ön planda tutuyor. Defans ile orta saha arasındaki uyum ve yardımlaşma üst düzeyde. Böylesi iki takımın birbirine gol atmasının son derece zor olduğunu tahmin etmek güç olmasa gerek. Dün sahaya daha iyi yayılan ve oyunun kontrolünü elinde bulunduran takım Antalyaspor’du. 9 maçtır yenilgi yüzü görmeyen Kırmızı-Beyazlı ekip, Türkiye’nin en iyi pas yapan takımlarından biri. Dün de yüksek yüzdeyle oynadılar. Ancak pozisyon üretmede o kadar becerikli değillerdi. Bunda Gaziantep savunmasının ortasında oynayan Bekir ile Afanou’nun, Coşkun ve Ali Zitouni’yi iyi kontrol etmesinin yanısıra kaleci Hasagiç’in zamanında çıkışlarının payı büyüktü. Bir diğer etken de İlyas’ın gününde olmaması, Ali Bilgin’in de Kirita’nın sertliği karşısında oyundan düşmesiydi. Hal böyle olunca konuk takım uzaktan şutlarla skor bulmaya çalıştı. Buna karşın Gaziantep daha net pozisyon bulan taraftı. Ancak onlar da beceriksiz kalınca, oyun 0-0’a kilitlendi. Sahanın en başarılı futbolcusu Volkan’dı. Gaziantep’in sağ kanadını çökerten genç oyuncu, rakip kaleyi en fazla yoklayan isimdi. Bir de hakem Çetin Sarıgül tabii. Hemen hemen hatasız bir maç yönetti.
‘’Şark yıldızı...‘’
Orhan Çelik...O da hayata 1-0 yenik başlayanlardandı. Elazığ’da yoksul bir ailenin 4 çocuğundan biriydi. Bir apartmanın izbe bir bodrum katında hiç kimsenin fark etmediği varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlardı. Günde iki kez kurabildikleri sofralarında bir tas çorbaya altı kişi kaşık sallıyorlardı. Hayat zordu, yaşamak oldukça meşakkatliydi hepsi için. Ama ailenin en büyük çocuğu Orhan Çelik’in pes etmeye niyeti yoktu. Umudunu hiç bir zaman kaybetmemişti. Okuyacaktı, büyüyecekti ve iş güç sahibi olacaktı. Hem kendini hem de ailesini bu perişanlıktan kurtaracaktı. Var gücüyle hayata asılıyordu ki, ikinci büyük darbeyi yiyiverdi. 2000 yılında, henüz daha 8 yaşındayken evin temel direği babasını kaybediverdi ansızın. Bu, o ve kardeşleri için tam bir yıkım olmuştu. Kahve telvesi gibi koyu, karanlık yıllar onları bekliyordu. Annesi ve üç kardeşiyle birlikte kah akrabaların, kah komşuların yardımıyla yoksulluğa direnç gösteriyorlardı. Hiç bir gelirleri ve sosyal güvenceleri yoktu. İşte tam da o zamanlara denk geldi küçük Orhan’ın atletizmle tanışması. Onun yeteneğini keşfeden öğretmeni elinden tuttu, atlet olmasını sağladı. Kısa zamanda arkadaşları arasında sivriliverdi. Katıldığı okullar arası yarışmalarda finişi hep en önde geçerdi. Atletizm yeni bir umut olmuştu onun için. Hayalleri artık bir büyük atlet olarak ülkesine madalyalar kazandırmak üzerineydi. Bu şekilde 14’üne kadar geldi Orhan. Kendini her geçen gün biraz daha geliştiriyordu. Adım adım zirveye tırmanıyordu. Parlak bir gelecek önünde simli bir atlas gibi uzanıyordu. Biliyordu ki, atletizm o ve ailesi için tek kurtuluş yoluydu. Ve o nedenle koşuyor, koşuyor, koşuyordu. Bingöl karayoluna savrulan hayallerTakvim yaprakları 09.07.2006’yı gösteriyordu. Ağrı’da Doğu’nun Yıldızları Pist Yarışları düzenlenmişti. Orhan da kulübü Elazığ İhtisas ile birlikte o yarışa gitti. 200 metrede piste çıktı ve yarışı birincilikle bitirdi. Bir yarıştan daha zaferle çıkmanın gururunu yaşıyordu. Evine dönünce annesi ve kardeşlerine rakiplerini nasıl geçtiğini anlatacaktı. Yarışlar bitti ve kafile bir minibüsle yola koyuldu. Araçta hüzün ve neşe bir aradaydı. Kazananların sevinciyle kaybedenlerin hüznü birbirine karışmıştı. Bu şekilde Bingöl-Karlıova yolu üzerinde Derinçay köyü mevkiine gelmişlerdi ki, birden şoför direksiyon hakimiyetini kaybetti. Minibüs şarampole yuvarlandı. Herkes bir tarafa savruldu. Kazanın bilançosu ağırdı. Şoför ölmüş, 17 sporcu da yaralanmıştı. Çoğu hafif yaralıydı. İçlerinden üçünün durumu ise ağırdı. Bunlardan biri de Orhan Çelik’di. Derhal hastaneye kaldırıldılar. Diğer iki sporcu hayati tehlikeyi kısa sürede atlattı. Orhan’ın ise durumunda bir ilerleme olmadı. Üç gün yoğun bakımda kaldı. Narin bedeni çektiği acılara daha fazla direnemedi ve 12.07.2006 gününün öğle vaktinde hayata gözlerini yumdu. Karanlıkta kayan bir yıldız gibi sonsuz boşluğa düşüverdi Orhan’cık... Acıyla, yoklukla, mücadeleyle geçen kısacık ömrü trajik bir şekilde sona ermiş ve geride perişan vaziyette bir anne ile üç kardeşi bırakmıştı. Orhan Çelik’in annesi ve kardeşleri bugün de yoksulluğun pençesinde kıvranıyorlar. Ne bir gelirleri var, ne de herhangi bir güvenceleri... İstedim ki; bugünlerde bir takım atletlerin kepazelikleriyle gündeme gelen atletizmin bir de bu görmediğimiz, bilmediğimiz arka yüzüne ışık tutayım. Türk atletizminin sadece Süreyyalar, Binnazlar vs.’den ibaret olmadığını anlatmaya çalışayım. Büyük bir vefa örneği gösteren ve Orhan Çelik’in ailesine sahip çıkarak bir yardım kampanyası başlatan, havuza ilk olarak da karınca kararınca kendileri su dolduran Atletizm Federasyonu’nun örnek davranışını gündeme getireyim. Ve sizleri de bu kampanyaya destek olmaya çağırayım. Bir insan bir dünyadır. Bir insan yarat, bir dünya kur. Orada, Elazığ’da sizlerin desteğine, yardımına muhtaç üç küçük kardeş ve yüreği yaralı bir ana var. Onlara el atın, yeni dünyalar kurun. Dünyalar da sizin olsun...NOT: Aileye yardım etmek isteyenler şu hesaba para yatırabilir: Türkiye Vaıkflar BankasıGSGM Büro Hesabı Şube Kodu: 484 Hesap No: 001587286179894İsmail Arslan...Bu portre de atletizmden... 100 metreci. Milli sporcu. Adı, geçtiğimiz ay Yunanistan’ın başkenti Atina’da yapılan Balkan Salon Atletizm Şampiyonası öncesi yaşanan alkol skandalıyla gündeme geldi. Havalimanında ortadan kaybolan iki sporcudan biriydi. Sonradan öğreniyoruz ki, kaybolan sporcu sayısı üçmüş! Ancak içlerinden sadece biri alkollü gelmiş, kafilenin bulunduğu otele. Biz İsmail Arslan’ın da alkollü olduğunu yazmıştık. Yanılmışız! Çünkü, Ceza Kurulu’na sevk edilen sporcular arasında adı yok! Kafile başkanı zaten hiç bir şey görmemiş! Ceza Kurulu’na sevk edilen Metin Durmuşoğlu için de kafiledeki bir başka yöneticinin raporu üzerine işlem yapılmış. Bu durumda bize de İsmail Arslan’dan bir özür dilemek düşer! Her ne kadar sicili oldukça kabarık olsa da...Tel: 0.212.505 68 32, Faks: 0.212.505 65 23E-mail: hturhan@#fanatik.com.tr
‘’İstikrar!‘’
Anadolu takımlarının en önemli özelliği isikrarlarıdır! Ama istikrarsızlık konusunda!.. Hiçbirinin günü gününü, haftası haftasını tutmaz. Belki de İstanbul’la başedemelerinin altında yatan en önemli etkenlerden biridir, istikrarsızlıkları. Bu sezon istikrarsızlık konusunda önde gelen iki ekip Sivasspor ile Kayserispor’un nasıl, ne şekilde, hangi sonuçla biteceği hiçbir zaman kestirelemeyecek bir karşılaşmasına tanık olduk. Maçın ilk yarısı, Sivasspor soyunma odasına galip gitmesine rağmen Kayserispor’un hakimiyeti altında geçti. Ne var ki Sarı-Kırmızılı takım üretkenlikten uzaktı. Bunda Gökhan Ünal ile Bülent Bölükbaş’ın yokluğunun payı büyüktü. Galatasaray’dan kiralanan Özgürcan ile İlhan Parlak uyumsuzdu. Özellikle Özgürcan, aldığı toplarda ağır kalınca pozisyon bulmakta zorlandı. Kayserispor’un sorunlu tarafı sadece forveti değildi. Orta alanda da Mehmet Topuz ile Ragıp’ın dışında ayakta kalan oyuncu yoktu. Kanatlar yeterince çalışmadı. Defans sık sık kademe hatası yaptı. Kaptırılan topları oyuncular eli belinde seyretti. Kadro kalitesi bakımından ligin en iyi takımlarından biri olan Kayserispor’da halının altına süpürülen bir takım sorunlar var gibi! Başta hoca ile futbolcular arasında...Bu sezon iç saha fobisi çeken takımların başında hiç kuşkusuz Sivasspor geliyor. Ancak kendi sahalarında oynadıkları son iki maçı kazanarak bunu bir bakıma atlattıklarını söyleyebiliriz. Kayserispor’un aksine dün Sivaspor’da forvet oyuncuları üzerlerine düşeni yaptılar. Mehmet Yıldız yorgun gözükmesine rağmen, Kayseri defansını bir hayli yıprattı. Balili de her zamanki atletik özelliklerini bir kez daha sergiledi ve takımının galibiyetinde başrolü oynadı. Bu iki oyuncunun iyi oyununda son haftaların flaş ismi Gürhan’ın önemli payı vardı. Forvetin arkasında oyun kurucu olarak görev yapan genç oyuncu, araya attığı derinlemesine paslarla, sert va kavisli ortalarla maç boyu forveti besledi. İyi bir sol ayağa ve üstün bir futbol zekasına sahip. Fizik gücünü ve çabukluğunu artırdığı takdirde Türk futbolunun yeni bir 10 numara kazanacağını söylemek kehanet sayılmaz.İki takımda da birçok kötü oyuncu vardı; ama sahanın en kötü ismi hakem Kuddusi Müftüoğlu’ydu. Tecrübeli hakem iyi başladığı maçta verdiği bir-iki ters kararın ardından seyirci baskısı altında kaldı ve kontrolü kaçırdı. Maçın ev sahibi takımın galibiyetiyle bitmesi şansıydı!
‘’Rest ve rezalet!‘’
Süreyya Ayhan’a rest... Almanya kampına şartlı evet denilen Ayhan’a, Dünya Şampiyonası’ndan önce koşmaması halinde milli takım kapıları kapanacak. Balkan Şampiyonası’na gidişte kaybolan iki atlet otele kör kütük sarhoş geldi.Bizde bir gelenek vardır; başarı paylaşılamaz! Nerede bir başarı varsa, bilin ki orada kavga da vardır. Şişen egolar, elde edilen bütün kazanımları kendine mal eder. Başkalarını görmez, görmek istemez. Bu, aslında başarıya hazırlıksız yakalanmanın bir sonucudur. Geçmiş dönemde bunu futbolda, basketbolda yaşadık. UEFA Kupası galibi Galatasaray ihtiras çatışması nedeniyle paramparça oldu. Keza Dünya 3.’sü Milli Takım da... Aynı olayı atletizmde de yaşıyoruz. Türk atletizmi son 5-6 yıldır tarihinin en parlak dönemini yaşıyor. Dünya çapında atletler yetişiyor, Avrupa Şampiyonu, Dünya 2.’si, Olimpiyat 3.’sü olunuyor, Dünya rekoru kırılıyor. Gelgelelim, bütün bu başarıların keyfini çıkarmak, üstüne yenilerini koymak için neler yapılabilir tartışmalarının yerini kısır sen-ben çekişmeleri alıyor. Akabinde de ard arda skandallar patlıyor, camia birbirine giriyor.Federasyon denetleyecekBu sürecin en önemli aktörleri ise hiç kuşkusuz Süreyya Ayhan-Yücel Kop çifti. Geçmişe bir gezinti yapmaya kalksak sayfalar yetmez. Kop çiftinin son marifeti, Dünya Şampiyonası’nda yarışaması için kendisine bir arabanın çarpacağı iddiası... Daha önce de ölüm tehtidleri aldığını iddia etmişti. Başlangıçta Süreyya’nın iddiasını saçmalık olarak değerlendiren GSGM, daha sonra gelen medya baskısı üzerine soruşturma açtı. Muhalefet partisinin bir milletvekili konuyu TBMM’ye taşıdı. Sürekli Kop çiftinin suçlamalarına maruz kalan, son iddiaya karşı da sessiz kalmayı tercih eden Atletizm Federasyonu da sonunda harekete geçti. İlk olarak milli atletin Almanya’da kamp yapma isteğine şartlı ‘evet’ denildi. Federasyonun teknik kurulu ile milli takım kurmay heyetinin denetimi kabul edilmezse, kamp masraflarının yalnızca yarısı karşılanacak, diğer yarısını ise Kop çifti cebinden ödeyecek. Bunun yanısıra Dünya Şampiyonası’na kadar Süreyya Ayhan’dan son durumunu öğrenmek için mutlaka bir ya da bir kaç yarış koşması veya milli takım sorumlularının önünde deneme koşusu yapması istenecek. Eğer koşmazsa kendisine milli takım kapılarının kapatılması gündeme gelecek. Bunu başarırlar mı, başaramazlar mı, göreceğiz. Yani önümüzdeki günlerde Süreyya Ayhan Kop, gündemi bir hayli meşgul edeceğe benziyor. Geçiyoruz bir başka konuya...İkinci Balkan rezaleti...Geçtiğimiz yıl Bosna Hersek’teki Balkan Şampiyonası’nda yaşanan skandalların bir benzerinin bu yıl da Yunanistan’ın Başkenti Atina’da gerçekleştiği öğrenildi. Şubat ayında yapılan Balkan Salon Atletizm Şampiyonası’na katılmak üzere yola çıkan milli takım kafilesi Atina Havalimanı’na indiğinde İsmail Arslan ile Metin Durmuşoğlu isimli atletlerin ortadan kaybolduğu anlaşılıyor. Havalimanının her yerinde bu iki atleti arayan kafiledekiler, uzun süren bir arayış ve beklemeden sonra bulamayınca otele gidiyorlar. Aradan bir kaç saat geçtikten sonra Arslan ve Durmuşoğlu otele geliyor. Geldiklerinde zil zurna sarhoş oldukları görülüyor. Meğer daha uçakta içmeye başlayan, hatta yanlarındaki yolcunun üzerine içki dökerek rezalet çıkaran iki kafadarı, aldıkları alkol kesmemiş ki, havalimanında bir pub’a giderek devam etmişler. Şu ana kadar bu iki atlet için her hangi bir soruşturma açılmadığına göre, kafile başkanı demek ki, ‘her şey yolundaydı’ şeklinde rapor vermiş! Ne diyelim, sıhhat ve afiyette olsunlar...
‘’Öteki hayatlar...‘’
Hiç düşündünüz mü?.. Nerede, ne zaman, ne şekilde sonlanacağını bilemediğimiz şu esrarlı hayat yolculuğumuz kaç evreden oluşuyor? Hayatımız kaç parça? Bir hayatın içinde kaç hayat yaşıyoruz? Birinden birine geçerken, geride neleri bırakıyoruz? Ve ileride bizi neler bekliyor? Kim bilir? Ama çok iyi bildiğimiz bir şey var ki, o da, hemen herkesin yanıbaşında yaşanan, bizimkine hiç benzemeyen ve çoğunlukla görmezden gelinen trajik hayatların varlığıdır. Bir gün, er ya da geç bizim de yaşayacağımız onulmaz acılarla dolu ‘öteki hayatlar’ı kastediyorum. Bir kırılma anıyla; ne bileyim, bir trajik kaza, amansız bir hastalık ya da yaşanan duygusal bir travmayla bir anda kendimizi içinde bulabileceğimiz hayatın öte yakasından söz etmek istiyorum, bugün de sizlere... Onlardan birini geçen hafta anlatmıştım. Beyin kanserine yakalanarak genç yaşta bu dünyadan kopup giden Mustafa Türe’nin hazin öyküsünü aktarmıştım. Kansere dikkat çekmek için onun anısına Bozüyük’te düzenlenecek basketbol turnuvasından bahsetmiştim. Meğer Bozüyük’te trajedi içinde trajedi yaşanıyormuş. O turnuvanın bir amacı daha varmış. Dörtlü turnuvadan elde edilecek gelir, tıpkı Mustafa gibi kanserle boğuşan 11 yaşındaki Alper Sayer’in tedavisinde kulanılacakmış.Bozüyüklüler Alper Sayer için seferber olmuş. Siz de olun!..Önce Alper Sayer’in hikayesini özetleyeyim: Alper, 1 Nisan 1996’da Eskişehir’de doğmuş. İki çocuklu bir ailenin küçüğüymüş. Babasının işi nedeniyle küçük yaşta Bozüyük’e gelmiş. Derslerinde oldukça başarılı, cıvıl cıvıl, hayat dolu bir çocukmuş Alper. En büyük hayali bilim adamı olmakmış. Kuşları, ev hayvanlarını, Barış Manço’yu ve Fenerbahçe’yi çok severmiş. Bağlama çalarmış, tekvando sporuyla uğraşırmış. Gelgelelim, Alper’in hayatı bu ayın başında konan lösemi teşhisi nedeniyle bir anda kararıvermiş. Halen Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Eğitim, Uygulama ve Araştırma Hastanesi’nin onkoloji servisinde tedavisi devam ediyormuş küçük Alper’in... Alper’in hastalığı yenebilmesi için maddi ve manevi büyük bir desteğe ihtiyacı var. Bildiğiniz gibi lösemi oldukça masraflı bir hastalık. Ancak topyekün bir mücadeleyle üstesinden gelinebilinir. Ne var ki, bu zorlu savaşına sekte vuracak bir darbeyi, daha hastalanmadan önce yemiş talihsiz Alper... Babası iki ay önce işten çıkarılmış. Sayer ailesi lösemili bir çocuk ve işsiz bir babayla perişan olmuş. Lakin bu aşamada Anadolu insanının en önemli hasleti olan dayanışma duygusu devreye girmiş. Gencecik Mustafalarını kaybeden Bozüyüklüler, minicik Alperlerinin de sonsuzluğa kanat çırpmaması için Sayer ailesine sahip çıkmış. Alper’in tedavisinin devam edebilmesi için yardım kampanyası başlatmışlar. Bunu Bozüyüklüler’in ortak sesi www.bozuyuk11.com sitesiyle kamuoyuna duyurmuşlar.Sahile vuran deniz yıldızlarını suya atan o yaşlı adamı unutmayınAyrıca Alper’in adına www.alpersayer.com isimli bir destek sitesi daha kurmuşlar. Bu siteye girdiğiniz zaman öteki hayatlardan biriyle tanışıyorsunuz. Talihsiz Alper’in kısalardan kısa özgeçmişi ve fotoğraflarıyla karşılaşıyorsunuz. Alperciğin gülen gözleriyle göz göze geliyorsunuz. Işık saçan yüzünün yüzünüzü aydınlattığını hissediyorsunuz. Ve bir an o nurlu yüzün her geçen gün solduğunu aklınıza getiriyorsunuz. İçiniz titriyor. Kendinizi tarifsiz bir hüznün sarmalında buluyorsunuz. Bir şeyler yapılması gerektiğini düşünüyorsunuz. İçinizden bazılarının, ‘Alper gibi bu ülkede binlerce, belki milyonlarca çocuk var. ne yapabiliriz ki’ dediğini duyar gibiyim. Evet, doğrudur. Bu ülkede yaşanan on binlerce, milyonlarca dramdan sadece biri, Alper’in hikayesi... Hepsine yetişmemiz elbette mümkün değildir. Fakat ben yine de sizi, Alper’in bir kum tanesi gibi avucumuzun içinden kaymasını önlemek için taşın altına elinizi sokmaya davet ediyor ve bu köşede daha önce de naklettiğim bilinen bir öyküyü bir kez daha hatırlatıyorum: Yazı yazmak için okyanus sahillerine giden bir yazar, sabaha karşı kumsalda dans eder gibi hareketler yapan birini görür. Biraz yaklaşınca, bu kişinin sahile vuran deniz yıldızlarını, okyanusa atan yaşlı bir adam olduğunu fark eder. Yaşlı adama yaklaşır: - Neden deniz yıldızlarını okyanusa atıyorsun? Yaşlı adam yanıtlar;- Birazdan güneş yükselip, sular çekilecek. Onları suya atmazsam sıcaktan kavrularak ölecekler. Yazar sorar;- Kilometrelerce sahil, binlerce denizyıldızı var. Hepsine yetişemen mümkün değil, ne fark edecek ki? Yaşlı adam eğilir, yerden bir denizyıldızı daha alır ve okyanusa fırlatır. - Onun için fark etti ama...NOT: Alper Sayer’e yardım etmek isteyenler için hesap numarası: T.C. Ziraat Bankası Bozüyük Şubesi: 122 47720195-5001