Arama

Popüler aramalar

‘’Cuma babaları...‘’

Her hafta cuma günleri Edirnekapı Şehitliği’nde bir hareketlilik yaşanır. Boş mezarların her geçen gün azaldığı şehitlikte evlatlarını teröre kurban veren anne-babalar görürsünüz. Her mezarın başında bir bayrak asılıdır. Şehitlik, gelincik tarlası gibidir. Anne-babalar, bir çiçek bahçesine çevirdikleri mezarların toprağını okşarlar; çocuklarının başını okşar gibi. Sevgiyle, şefkatle... Diktikleri gülleri, karanfilleri koklarlar; çocuklarını koklar gibi. Kederle, acıyla... Mezartaşına sarılırlar; çocuklarına sarılır gibi. Hüzünle, hasretle... Çocuklarının saçını tarar gibi parmaklarıyla çapaladıkları toprağı, gözyaşlarıyla sularlar. Her şey derin bir sessizlik içinde olur. Mezarın etrafı adeta tavaf edilir, ayrık otları toplanır, mermerler yıkanır; ardından dualar okunarak evlerinin yolunu tutarlar. Paramparça olmuş ruhlarını mezarın başında bırakarak... Her cuma günü, dünyada eşi benzeri olmayan bu ritüeller tekrarlanır durur. Anneler çoğunluktadır. Lakin son yıllarda babaların da bir hayli arttığı göze çarpar. Oysa bize yıllardır babaların ağlamadığı öğretilmişti. Meğer onlar da ağlarmış. Ancak biz görmezmişiz. Bize göstermezlermiş ağladıklarını. Anne yüreği kadar baba yüreğinin de yandığını öğrendik, genç ölülerimiz sıkça toprağa düştüğünden beri. Evet, şehit anneleri kadar şehit babaları da var bu memlekette. Ve onların da kanı çekiliyor, adres soran kurşunlar çocuklarını bulduğunda. Onlar da darmadağın oluyor. Onların da bedenini, ruhunu ağu gibi bir acı kavuruyor. Onlar da kan göz yaşlarını içlerine akıtıyor. Onlar da ellerinden alınan evlatları için ağıtlar yakıyor. Onlar da hayata küsüyor. Zifiri bir karanlık, onların da ömrüne kıyamet bulutları gibi çöküyor. Gece olduğunda bir battaniyeyle mezara gidip, üşümesin diye oğlunun üstünü örten, sabahleyin de onu uyandırmak için kulağına bir şeyler fısıldayan şehit babaları duydum ben. Yıllardır odasına kapanıp bir yorganın altında saklanan ve hiç kimseyle, bir daha hiç bir şey konuşmayan, hayatı susarak protesto eden babalar olduğunu da biliyorum; bu ülkenin köylerinde, kasabalarında, şehirlerinde...Her cuma günü gerek Edirnekapı, gerekse diğer şehitliklerde anneler kadar babalarla da karşılaşırsınız. Yumruk şeklindeki elleri göğüslerinin üzerinde kavuşmuş, sarsıla sarsıla ağlayan şehit babalarıdır onlar. O kadar çoğaldılar ki, saklayamazlar artık hıçkırıklarını, gözyaşlarını... Babaların da insani duyguları olduğunu, metanetlerinin asaletlerinden geldiğini çok daha iyi anlarsınız, o zaman. Bu gün de istedim ki, bir babalar gününü daha geride bıraktığımız şu günlerde, şehit babalarını bir hatırlayalım. Bundan böyle babalarımızın ellerini öperken, onlara sarılırken, hediyeler sunarken, şehit babalarının da tarifsiz acılarına ortak olalım. Onları da kendi babamız gibi kucaklayalım, bağrımıza basalım. Onlara da evlatlık yapalım. Ve bu trajedinin daha fazla devam etmemesi için taşın altına elimizi sokalım. Aklımızı, sağduyumuzu yitirmeden...Bu nasıl spor?Oldum olası boks sporuna karşı durdum. Boksun bir spor olmadığını savundum; her ne kadar son yıllarda amatör boksta kask gibi önlemlerle, yeni kurallarla risk azaltılmaya çalışılsa da... Zira uzun yıllara yayılan etkileri olduğunu bilim insanları ne zamandır haykırıyor. Profesyonel boksun ise spor olduğunu savunmak için insanın sporun anlamını bilmemesi gerekir. Bugün profesyonel boks, milyonlarca doların döndüğü bir kumar sektörü haline gelmiştir. Burada boksörler, sporcudan ziyade birer kumar aracı olarak algılanırlar. Bütün kurallar da, daha fazla paranın dönmesi üzerinedir. Tıpkı horoz ya da köpek döğüşü veya at yarışı gibi. Aralarında nitelik olarak hiç bir fark yoktur. Böyle olduğunu Sinan Şamil Sam’ın, ABD’li McCall ile yaptığı maçta bir kez daha anladık. İkinci raundda gözü patlayan Sam, tam 12 raund ringde kaldı; her arada gözüne, kaşına bir dikiş atılmak suretiyle... Maç sonuna kadar tam 28 dikiş atılmış. Başlangıçta pes etmediği, ne kadar dayanıklı olduğu şeklinde yorumlar yapılarak Sinan Şamil Sam takdir edildi. Ancak kazın ayağının öyle olmadığı daha sonra anlaşıldı. Menacerinin, ‘12 raund ringde kalacak’ şeklinde rakibiyle bahis yaptığı ve bu bahsi kaybetmemesi için Sam’ın hayatını dahi riske atarak rakibinden dayak yediği ortaya çıktı. Tabii bu arada, Sam’ın maç öncesi şehit aileleri için ringe çıkacağını söylemesinin de ne kadar içi boş, yaldızlı bir laf; dahası bir istismar olduğu da...Bu işler hep böyledir zaten. Bir yerde toplumsal bir hassasiyet varsa, istismar da kaçınılmazdır.

20 Haziran 2007, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Konuşsam faydası yok, sussam gönül razı değil‘’

Yumurtanın döllenmesinden sonra oluşan canlıya embriyo demiş, bilim insanları. Ana rahmindeki canlıların önce kalbi oluşuyormuş; hayat iksiri olan kanı beyne pompalasın diye. Ardından diğer organ ve uzuvları gelişiyormuş. İnsan, son halini aldığında da dünyaya “merhaba” diyormuş. Kainatın en büyük mucizesi böyle gerçekleşiyormuş. İş bununla da kalmıyor tabii... Dünyaya gelmek, dünyada kalmanın garantisi değil ki... Yeryüzünde insan yavrusu kadar ebeveynlerinin bakımına muhtaç bir canlı türü daha yoktur. Yeni doğan bir bebeğin başkalarının yardımı olmadan yaşaması mümkün değildir. Bu öylesine uzun ve sancılı bir süreçtir ki, canlılar arasında en fedakarının insan olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bir anne-baba için yavrusundan daha değerli hiç bir şey yoktur, dünyada. Çekilen sancılar, uykusuz geçen geceler, titreyen yürekler, sarfedilen emekler, edilen dualar, akıtılan gözyaşları hep sahip olunan evlat içindir. Onun daha sağlıklı, daha iyi, daha müreffeh yaşaması içindir, o seferberlik hali... Evladı olanlar kendileri için yaşamaktan vazgeçerler. Varlık nedenleri, çocuklarıdır. Onları, bin bir zahmetle büyüttükleri zaman dahi görevleri sona ermez.O kınalı kuzular, bizim de evlatlarımız değil mi?Evladı gittiği yerden geciktiği zaman yer sarsıntısını hisseden atlar gibi huysuzlanırlar, huzursuzlanırlar. Yürekleri daralır. Kulakları hep kiriştedir. Çocuklarını ayak seslerinden, kokusundan tanırlar. Gelenin o olduğunu anladıkları anda, yeniden doğarlar. Yastığa baş koyduklarında yanaklarından aşağı süzülen damlalar ise, sevinç gözyaşlarıdır. Bir de madalyonun öbür yüzü vardır. Yani, gidip de gelmeyenler. Geri dönmeyenler. Evinden telli duvaklı gelin gibi süslenerek, güle oynaya uğurlanıp, bir daha kavuşulamayanlar. O kınalı kuzular. Şehitler. Onlar da bir embriyo olarak ana rahmine düştüler. Onların da önce kalpleri oluştu. Sonra geliştiler. Aylarca o sıcacık yuvada dünyaya gelecekleri günü beklediler. Doğdular. Bir güneş gibi aydınlattılar anne-babalarının dünyasını. Çocuk oldular. Koştular, oynadılar. Terli terli su içtiler, öksürdüler. Düştüler, dizlerini kanattılar. Sonra okullu oldular. Heyecandan yürekleri bir kuş gibi pır pır etti. Ardından başları hülyalı birer ergen oldular. Sevdiler, sevildiler. Terkettiler, terkedildiler. Derken delikanlılığa adım attılar. Gelecek planları yapmaya başladılar. Hayaller kurdular. Tam yetişkinliğe adım atıyorlardı ki, vatan görevi kapılarını çaldı.Onların da birer hayatı, hayalleri, umutları vardıVe hayallerini ertelediler; döndükleri zaman kaldıkları yerden devam etmek üzere... Askerlikleri boyunca hep o umutla yaşadılar. ‘Döndüğüm zaman’ diye başlayan cümleler kurdular, pusularda, nöbetlerde. Özlem dolu mektuplar yolladılar sevenlerine. Taa ki, hain bir namludan çıkan hain bir mermi veya namussuz bir mayın tuzağı bedenlerini bir cemre gibi toprağa düşürene kadar. İşte böyle, her gün, her gün gencecik fidanlar kırılıyor. Kendi yurtlarında, kalleşçe vuruluyorlar, alçakça havaya uçuruluyorlar. Ölüyorlar; hayalleriyle, umutlarıyla, özlemleriyle beraber. Aniden belirip, karanlıkta kayan bir kuyrukyıldız gibi sonsuzluğa akıyorlar. Geride, yaşanamamış bir hayat ve yürekleri kor ateşle dağlanan, acılı anne-baba, kardeş, eş, sevgili, dost, arkadaş bırakarak... Yıllardır al bayrağa sarılı tabutlarla omuzlanıyorlar, devre arkadaşları ve sevdikleri tarafından. Bitmiyor, hiç bitmiyor. Bitmek bir yana, her geçen gün artarak devam ediyor şehit cenazeleri. Bir daha yolunu gözleyemeyecekleri çocuklarıyla birlikte tabuta girmek istiyor anne-babalar. Onlar da ölüyor, şehitleriyle beraber.İspanyol halkı kadar olamıyor musunuz?Ve sizler, günlük gailelerin içinde öylesine kayboluyorsunuz ki, kendi çocuklarınıza ağıt yakmıyorsunuz. Yine o rezil eğlence programlarına reyting patlattırıyorsunuz, tatil günlerinde pikniklere koşuyor, oyun havaları eşliğinde göbek atıyorsunuz. Tuncay’ın gidip gitmeyeceğini, şehitlerinizden daha çok konuşuyorsunuz. Vurdumduymazlığınızla dünyayı şaşkına çeviriyorsunuz. Sizlerin duyarsızlığı üzerine iktidar bina edenlerin ekmeğine yağ sürüyorsunuz. Neden ispanyol halkının ETA terörüne karşı sergilediği dik duruşu sizler sergileyemiyorsunuz? Onlardan eksiğiniz ne? Kurtuluş savaşını siz yapmadınız mı? Ülkenin dört bir yanını işgalcilerden geri almadınız mı? Ne oldu size? şimdi niye böylesiniz? Gençlerinizin bir kum tanesi gibi avuçlarınızın içinden kayıp yere dökülmesine daha ne kadar sessiz kalacaksınız? Haydi, atın ölü toprağını üzerinizden. Kalkın ayağa. Silkelenin, silkeleyin.Sahip çıkın, gençlerinize, geleceğinize, ülkenize... Ve onurunuza...

13 Haziran 2007, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’‘Kop'artın gitsin‘’

Herkesin bildiği bir olgudur; vücudun herhangi bir bölgesinde metastas oluşmuşsa bedeni kurtarmak için o bölüm alınır. 4 yıldır koşmayan, genel müdürlükle, federasyonla restleşen, milli formadan kaçan Süreyya Ayhan’a artık yol verilmeli.Bilirsiniz, meşhur bir hikaye vardır. Valinin biri yıllar sonra babasını huzuruna çağırır ve,- Baba, bana hep sen adam olmazsın derdin ya... Bak işte vali oldum!Babası da şöyle bir bakar ve başını esefle sallar,- Be hey evlat, ben sana vali olamazsın dememiştim ki! Adam olamazsın adam. Evet, vali olmuşsun ama yine adam olamamışsın!Bir insan her şey olabilir. Vali olabilir, bakan olabilir, başbakan olabilir, mühendis, doktor vs. olabilir, şampiyon olabilir... Ama aslolan adam olmaktır, insan olmaktır. Her makamdan, her mevkiiden, her statüden, her başarıdan önce gelen budur; insan olmak. Onursuzca şampiyon olmaktansa, onuruyla sonuncu olmaktır aslolan. Dünya çapında sporcu sayısı bakımından çorak bir iklime sahip olan ülkemizde hasbelkader bir yıldız çıktığı zaman herkes üzerinde titrer. Elini sıcak sudan soğuk suya sokturmazlar. İmkanlar seferber edilir, onlar için. Halk bağrına basar; sever, sayar. Her yerde ayrıcalıklı bir muamele görür. El üstünde tutulur. Ve o sporculardan da bu sevginin, ilginin hakkını vermesi istenir. Ama şampiyon olur, ama olamaz. Önemli olan iyi niyetle çaba göstermektir. Çalışmaktır, terini son damlasına kadar akıtmaktır. Kazanamazsa bile bu millet yine bağrına basar, teselli eder, onu kucaklar.Devletiyle, milletiyle adeta alay ediyorİşte Süreyya Ayhan’a da böyle davrandı bu ülke ve davranmaya da devam ediyor. O ise, bırakın bu sevgiye ilgiye layık olmayı, devletiyle, milletiyle adeta alay ediyor. Ruhunu teslim etmiş bir muhteris adama, kendisine uzatılan bütün elleri geri çeviriyor. Kendisini Atletizm Federasyonu’nun ve diğer tüm atletlerin üstünde görüyor. Kendisine harcanan tüm emeklere, zamana, paraya nankörlük ediyor. Bu devlet, bu millet hiçbir sporcuya olmadığı kadar ona kucak açmışken, o ısrarla “mahallenin şımarık kızı” rolünü oynamayı sürdürüyor. Kırıyor, döküyor, incitiyor. Tam 3 yıl 9 aydır, yani 13 Eylül 2003 tarihinden beri yan gelip yatıyor. Bu devlet ona harcırah çıkarıyor, yurt dışına kamplara gönderiyor, sakatlığını tedavi ettiriyor, buna karşın o hiçbir yarışa çıkmıyor. Kendisine yapılan profesyonel ekip kurma gibi tüm teklifleri geri çeviriyor, milli formayı giymeyi reddediyor. O adamla birlikte her şeyden, herkesten kaçıyor. Başına buyruk hareket ediyor. Kampa gidiyor, adres vermiyor. Bıraktığı telefonlara ulaşılamıyor. Federasyon temsilcileri dedektif gibi onu arıyor, bulamıyor. Kayıplara karıştı diye gazetelere manşet oluyor, buna rağmen, ne bir ses, ne bir seda, ne bir cevap. Nerede, ne yaptığı belli değil.Süreyya’ya harcanan para 6 atlete bedelTürkiye Atletizm Federasyonu’yla köşe kapmaca oynuyor. O federasyon ki, 2006 Eylül’ünden beri sadece ABD kampı için Süreyya Ayhan’a 24 bin 620 (33 bin 276 YTL) ABD Doları para harcamış. Buna karşılık Elvan Abeylegesse, Halil Akkaş, Eşref Apak, Nevin Yanıt, Esen Kızıldağ ve Recep Çelik’e harcanan toplam kamp masrafı 57 bin 500 YTL. Yani 6 atleti toplasan ancak bir Süreyya Ayhan ediyor. Hal böyleyken, devletin kurumlarını suçlayan, devletin kurumlarına kafa tutan, kimseyi takmayan, ilgisizlikten yakınan yine Süreyya Ayhan. Süreyya Ayhan bir şampiyondur. İlklerin kadınıdır. Türk atletizminin en büyük yıldızıdır. Ama iyi bir sporcu değildir. Ve hiçbir zaman olmayacağı da yanındaki kılavuzundan bellidir. Yetkililer artık ondan umudunu kesmelidir. Bu saatten sonra ondan gelecek bir başarının, ne bu devlete, ne bu millete faydası olmaz. Süreyya Ayhan’la bu sürtüşme devam ettikçe, bundan en büyük zararı Türk atletizmi görecektir. Milli formayı reddeden bir sporcuya “uğurlar olsun” demekten başka yapılacak bir şey yoktur. Mehmet Terzi ve ekibi de bunu yapmalıdır. Korkmadan, cesurca...

11 Haziran 2007, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Yengeç sepeti!‘’

Denizden toplanıp bir sepete doldurulan yengeçler, dışarı çıkmaya çalışanı aşağı çeker ve bir süre sonra da birbirlerini yerlermiş. Onları yok etmek için dışarıdan bir müdahaleye gerek olmazmış. Yengeç, yengecin kurduymuş! Tıpkı biz Türkler gibi! Dev bir yengeç sepetine çevirdiğimiz güzelim ülkemizde birbirimizi yok etmek için öylesine akıl almaz taktikler geliştiriyoruz ki, şeytanın bile pabucunu dama atıyoruz. Uzlaşı kültürünün yerine linç kültürünü koyduğumuzdan beri, nice değerlerimizi alaşağı ettik veya arkalarına bile bakmadan ülkeyi terketmelerine yol açtık. Başarmak için yola çıkanlar, çıktığına da, çıkacağına da bin pişman ediliyor. Öylesine ağır saldırılara uğruyorlar ki, insanın aklı hafsalası almıyor. Sinirleri sağlam olanlar, vasatların hücumlarını savuşturabiliyor, dayanıksız olanlar ise, “Lanet olsun” diyerek alıp başını gidiyor, kendilerine yaban diyarlarda gelecek arıyorlar. Beraberlerinde yeteneklerini, öfkelerini ve kırgınlıklarını da götürerek...Toplumsal lince maruz kalan son değerimiz ise Ertuğrul Sağlam. Beşiktaş’ın başına geçeceği yönündeki haberler çıktığı andan beri adeta parça pinçik ediliyor genç teknik adam. Beşiktaş’ın ağırlığını kaldıramayacağından tutun da, dindarlığına ve eşinin başörtüsüne kadar o kadar haksız ve mesnetsiz eleştirilere maruz kalıyor ki, insanın vicdanı sızlıyor. Dört bir yanı sarılmış durumda Ertuğrul Hoca’nın... Bir taraftan Siyah-Beyazlı takıma antrenör olmak isteyenlerin oluşturduğu lobi, bir taraftan kendi adamını takıma antrenör yapmak isteyen yöneticiler, bir diğer taraftan da laubali olmadığı, yüz vermediği Beşiktaş basını tarafından kuşatılmış durumda. Ve saldırılar sürekli belden aşağı. Bunu yapanların, Ertuğrul Sağlam’ın futbolculuğunda dahi kendisini teknik direktörlüğe hazırladığını, dünya futbolunu yakından takip ettiğini, gerek yurtiçinde gerekse yurtdışında bir çok seminer ve kurstan geçtiğini, bir Anadolu kulübünde iki yıl kalmayı başardığını, çalıştırdığı takımlara pozitif futbol oynattığını bilmemeleri mümkün mü? Elbette değil. Zaten sorun da bu değil. Sorun, hastalıklı bir yapıya sahip olmamız. Herkes bir hesap peşinde. Bir yerlerden kendilerine bir şeyler yontmanın çabası içindeler. Onları ne Beşiktaş’ın geleceği ilgilendiriyor, ne de Ertuğrul Sağlam’ın başarıp başaramayacağı. Onları ilgilendiren, Beşiktaş’ı ellerinde oyuncak yapıp istedikleri gibi oynamak. Bu oyuncak ellerinden alınmak istendiğinde de her türlü densizliği, pervasızlığı yapmaktan çekinmiyorlar. Yıldırım Demirören’in başkan olduğu günden beri belki de yaptığı en olumlu icraattır, Ertuğrul Sağlam’ı takımın başına getirmek. Bu bir devrimdir. Ve devrimler hep sancılı geçer. Lig başlayıp, bir iki maç kaybedildiğinde silahlar bir kez daha çekilecek ve Ertuğrul Sağlam bir daha ayağa kalkamayacak şekilde, darmadağın edilmek istenecektir. Beşiktaş başkanına düşen, Ertuğrul Hoca’nın sonuna kadar arkasında durmaktır. Aksi takdirde kendisi de Ertuğrul Sağlam ile birlikte yengeç sepetinin dibini boylar! Hem kendi kaybeder, hem Beşiktaş, hem de Türk futbolu... Bu ülkenin bir değerini daha yitirmeye tahammülü yok. Üstelik, bugüne kadar kaybettiklerimizin acısı hala yüreklerimizi kor gibi yakmaya devam ederken...Cimnastik festivaliEn önemli kalıtımsal hastalıklarımızdan biri de, her şeyi devletten beklememizdir. Bir yurttaş olarak bizlerin de ülkemize karşı bazı sorumluluklarımız, yükümlülüklerimiz olduğunu unuturuz genelde... Sadece vergi vermekle görevimizi yerine getirdiğimizi sanırız. Bu doğru bir yaklaşım değildir. Vergiden daha fazlasını yapmalıyız ülkemiz için. Herkes taşın altına elini sokmalıdır. Kimi yeteneğiyle, kimi bilgisiyle, kimi zekasıyla, kimi parasıyla bir şeyler üretmelidir. Tıpkı Sevtap Aytuğ hanımefendi gibi... Kendisinden, son yılların en önemli cimnastikçisi Ümit Şamiloğlu’na verdiği destekten dolayı daha önce bir yazımızda sözetmiştik (O yazıda işlerinin bozulduğundan bahsetmiştik, ama bu, bereket ki doğru değilmiş). Meğer Sevtap Hanım bundan fazlasını da yapıyormuş. Cimnastik sporunu geliştirmek, sevdirmek, tanıtmak ve altyapısına katkıda bulunmak için bir avuç gönüllü sporsever ile birlikte bir ‘Uluslararası Cimnastik Festivali’ düzenleyeceklermiş. Festival, 28 Haziran-1 Temmuz tarihleri arasında İstanbul Maltepe Stadı’nda yapılacakmış. CimCim Harikalar Gençlik ve Spor Kulübü ile Çekmeköy Rotary Kulübü’nun birlikte organize ettiği festivale yurtdışından ve Türkiye’nin her yerinden küçük sporcular katılacakmış. Hedeflerini, ülkemizde kökten değişim sağlayacak, özgüvenli, emek vererek bir şeylere ulaşmayı prensip edinmiş, hem fiziksel hem de ruhsal açıdan sağlam bireylerin yetişmesi için cimnastiğin yaygınlaştırılması olarak belirlemişler. Umarım hedeflerine ulaşırlar. O tarihlerde Maltepe Stadı’na uğramanızda fayda var. Bu ülkede iyi şeyler de oluyor diyebilmeniz için...

06 Haziran 2007, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Yangın olur‘’

Malümunuz, Ankara’nın Büyükşehiri’nden sonra İstanbul Büyükşehir Belediyespor Futbol Takımı da Süper Lig’e yüseldi. Ne de güzel oldu! Sayın Başbakanımız da pek keyiflendi! Çocuklarını kabul ederek tebrik filan etti! Ne de olsa bugünün temellerini bizzat kendisi atmıştı. Belediye kaynaklarını profesyonel futbolculara aktararak Türk gençliğini kötü alışkanlıklardan korumayı amaçlamıştı! Sonra bir çok belediye kendisini takip etti. İkinci ve Üçüncü liglerde belediye takımları fink attı, hâlâ da atıyor. Belediyelerimiz, hizmet için yeterli parayı bulamıyor, işçisine, memuruna maaş ödeyemiyor, sokaklar kirden pastan geçilmiyor, her yağmurda caddeler sandalla aşılıyor, açık rögarlarda, fosseptik çukurlarında çocuklarımız kayboluyor ve bütün bunların mazereti hazır: Bütçemiz kısıtlı! Profesyonel futbol takımları söz konusu olduğunda ise, para muslukları ardına kadar açık! Çünkü orada popülarite var, oy avcılığı var, populizm var, eşe dosta imkan yaratmak var, varoğlu var...Belediyenin futbol takımı olur mu?Halka spor yaptırmak, halkı spora teşvik etmek, spor sahaları açmak, spora altyapı hizmeti görmek, belediyelerin görev ve yetkileri arasındadır. Ancak bu, profesyonel futbol şubeleri kurup, halktan gelen parayı buraya aktararak haksız rekabete yol açmak değildir. Ki, bu gelen para içerisinde belediye takımlarına rakip olan kulüplerin yandaşlarının vergileri vesair ödentileri de mevcuttur. Belediyelerin spora hizmeti amatör branşlarla sınırlı olmalıdır. Amatör sporlara hizmet etmelidir. Amatör branşlarda şubeler kurarak, çarpık sistem nedeniyle bin bir badire atlatan sporculara sahip çıkmalıdır. Yeni sporcular yetiştirmelidir, spor sahaları açmalıdır. Ve bütün bunları hakkaniyet içinde, toplumun her kesimini, her branşı, her sporcuyu kucaklayarak yapmalıdır. Bir tarafı ihya ederken, diğer tarafı mağdur etmemelidir. Futbol takımını asla ve asla tasvip etmesek de, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, spora hizmet alanında önde gelen belediyelerimizden biridir. Başta güreş olmak üzere bir çok şubeleri olduğunu biliyoruz. Keza, bir çok milli sporcuyu bünyelerinde barındırdıklarını da... Ancak bu şubelerde her şeyin yolunda gittiği konusunda bazı kuşkularımız var. Uygulamalarda bir takım haksızlıklar yapıldığı yönünde iddialar mevcut. Karatede yaşananlar buna en iyi örnek. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük sporcularından biri olan Haldun Alagaş’a yapılanlardan söz etmeyeceğim. O, belki bir başka gün, başka bir yazının konusu olacak. Tabii kendisi izin verirse...Akademi mezunu sporculara başka kadro mu yok?Okay Arpa, İlker Arslantaş, Şevket Baştürk... Üç milli karateci. Yurtiçi ve yurtdışında şampiyonlukları var. Bu üç sporcumuz Büyükşehir’de sözleşmeli sporcuymuş. Sonra bir gün, kapının önüne konmuşlar. Başarısız oldukları için değil; senin adamın, benim adamım olayı! Bir anda işsiz kalan sporcular çareyi itfaiyeye başvurmakta bulmuş. Ve sınavları geçerek itfaiyeci olmuşlar. Aynı dönemde yukarıda ismini saydığımız üç sporcu, yeni kurulan İzmit Kağıtspor’a geçmişler. Kendileriyle birlikte kovulan diğer sporculardan ikisi ise karateyi ve itfaiyeciliği bir arada yürütemeyince sporu bırakmışlar. Şimdi bu üç sporcumuz, İstanbul’da mesai saatleri içinde yangından yangına koşuyorlar. Ardından da yangını hasarsız atlatırlarsa antrenmana ve müsabakalara çıkıyorlar. Zira duman yutuyorlar, yaralanıyorlar, hatta yanma tehlikesi geçiriyorlar. Gerek ulusal, gerekse uluslararası müsabakalara katılmaları durumunda da ücretsiz izine çıkarılarak cepten yiyorlar. Oysa belediye, spor akademisi mezunu olan bu eski sporcularına eğitimci kadrosunda görev verebilir. Altyapılarda onların birikiminden, bilgisinden faydalanabilir. Ama yapmıyor. Onlar da geçim derdi nedeniyle gidip itfaiyeci oluyorlar. Sonra da milli formayı giyerek bu ülkeye madalya getirmeye çalışıyorlar. Tüm spor branşlarını, doğru bir hamleyle özerkleştiren GSGM, illerde spor branşlarını ve tesisleri belediyelere devretmeye hazırlanıyor. Şimdi, İstanbul’un göbeğinde bunlar yaşanıyorsa, gözlerden uzak diğer il ve ilçelerde neler olabileceğini kestirmek zor olmasa gerek.Kaş yapalım derken, göz çıkarmayalım...

05 Haziran 2007, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’İntihar...‘’

Oldum olası intihar olgusunun gizemi beni çekmiştir. Bir insanın kendi hayatına neden ve nasıl son verebildiğini hep merak etmişimdir. Kimi çektiği acıya dayanamadığı, kimi hayata dair tüm umutlarını yitirdiği, kimi depresif ruh haline sahip olduğu, kimi savunduğu ideolojisi, kimi inançları, kimi işgal edilen ülkesi, kimi tutsak olarak yaşamayı kabul etmediği, kimi de hayata meydan okumak için intiharı seçer. Sebebi her ne olursa olsun, hayattaki en radikal başkaldırıdır intihar. Japon toplumu gibi bazı toplumlarda kutsanmasının sebebi bu olsa gerek. Onursuzca yaşamaktansa, onurluca ölmek!.. Onuruyla ölmek sözkonusu toplumlarda bir erdem olarak kabul edilse bile intiharın sorunların çözümü için uygun bir yöntem olmadığı yadsınmaz bir gerçektir. O nedenledir ki, bilim yüzyıllardır intiharın dinamiklerini çözmek için çaba sarfeder. En umutsuz insanları dahi yaşamaya teşvik eder. Hayata tutunmaları için değişik çözümler üretir. Yaşama hakkının en kutsal hak olduğu şiarını toplumlara empoze eder. Sorunların üstesinden akılla, zekayla, bilgiyle gelinmesini, en zor koşullarda dahi direnmeyi öğretir. Keza, semavi dinlerde de intihar en büyük günahlardan biridir. Aklın, bilimin, sağduyunun yol göstericiğiliğine inananlar, bu eylemden uzak durur, yaşamının kıymetini bilir. İnanmayanlar ise, bu dünyada bulamadığı huzuru başka diyarlarda aramak için kontağı çevirir ve bilinmeyene doğru yolculuğa çıkar.Futbolu, kendisinden ve çocuğundan çok seven adam!Hayatın en çarpıcı gerçeklerinden biri olan intiharın, hiç olmaması gereken bir alana, futbol literütürüne girmesini şaşkınlıkla izledik, önceki gece bir televizyon kanalında. Futbolumuzun renkli siması Yılmaz Vural, takımının küme düştüğü gün intihara teşebbüs ettiğini açıkladı, milyonlarca izleyicinin huzurunda. Yaşadığı acı o kadar yoğunmuş ki, buna son vermenin tek yolunun intihar olduğunu düşünmüş! Ve silahını çıkarıp başına dayamış, tam tetiği çekecekmiş ki, yardımcısı imdadına yetişmiş ve onu kurtarmış. Kulaklarımla duymasam inanmazdım böyle bir şeye. Nereden tutsan elinde kalacak bir durum. Bir spor adamının silah taşıması başlı başına absürt bir durum iken, bir de kendi canına kastetmesi ve bunu matah bir şeymiş gibi televizyon ekranından açıklaması Yılmaz Hoca’nın sağlıklı bir ruh haline sahip olmadığının en açık göstergesidir. Aynı Yılmaz Vural, sezon içinde takımının son saniyelerde gol yemesinden sonra, “çocuğum ölse, bu kadar üzülmezdim” şeklinde bir açıklama yapmış ve o günlerde bunun üzerinde pek durulmamıştı. Bir insan sevinci de, hüznü de en uç noktalarda yaşayabilir. Aşırı coşkulu ya da çok sakin, fazla iyimser veya aynı ölçüde kötümser biri olabilir. Bütün bunlar anlaşılabilir şeyler. Burada asıl üzerinde durulması gereken, sadece ve sadece bir oyun olan futbolun, bir hayat-memat meselesi haline gelmesidir. Yılmaz Vural üzüntüsünden intihara teşebbüs ederse, bazıları da tribünlerde, sokaklarda birbirini katleder. “Ölmeye, ölmeye geldik” sloganının temelinde de yatan budur zaten. Barış ikliminin ortadan kalkmasının en büyük nedeni, futbola hakettiğinden fazla bir önem vehmetmemizdir. Başta futbol olmak üzere hiç bir şey insan hayatından daha değerli değildir. Bu sahnede rol kapanlar; ister başrol oyuncusu, ister Yılmaz Vural gibi karakter oyuncusu (!), isterse de figüranlar olsun, bu bilinçle hareket edilmediği sürece futbol, kendi boynumuza geçirdiğimiz yağlı bir ilmek olmaya devam edecektir. Sehpaya tekme atacak birileri ise nasıl olsa her zaman bir yerlerde bulunur!Bir Aykut Kocaman vak’ası daha...Her sezon sonu aynı sahneler tekrarlanır durur. Bir yanda sevinç vardır, bir yanda hüzün. Sevinenler, hüzünlenenler olduğu için sevinirler; hüzünlenenler de, sevinenler olduğu için... Hayat böyledir. Tahtıravalli misali... Bir ineriz, bir çıkarız. Rakibimizin üzüntüsü, bizim sevincimizdir; bizim üzüntümüz de rakibimizin sevinci. Ya da tam tersi... Yeter ki, sıranın bize de geleceğini bilelim. Hiç kimse sonsuza kadar üzülmez ya da sevinemez. Bir başka deyişle, kazanamaz veya kaybedemez. O nedenle yaşadığımız her ne olursa olsun, ölçülü olmalıyız. Seviniyorsak, kaybedeni rencide etmeden sevinmeliyiz. Veya yapabiliyorsak, onun üzüntüsüne ortak olduktan, onu teselli ettikten sonra sevincimizi yaşamalıyız. Yıllar önce Aykut Kocaman yapmıştı bunu. Şampiyonluğun kazanıldığı maç sonrası, “Açıkçası fazla sevinemiyorum, çünkü üzülenler de bizim arkadaşlarımız, onların yerinde biz de olabilirdik” demişti, bilge adam. Ve aforoz edilmişti, futbol bezirganları tarafından. Konyaspor galibiyetiyle kümede kalan Gaziantepspor, haklı olarak bunun sevincini yaşarken, başkalarının üzüntüsüne içi cız eden biri vardı, Kırmızı-Siyahlı takımda: Faruk Bayar. Genç futbolcu, maç sonrası mikrofonlara duygularını anlatırken, “Düşen takımlardaki futbolcuları düşünüyorum. Hepsi bizim arkadaşımız. Onlar çok üzülüyor. O nedenle fazla sevinemiyorum” diyerek, insanın her koşulda insan kalabileceğini bir kez daha ispatladı. Ve şövalye ruhlu sporcular kervanına o da adını yazdırdı. Kutlu olsun.

30 Mayıs 2007, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’İmalat hatası!‘’

Kulüp yok, iş yok, gelir yok, sponsor yok... 2005 yılında tam sporu bırakıyordu ki, bir iş kadını imdadına yetişti. Dünya Kupası’nda altın madalya alarak cimnastik tarihine geçen Ümit Şamiloğlu, adeta çarpık sisteme meydan okuyor.Türk sporunun geçmişten bugüne kadar taşınmış ve kronikleşmiş o kadar çok sorunu var ki, köklü bir çözüm için bir alt üst oluş yaşanması gerekiyor. Ne özerkleşme, ne de günü kurtaracak palyatif çözümler, sporumuzu yerinde saymaktan kurtaramaz. Bunun en büyük nedeni de doğru çalışmayan, çağdışı, politikanın hegemonyasında çarpık bir sistemimizin olmasıdır. Daha doğru bir deyişle, sistemsizliğin sistem haline getirilmesidir. Bundan dolayıdır ki, 57 branşta dünya çapında yıldız sporcu sayımız iki elin parmaklarını geçmez. Bunların bir kısmı Naim Süleymanoğlu gibi ithal sporcu olurken, kalanları da tesadüfen ortaya çıkan değerlerdir. Yani, Genel Müdür Mehmet Atalay’ın deyişiyle, imalat hatası!Güreş, halter, tekvando, judo, karate gibi doğuya özgü sporlarda uluslararası arenada elde ettiğimiz başarıları ne yazık ki, üç ana spor dalı olan atletizm, cimnastik ve yüzmede gösteremiyoruz. Son yıllarda atletizmde bir kıpırdanma olduysa da cimnastik ve yüzmede durumumuz iç açıcı değil. Cimnastikte rahmetli Murat Canbaş’tan sonra dünya çapında bir sporcumuz olmadı. Zaman zaman Suat Çelen şartları zorladıysa da, beklenen patlamayı yapamadı. Son zamanlarda cimnastikte hızla yükselen bir değerimiz var: Ümit Şamiloğlu.Cimnastikteki en büyük başarıÖnceki yıl Akdeniz Oyunları Şampiyonu olan, bu yıl da Avrupa Şampiyonası ve Dünya Kupası’nda finale kalarak adından söz ettirmeye başlayan Şamiloğlu, hafta sonu Rusya’da yapılan Dünya Kupası’nda barfikste altın madalya alarak cimnastik tarihimizin en büyük başarısına imza attı. Aslında Ümit Şamiloğlu yeni bir sporcu değil. 27 yaşında ve sporculuk hayatının sonbaharını yaşıyor. Önümüzdeki yıl, eğer gidebilirse olimpiyattan sonra bırakacak. Ümit Şamiloğlu son yıllarda ülkemizde yetişen en iyi cimnastikçi olmasına rağmen, kimse dönüp yüzüne bakmamış. Halen ne bir kulübü, ne bir işi, ne bir geliri, ne bir sağlık güvencesi, ne de bir sponsoru var. Bundan önce birçok uluslararası organizasyona da ödeneksizlik ve ilgisizlik nedeniyle gidememiş. 2005 yılında yokluklarla boğuşmaktan bıkmış ve sporu bırakmaya karar vermiş. İşte o anda Sevtap Aytuğ isimli cimnastik gönüllüsü bir iş kadını imdadına yetişmiş ve kişisel desteğiyle spora devam etmesini sağlamış. Gittiği birçok turnuvanın parasını da Sevtap Hanım ödemiş. Son zamanlarda onun da işleri bozulmuş.Bir teşekkürü bile unutmuşlar!Son başarılarından sonra federasyon arkasında dursa da, Ümit taşıma suyla değirmen döndürüyor. Durumunda bir değişiklik yok. Hatta, Rusya’daki tarihi başarısının ardından ne genel müdürlükten, ne de devletin diğer ileri gelenlerinden bir tebrik dahi almamış. Bu yaz hedefinde Universiad ile Dünya Şampiyonası var. Ümit bu iki büyük organizasyondan da madalya alacağına kesin gözüyle bakıyor. Ama her sporcu gibi onun da gönlünde yatan aslan, 2008 Pekin. Takım puanı baz alındığı ve Türkiye’nin de takımı olmadığı için olimpiyat vizesi alması için Dünya Şampiyonu olması gerekiyor. O da bunu başararak olimpiyatta ülkemizi temsil eden ilk cimnastikçi olmayı hedefliyor. Tabii sistem izin verirse!..

29 Mayıs 2007, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kendi düşen...‘’

Dünkü maç öncesinde hocasını istifaya zorlayan ve spekülasyona yol açan İlhan Cavcav’ın kuyuya attığı taşın nasıl çıkarılacağı tartışılırken, Antalya’da sahneye çıkan bir avuç gururlu adam, bu sorunun cevabını verdiler. Ülkemizde alışık olmadığımız türden bir 90 dakikaya imza attı Kırmızı-Siyahlılar. Beklenilenin aksine sahada yatmadılar; savaştılar, direndiler. Hızlı ataklar geliştirdiler, attıkları kadar gol kaçırdılar. Gençler’in dünkü galibiyeti, Türk futbolunda artık bazı tabuların yıkılmaya yüz tuttuğunun en açık göstergesidir. İkinci yarının flaş takımı Antalyaspor 26. haftadan sonra stop etmiş. Son galibiyetini 8 hafta önce alan Yılmaz Vural’ın talebeleri, evindeki son 4 maçta bir puan almış. Kaybettikleri arasında Ankaragücü var, Denizli’yle de berabere kalmış. İşte Güney ekibini geldiği yere gönderen bu tablodur. Buna rağmen dünkü maçı alsaydılar, ligde tutunabileceklerdi. Ne var ki, ilk 45 dakikayı hiç bir şey yapmadan geçirdiler. İkinci yarıya baskılı başlamalarına karşın, Gençler’in ilk atağında kendi kalelerine golü attılar. Ardından Vural’ın panik değişiklikleri geldi. İkinciyi yedikten sonra buldukları sayısız pozisyonda başta çağdışı forvet Ahmet Dursun olmak üzere kaleci Gökhan’ı nişan tahtasına çevirdiler. Haminu’nun harika golünden sonra ise havlu attılar. Antalya’nın küme düşmesi, futbolun ve ligin şakaya gelir tarafının olmadığının bir ispatıdır. Bir kaç hafta önce başında kavak yelleri esen Vural’a hayatının en acı dersidir bu sonuç. Herşey güllük gülistanlıkmış gibi kanal kanal gezip kendini pazarlayan Vural’ın balonu patlamıştır. Ne yapalım, kendi düşen ağlamaz.

27 Mayıs 2007, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI