‘’Başkalarının hayatları...‘’
Mustafa Türe...1985 yılının 10. ayında Bilecik’in Bozüyük ilçesinde doğmuş. Türe ailesinin ikiz çocuklarından biriymiş. İki kardeş zayıf ve çelimsiz bedenlerine karşın hayata sıkı sıkıya asılmışlar. Günler günleri, haftalar haftaları, aylar ayları, yıllar yılları kovalamış. Göz açıp kapayıncaya kadar büyüyüvermişler. Geleceğe umutla bakan birer delikanlı olmuşlar. Eğitimlerini devam ettirdikleri ergenlik dönemlerinde Bozüyük’ün tek basketbol kulübü Atılımspor’da basketbola başlamışlar. En büyük hayalleri, günün birinde büyük bir basketbolcu olmakmış. Lakin hayatın onlara hazırladığı kötü bir sürprizin kapılarını çalmak üzere olduğundan habersizmişler.Mustafa Türe’nin trajik yaşamı... 2002 yılının kasvetli bir sonbahar gecesi Mustafa Türe aniden rahatsızlanmış. Hastalığına halk arasında ‘sara’ olarak bilinen ‘epilepsi’ teşhisi konmuş. Bu şekilde 70 yaşına kadar yaşayabileceği söylenmiş ve derhal tedaviye başlanmış. Başlangıçta herhangi bir sorun yokmuş. Ancak aradan bir kaç hafta geçmiş geçmemiş, Mustafa masa tenisi oynarken birden bire yere yığılmış. Ayıldığında gözlerine perde indiği görülmüş. Yapılan tetkikler sonunda beyninde tümör olduğu ortaya çıkmış. Aylardan, günlerini biraz yazdan, biraz kıştan ödünç alan Eylül ayıymış. Doğa için hazan ve hüzün ayı olan o Eylül, Mustafa ve ailesi için yoğun acılarla geçecek uzun ve sancılı bir sürecin başlangıcı olmuş. Mustafa ameliyat için İstanbul’a gelmiş. Zorlu bir operasyonla tümör alınmış. Olabileceklerin en kötüsüymüş Mustafa’nın tümörü. Bir kaç gün sonra Ankara’da ışın tedavisine başlanmış. Lakin tümör hızla yayılıyormuş. Bir ay sonra bir ameliyat daha geçirmiş. Ardından kemoterapi günleri başlamış. Üçüncü kez ameliyata yattığı 2006 yılına kadar Mustafa hastalığını göğüslemeyi başarmış. Ancak ne var ki mayıs ayına gelindiğinde elinde ve ayağında güç kayıpları baş göstermiş. Tekrar hastaneye yatmış. Bir dizi operasyon geçirmiş. Fakat fayda etmemiş. Narin bedeni her geçen gün biraz daha eriyormuş. Koca yaz mevsimi loş bir hastane odasında geçmiş. Sonbahara gelindiğinde Mustafa adeta saksıdaki bitkiye dönmüş. Kalkamıyor, konuşamıyor, hiç bir şey yiyemiyormuş. Sonunda solunum cihazına bağlanmış. Bu şekilde bir ay daha yatmış ama umutlar tükenmiş. Ailenin tek dileği, Mustafalarının doğum günü olan 3 Ekim’de ölmemesiymiş! Bu dilekleri kabul olmuş! Mustafa, doğum gününden bir gün sonra, 4 Ekim’de acıyla yuğulan kısacık ömrünü noktalamış. Bir sonbaharda uğramış dünya denen ara istasyona, yine bir sonbaharda terk-i diyar eyleyerek sonsuz yolculuğuna çıkmış. 21 yıllık yaşamı bir sonbahar yaprağı gibi oradan oraya savrulmuş. Ama geride öyle derin bir etki bırakmış ki; ailesi, dostları ve kulübü Mustafa’yı unutmamış, unutamamış. Anısını yaşatmak ve çağın illeti kansere dikkat çekmek için bir basketbol turnuvası düzenlemeyi kararlaştırmışlar.Bozüyük’te anlamlı basketbol turnuvasıAtılımspor’un, Türkiye Kanserle Savaş Vakfı ile birlikte Bozüyük’te genç takımlar düzeyinde düzenleyeceği turnuva 21-22 Nisan’da yapılacak. Ev sahibi takımın yanısıra Beşiktaş Cola Turka, Fenerbahçe Alpella ve Tofaş takımlarının katılacağı turnuva, ülkemizde spor adına, insanlık adına gerçekleştirilen nadir etkinliklerden biri ve ilgi görmeyi hakediyor. Diyorum ki; futbol terörü, şike, mafya, küfürleşme, hırlaşma, çapsız yönetici demeçleri gibi densizlikleri bir kenara bıraksak; yönümüzü Anadolu’nun ücra köşelerinden biri olan Bozüyük’e çevirsek; orada yaratılmaya çalışılan anlamlı buluşmayı, güzellikleri görsek; Mustafa Türe’nin anısına saygı duysak; ailesinin ve sevenlerinin acısına ortak olsak; daralan ruhlarımızı biraz olsun ferahlatmaz mıyız? Kaybettiğimiz maçların bizlerde yarattığı üzüntünün, Mustafa Türe ve sevenlerinin trajedisinin, çektikleri acıların yanında hiç bir anlamı ve önemi olmadığını farketmeyecek miyiz? Bir şampiyonluk, bir kupa kazanacağız diye öfkelenmenin, birbirimizin gözünü oymanın ne kadar boş ve manasız olduğunun ayırdına varmayacak mıyız? Mutlu bir evlilik, para-pul, şöhret, iktidar; ya da ne bileyim, daha naif dilekler; mesela bir gol, bir galibiyet, bir kupa dileğiyle yastığımıza baş koyduğumuzda; bir an, başka yerlerde, başka insanların biricik yavrularını kaybetmemeyi, çare tükenmişse bile, hiç olmazsa doğum gününde ölmemesinini dilediklerini aklımıza getirsek; daha empatik bir kişiliğe sahip olmaz mıyız?Bugün önem atfettiğimiz her şeyi bir kenara bıraksak; biraz da yanıbaşımızda olan bitene kulak kabartsak; arada bir başkalarının hayatlarına odaklansak; kendi sığ sularımızda debelenmekten kurtulup engin denizlere açılmaz mıyız? Ne dersiniz? Hayat biraz da, başkaları değil midir?
‘’En büyük taraftar futbolcular sahtekar!‘’
Türk futbolunun en önemli sorunlarından biri de taraftar kültürünün tam olarak yerleşmemiş olmasıdır. Bizde taraftar, oyunu seyretmeye ya da takımını ne pahasına olursa olsun desteklemeye değil, kendi oyununu oynamaya gidiyor tribünlere.Kimi küfür ederek deşarj olmayı amaçlıyor, kimi de gerçek hayatta yaşadığı zorluklardan kaçıyor, yarım günlüğüne de olsa... Kimi kavga dövüş yapmak için tribünlerde yerini alıyor, kimi de sosyal bir birliktelik için... Kimi futbolculara, hakemlere, teknik adamlara, yöneticilere bağırıp çağırarak, hakaret ederek hafta boyu amirinden, patronundan yediği azarı ödünlemeyi hedefliyor, kimi de kazanılacak bir maçla tatmin olmayı... Bazı taraftarlar da örgütlenerek kulüpten rant sağlamanın yollarını arıyor, ki onları taraftar olarak nitelemek dahi abesle iştgaldir. Oysa taraftarlık, hiç bir karşılık beklemeden, menfaat gütmeden takımını kayıtsız şartsız sevmektir..Gerçek taraftarlık almadan vermektir...Taraftarlık, sonuna kadar takımın arkasında durmaktır. Taraftarlık, kendi futbolcusuna küfür etmemek, onu yuhalamamak, demoralize etmememektir.Taraftarlık, oyuncusu sahada kötü oynadığı zaman da onu alkışlamak, kaybedilen bir maçın sonrasında takımını bağrına basmaktır. Taraftarlık, takımı yıkılmaya başladığı anda devreye girerek futbolcuları motive etmek, onları ayağa kaldırmaktır. Taraftarlık, kaybedilen bir maçın sonunda, “Bu yenilgide bizim de ne kadar payımız var” diye düşünebilmektir.Taraftarlık, vermeden almaya kalkmamaktır.Taraftarlık, takımı hedeften uzaklaşmaya başladığı zaman tribünleri terketmemektir. Taraftarlık, iyi günde de, kötü günde de takımın arkasında durmaktır. Taraftarlık, kazanmak kadar kaybetmenin de doğal olduğunun bilincinde olmaktır.Taraftarlık, futbolcunun da nihayetinde bir insan olduğunu kavramaktır.Taraftarlık, zor günler geçiren futbolcusunu sahiplenmektir. Son yıllarda statlarımızda çok sık rastladığımız bir manzara var: Kötü oynayan futbolcu yuhalanıyor, ıslıklanıyor, küfürle protesto ediliyor. Hatta bazı futbolcular takıma yakıştıralamadığı için iyi oynadıkları zaman bile protesto edilebiliyor. Özellikle de üç büyük kulübümüzde yaşanıyor bu durum. Beşiktaş’ta Baki Mercimek, Galatasaray’da Cihan Haspolatlı, Fenerbahçe’de de Deniz Barış, tribünlerin öfkesini üzerlerinde toplayan son futbolcular.Deniz Barış’ı asıl şimdi alkışlama zamanıdır...Kabul, üçü de üst düzey futbolcu değil. Hatta yeteneklerinin sınırlı olduğunu dahi söyleyebiliriz. Ancak iyi niyetlerinden kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Onlar da diğer takım arkadaşları gibi kazanmak için canlarını dişlerine takıyorlar, terlerini son damlasına kadar akıtıyorlar, tekme yiyorlar, sakatlanıyorlar; onların da kafaları gözleri yarılıyor. Onlar da kaybetmek istemiyorlar. Ve verdikleri emeklerinin sonucunda küfür yemeyi, hakaret edilmeyi hiç mi hiç haketmiyorlar. Her kötü gidişte bir ya da bir kaç futbolcuyu günah keçisi ilan etmeyi yıllardır alışkanlık haline getiren, hatta Rüştü’nün dövülmesi gibi bir utancı sonsuza kadar alınlarında kara bir leke olarak taşıyacak olan Fenerbahçe taraftarının son hedefi Deniz Barış’ın durumu, diğerlerinden biraz daha farklı ve hassas. Zira bir insanın hayatta yaşayabileceği en büyük acılardan birini yaşadı Deniz Barış, hepimizin bildiği gibi. Biricik eşini kaybetti ve iki küçük çocuğuyla ayakta kalmaya çalışıyor. Onlara hem annelik yapıyor, hem babalık. Çocuklarını geleceğe en iyi şekilde hazırlamak için gecesini gündüzüne katıyor. Böylesi ağır bir travma yaşayan bir insanın sahada her zaman üst düzey performans göstermesi elbette mümkün değildir. Fenerbahçe seyircisi bunun bilinciyle hareket ederek Deniz Barış’a sahip çıkacağı yerde onu daha da yıkacak olan o ayıp tepkiyi gösteriyor. Ayağına her top gelişinde onu ıslıklıyor, yuhalıyor. Sahadan çıkarken, küfür ve hakaret ediyor. Hani nerede kaldı Türk insanının dayanışma ruhu? Eskiden mahallelerimizde bir komşunun yaşadığı acı, mahallenin öbür ucundaki evde hissedilirdi. Acıya ortak olunurdu. Birlikte üstesinden gelinirdi. Ve bu en önemli hasletimizdi, geleneğimizdi. Fenerbahçe, Fenerbahçelilik de bu ülkenin en önemli hasleti, geleneği değil mi? Deniz Barış asıl şimdi alkışı ve desteği hakediyor. Metaneti, profesyonelliği, renk aşkı için... Acısını içine gömüp, formasını sonuna kadar ıslattığı için...
‘’General yok asker var!‘’
Futbol ulemalarının diline pelesenk olmuş bir yakıştırma vardır: Generaller ve askerler! Sözüm ona futbol bir savaştır ve her cephede olduğu gibi sahada da komutanlar ve erler mevcuttur! Generaller sahada eli belinde dolaşır, kendilerine iş düştüğünde sahne alır, ya gol atar ya da attırır ve parsayı toplar. Askerler de cansiperane bir mücadele verir, koşar, savaşır ve generallere paye kazandırır! Maç kaybedilmişse mutlaka günah keçisi bir kaç asker bulunur ve suç onların sırtına yüklenir. Yıllardır bu masalla uyutuldu futbol kamuoyu. Avrupa ve dünya futbolunu az buçuk izleyen biri böyle bir şey olmadığını bilir. Ligin ikinci yarısındaki Kayseri Erciyes gerçeği de bu bilincin bir ürünüdür. Türkiye’nin en kariyerli futbolcusu olan Bülent Korkmaz da günümüz futbolunda takım savunmasının ne kadar önemli olduğunu bildiği için Erciyes’teki bu eksikliği gidermiş. İlk yarıda ligin en fazla gol yiyen takımı olan Erciyesspor, şimdi top rakipteyken sahanın her yerini öyle iyi parselliyor ki, değil gol yemek, pozisyon bile vermiyor. Dünkü final niteliğindeki maçta da Erciyes’in bu özelliği ön plana çıktı. Eskilerin general diye tabir ettiği oyunculardan Lazarov ile Cenk bile bir an yerlerinde durmadılar. Rakibe bastılar, adam kovaladılar, kendi cezaalanları içine gelerek top çıkardılar. Eriyes atağa kalktığında da çarpraz koşularla Denizli savunmasının dengesini bozdular. Bütün bunlara rağmen, özellikle ilk yarıda pozisyon zenginliği bakımından kısır bir maç izledik. Ev sahibi ekip, ancak iki farklı öne geçtikten sonra boş alanları iyi değerlendiren hızlı oyuncularıyla Denizli kalesinde etkili oldu. İlk gol gelene kadar beraberliğe kilitlenmiş görüntüsü veren bir karşılaşma vardı. Fakat kaleci Süleymanou oyuna müdahele etti (!), bildik hatalarından birini yaptı ve Erciyes’e skor üstünlüğü kazandırdı. Bülent Korkmaz galip durumda olmasına rağmen aksayan iki adamı ikinci yarıya başlarken değiştirmekte tereddüt etmedi. Bu bile değişik bir anlayış, bizim futbolumuz için. Denizli’nin baskısı altındaki ikinci yarıya da Süleymanou damgasını vurunca Erciyes maçı kopardı. Farkı açabilirdi, ama başaramadı. Sahanın en iyisi Mehmet Eren’di. Bir meslaktaşımın ifadesiyle, adı ‘Jozef’ olsa bir kaç milyon dolara alıcı bulabilecek Yusuf’un tek kişilik resitali ise konuk takıma yetmedi; bizde de nostaljik bir tat bıraktı. Keşke şimdiki aklı on yıl önce olsaydı!
‘’Tuzak...‘’
Kutup ayılarını avlamak isteyen avcı, karlar üzerine ağzı jilet kadar inceltilmiş bıçağı ters gömüp etrafına su dökerek buz tutmasını sağlarmış. Buraya taze hayvan kanını sürermiş. Kan kokusunu alan kutup ayısı bıçağı yalamaya başlar ve dili kesilirmiş. Ancak kanın tadı ve soğuk hava nedeniyle dilinin kesildiğini fark etmezmiş. Dili kanadıkça daha çok kan emmek için yalamaya devam edermiş. Her çabasında dili biraz daha parçalanırmış. Kutup ayısı kan yalama sonunda bitkin düşer ve kan kaybından ölürmüş. Avcı da gelip derisini yüzer, zedelenmemiş kürkü zahmetsizce elde edermiş.Avcılar, ayıları kurşunla vururlarsa ayının postu delinir ve bu yüzden çok para etmeyeceği için bu yolu denerlermiş. Ben küçücüktüm, çocuktum. Hayatın elinde kırık bir oyuncaktım. Ve ondan dolayı olacak ki, hep kendi oyunlarımdan kırardım. Ama farkındaydım. Büyükler de uğursuz bir oyunun parçasıydı. Hatta koca ülke paramparça bir oyuncaktı; başkalarının ellerinde!.. İstedikleri zaman kırıyorlar, istedikleri zaman onarıyorlardı! Yeniden yeniden oynamak için!.. Bir uçtan bir uca savrulan milyonlar, sinsi bir tuzağın pençesindeydi. Tıpkı kendi kanını emen kutup ayıları gibi. O zaman yaladıkları bıçağın adı, sağ-sol kutuplaşmasıydı. Evlat babaya düşman oldu; kardeş kardeşi kırdı. Binlerce insan öldü. Sağ-sol zıtlaşmasının yeterli olmadığı zamanlarda devreye alevi-sunni cepheleşmesi sokuldu. Sonunda kendi kanlarını emerek cansız düştüler yere. Avcı da geldi rahatça kürklerini topladı!Kurşun askerlerin, çocukları kurşuna dizdiği o netameli yıllar!Büyüdüm, büyük bir çocuk oldum. Başı hülyalı, yüreği sivilceli bir ergendim. Lakin aşka vakit yoktu! Hiç çocuk olmadan büyüyenler, oyunun içine beni de kattı. Kurşun askerlerin çocukları kurşuna dizdiği o netameli yıllarda, ben de, adı kominist-faşist kavgası olan yerdeki keskin bıçağı yaladım. Sınıf arkadaşıma, mahallede beraber büyüdüğüm komşu çocuğuna düşman oldum. Onlar da bana düşman kesildi. Bilmiyorduk ki, dilimizde kendi kanımızın tadı varmış. Kanımızın çekildiğini hissetiğimiz anda iş işten geçmişti. Avcı bizi de avlamıştı! Fatura ağırdı: Evladını kaybeden ebeveynler, öksüz-yetim kalan çocuklar... Ocağı bir daha tütmeyen yuvalar... Asla bulunamayan kayıplar... Mum gibi sönen hayatlar... Hasbelkader ayakta kalabilen ama kırkını göremeden yitip gidecek yarım yamalak insanlar... Ve harap olmuş bir ülke... Fırtınadan sağ kurtulanlar içindeydim. Yeni bir hayat arıyordum. Uzun ince bir yola vurdum kendimi. Ne var ki, hiçbir yere yetişemeyen bir yetişkindim! Yürüdüm, koştum. Düştüm, kalktım. Kaçtım, kovaladım. Vurdum, vuruldum. Ama çokça dövüldüm! Ve daha da çokçası, kırıldım.Her tuzağa düşüyoruz, kendi kanımızı içiyoruz!Mamafih hiçbir şey değişmedi benim ülkemde. İnsanlar yine aynı. Bu kez yerdeki bıçak sayısı bir hayli fazla. Avcı bizi tamamen bitap düşürmeye yeminli sanki... Önce Türk-Kürt çatışmasını sundular önümüze, sonra dinci-laik. Arada bir de Türk-Ermeni zıtlaşması servis ediliyor. Birinden kurtulan, diğerine yakalanıyor. Hepsini bertaraf eden, bu kez, yüzde yüz yerli avcıların kurduğu tuzağa; futbol fanatizmine teslim oluyor. Ortalık kin, düşmanlık, sevgisizlik ve nefretten geçilmiyor. Dağlar dağa küsmüş, aşıklar aşıklara... Kardeş kardeşe kinleniyor, dostlar dostları vuruyor. Yerler bıçak dolu... Ve biz yine o bıçakların başındayız! Her yer kan revan... Bir türlü akıllanmıyoruz. Zavallı kutup ayılarından bir farkımız yok! Her tuzağa düşüveriyoruz. Her tuzakta kanımız biraz daha çekiliyor. Kendi kanımızı, kendimiz içiyoruz. Biraz daha eksiliyor, biraz daha kayboluyoruz.Birileri de kuytu bir yerlerde bir ulusun çöküşünü ellerini ovuşturarak ve pis pis sırıtarak seyrediyor. Biraz akıl, izan, insaf ve vicdan lütfen...Söyler misiniz, bize çok mu uzak bunlar?..
‘’Arka Bahçe‘’
Ağu gibi bir acı, bağrıma kırık bir bıçak gibi saplanmıştı. Paramparça ruhuma paramparça bir sonbahar girmişti. Koyu laciverdi bir gecenin sessizliğinde kaybolmaya yüz tutmuştum. Issız bir parkın en ücra köşesindeki yalnız ve mahzun bir çınarın dibinde oturuyordum..Terkedilmiş aşıklar gibi kimsesiz ve boynu bükük duran ulu çınar bu dünyadaki son sığınağımdı. İki yalnızın muhteşem buluşması gibiydi, birlikteliğimiz... Gece ıslak bir yorgan gibi üstüme çökmüştü. Gün boyu aldığım ve gecenin o kör vaktine kadar almaya devam ettiğim alkolün de etkisiyle hayatla ölüm arasında savrulup gidiyordum. Umarsız bir hastalık gibi sık sık nükseden ve ömrümü viran eyleyen umutsuz sevdalarımla hep baş etmiştim; ama bu kez yenilmek üzereydim. Beni bağrına basan ve en az benim kadar yaralı olan o yaşlı çınarın kollarında ebedi sükünete uzanmak istiyordum.Dostluğun gerçek adı: Eyüp CeylanBir an, ‘beni bu gereksiz hayata bağlayacak ne olabilir’ diye düşündüm. Ne, kim ya da kimler?.. Ailem geçti gözümün önünden, sonra dostlarım... O anda bir dosta şiddetle ihtiyacım olduğunu hissetim. Ama nereden bulacaktım? Alacakaranlığa az bir zaman kalmıştı. Hangi dostum derin uykusundan uyanıp yanıma gelecekti? Asırlık çınara sığınmıştım, fakat o dilsizdi. Konuşamıyordu, dokunamıyordu. Bir dost lazımdı; konuşacak, paylaşacak, dokunacak, göz yaşlarıma ortak olacak, acımı acısı belleyecek. Ve böyle bir dostum vardı benim. Mesleği kundurucalıktı, ama o bir şairdi. Adı Eyüp Ceylan’dı. Lakin zamanı mıydı? Acaba onun da ‘gecenin bu vakti’ diyerek beni reddetme ihtimali var mıydı? Bilemiyordum. Ve böyle bir ihtimale nasıl katlanırdım, onu da bilemiyordum. Titreyerek çevirdim telefonu. Karşımdaki sesin ağzından dökülen ilk kelime, ‘neredesin’ oldu. Ona yerimi söyledim. Hiç bir şey sormadan ‘Hemen geliyorum’ dedi ve telefonu kapattı. 10 dakika sonra motosikletiyle yanımdaydı. Sabaha kadar dertleştik. Biraz aşktan söz ettik, biraz hayattan, biraz da ölümden... En çok da karşılıksız aşkları konuştuk. Birlikte ağladık, birlikte sızladık. Sabah olup ayrıldığımızda, aslında böyle bir dosta sahip olduğum için ne kadar şanslı biri olduğumu düşündüm. Hayatın onlar için yaşamaya değer olduğunu farkettim. Ve o gece anladım ki, dostluk, ‘neden’ diye sormamakmış; kayıtsız şartsız inanmakmış, güvenmekmiş; ihtiyaç hissedildiğinde yanında bitivermekmiş; hiç bir çıkar, hiç bir menfaat gütmemekmiş; almadan vermekmiş; sevginin en katıksız, en saf haliymiş. Eyüp Ceylan’ın okyanus gibi yüreğinde bir su damlası olabilmek, bu hayatın bana verdiği en büyük nimetlerdendir. Böyle bir dost Tanrı’nın lütfudur.Herkesin gardorabı maskelerle dolu...Bilmem ki, sizin de var mı böyle dostlarınız? Olabilir, ama ben sayılarının her geçen gün azaldığını hissediyorum, görüyorum, biliyorum. Gerçek olan şu ki, dostluk ülkemizde en fazla içi boşaltılan kavramlardan biri. Bütün değerlerimiz hızla deforme ediliyor; ancak birincilik kesinlikle ‘dostluk’ kavramına verilmelidir. Mekanik, yapay, karşılıklı çıkara dayalı, samimiyetsiz, ikiyüzlü ilişkiler, bir ağac kurdu gibi toplumu için için kemiriyor. Herkesin gardorabı maske dolu. Sabah evden çıkarken hangisini takacağımız, günü kiminle geçireceğimize bağlı. Hiç bitmeyecekmiş gibi duran maskeli bir balonun figüranlarıyız sanki. Kimin, kim olduğu belli değil. Dost diye tuttuğumuz el, bir gün geliyor, katilimiz olabiliyor. Sırtımıza hançeri sokabiliyor. Dost o kadar kolay harcanıyor ki, insan neye, kime güveneceğini, kendini nasıl güvende hissedeceğini bilemiyor. Bu öyle korkunç bir virüs ki, sızdığı topluma bir daha aman vermiyor. Hızla yayılıyor, herkesi etkisi altına alıyor. Öyle ki, bir kaç kez harcanan, zamanla harcayana dönüşüyor. Yürekler katılaşıyor, sevgi ve merhametin yerini, bencillik ile ihtiras alıyor. Şiddete meyilli, sevgisiz, gözü dönmüş, bir hiç için insan öldüren yeni nesillerin harcı da böyle karılıyor. İşte budur bizi yıkacak olan: İyiliği, merhameti, sevgiyi, saygıyı, dostluğu, dayanışmayı, paylaşmayı hayatımızdan çıkarmamız...Bu yazıyı, dostluk duygusunu baki kılanlara adıyor ve sevgili dostum Eyüp Ceylan’ı kendisinin ‘Yerçekimli Karanfil’ başlıklı şiirinin son iki dizesi ile selamlıyorum: ”Benim dostum yerçekimli bir karanfildir.Çat-kapı karşınızda bulursunuz!..”
‘’Maskeli balo‘’
Karşılıksız aşklarımdan birinin hayatımı tarumar ettiği zamanlardan bir zamandı. Puslu bir günün gecesine zar zor yetişmiştim. Ağu gibi bir acı, bağrıma kırık bir bıçak gibi saplanmıştı. Paramparça ruhuma paramparça bir sonbahar girmişti. Koyu laciverdi bir gecenin sessizliğinde kaybolmaya yüz tutmuştum. Issız bir parkın en ücra köşesindeki yalnız ve mahzun bir çınarın dibinde oturuyordum..Terkedilmiş aşıklar gibi kimsesiz ve boynu bükük duran ulu çınar bu dünyadaki son sığınağımdı. İki yalnızın muhteşem buluşması gibiydi, birlikteliğimiz... Gece ıslak bir yorgan gibi üstüme çökmüştü. Gün boyu aldığım ve gecenin o kör vaktine kadar almaya devam ettiğim alkolün de etkisiyle hayatla ölüm arasında savrulup gidiyordum. Umarsız bir hastalık gibi sık sık nükseden ve ömrümü viran eyleyen umutsuz sevdalarımla hep baş etmiştim; ama bu kez yenilmek üzereydim. Beni bağrına basan ve en az benim kadar yaralı olan o yaşlı çınarın kollarında ebedi sükünete uzanmak istiyordum.Dostluğun gerçek adı: Eyüp CeylanBir an, ‘beni bu gereksiz hayata bağlayacak ne olabilir’ diye düşündüm. Ne, kim ya da kimler?.. Ailem geçti gözümün önünden, sonra dostlarım... O anda bir dosta şiddetle ihtiyacım olduğunu hissetim. Ama nereden bulacaktım? Alacakaranlığa az bir zaman kalmıştı. Hangi dostum derin uykusundan uyanıp yanıma gelecekti? Asırlık çınara sığınmıştım, fakat o dilsizdi. Konuşamıyordu, dokunamıyordu. Bir dost lazımdı; konuşacak, paylaşacak, dokunacak, göz yaşlarıma ortak olacak, acımı acısı belleyecek. Ve böyle bir dostum vardı benim. Mesleği kundurucalıktı, ama o bir şairdi. Adı Eyüp Ceylan’dı. Lakin zamanı mıydı? Acaba onun da ‘gecenin bu vakti’ diyerek beni reddetme ihtimali var mıydı? Bilemiyordum. Ve böyle bir ihtimale nasıl katlanırdım, onu da bilemiyordum. Titreyerek çevirdim telefonu. Karşımdaki sesin ağzından dökülen ilk kelime, ‘neredesin’ oldu. Ona yerimi söyledim. Hiç bir şey sormadan ‘Hemen geliyorum’ dedi ve telefonu kapattı. 10 dakika sonra motosikletiyle yanımdaydı. Sabaha kadar dertleştik. Biraz aşktan söz ettik, biraz hayattan, biraz da ölümden... En çok da karşılıksız aşkları konuştuk. Birlikte ağladık, birlikte sızladık. Sabah olup ayrıldığımızda, aslında böyle bir dosta sahip olduğum için ne kadar şanslı biri olduğumu düşündüm. Hayatın onlar için yaşamaya değer olduğunu farkettim. Ve o gece anladım ki, dostluk, ‘neden’ diye sormamakmış; kayıtsız şartsız inanmakmış, güvenmekmiş; ihtiyaç hissedildiğinde yanında bitivermekmiş; hiç bir çıkar, hiç bir menfaat gütmemekmiş; almadan vermekmiş; sevginin en katıksız, en saf haliymiş. Eyüp Ceylan’ın okyanus gibi yüreğinde bir su damlası olabilmek, bu hayatın bana verdiği en büyük nimetlerdendir. Böyle bir dost Tanrı’nın lütfudur.Herkesin gardorabı maskelerle dolu...Bilmem ki, sizin de var mı böyle dostlarınız? Olabilir, ama ben sayılarının her geçen gün azaldığını hissediyorum, görüyorum, biliyorum. Gerçek olan şu ki, dostluk ülkemizde en fazla içi boşaltılan kavramlardan biri. Bütün değerlerimiz hızla deforme ediliyor; ancak birincilik kesinlikle ‘dostluk’ kavramına verilmelidir. Mekanik, yapay, karşılıklı çıkara dayalı, samimiyetsiz, ikiyüzlü ilişkiler, bir ağac kurdu gibi toplumu için için kemiriyor. Herkesin gardorabı maske dolu. Sabah evden çıkarken hangisini takacağımız, günü kiminle geçireceğimize bağlı. Hiç bitmeyecekmiş gibi duran maskeli bir balonun figüranlarıyız sanki. Kimin, kim olduğu belli değil. Dost diye tuttuğumuz el, bir gün geliyor, katilimiz olabiliyor. Sırtımıza hançeri sokabiliyor. Dost o kadar kolay harcanıyor ki, insan neye, kime güveneceğini, kendini nasıl güvende hissedeceğini bilemiyor. Bu öyle korkunç bir virüs ki, sızdığı topluma bir daha aman vermiyor. Hızla yayılıyor, herkesi etkisi altına alıyor. Öyle ki, bir kaç kez harcanan, zamanla harcayana dönüşüyor. Yürekler katılaşıyor, sevgi ve merhametin yerini, bencillik ile ihtiras alıyor. Şiddete meyilli, sevgisiz, gözü dönmüş, bir hiç için insan öldüren yeni nesillerin harcı da böyle karılıyor. İşte budur bizi yıkacak olan: İyiliği, merhameti, sevgiyi, saygıyı, dostluğu, dayanışmayı, paylaşmayı hayatımızdan çıkarmamız...Bu yazıyı, dostluk duygusunu baki kılanlara adıyor ve sevgili dostum Eyüp Ceylan’ı kendisinin ‘Yerçekimli Karanfil’ başlıklı şiirinin son iki dizesi ile selamlıyorum: ”Benim dostum yerçekimli bir karanfildir.Çat-kapı karşınızda bulursunuz!..”
‘’Seçim meydanı!‘’
Türkiye her ne kadar uluslararası arenada sportif başarıda istenilen düzeyde olmasa da, organizasyon konusunda her zaman üzerine düşeni yerine getirmiş bir ülkedir. Ülkemizde düzenlenen uluslararası organizasyonlarda sürekli tam puan almayı başarmışızdır. Zaman zaman çıkan aksaklıkları da pratik zekamızla gidermiş ve gelen konukların ülkemizden memnun ayrılmasına neden olmuşuzdur. Ancak gelgelelim, Antalya Dilek Sabancı Spor Salonu’nda 6 ülkenin katılımıyla yapılan ve iki gün süren Grekoromen Güreş Dünya Kupası’ndaki başıboşluk bu konudaki şanımıza yakışmayacak cinstendi. İnsanlar müsabakaların yapıldığı minderlerin kenarında elini kolunu sallaya sallaya geziyordu. Kimin ne olduğu belli değildi. Ortada ne bir görevli, ne de güvenlik önlemi vardı. Sık sık arızalanan skorboardlar, sporcu ve antrenörlerin itirazlarına neden oldu.Federasyon var mı yok mu belli değilGazetecilerin çalışacağı bir basın odasının olmayışı, internet bağlantısının bulunmaması konuk basın mensuplarını zor durumda bıraktı. ‘Bu nasıl uluslararası organizasyon’ dedirten Dünya Kupası’nda yaşanan bu aksaklıklarda hiç kuşkusuz 15 gün sonra görevi bırakacak olan Güreş Federasyonu’nun mevcut yönetiminin ipe un sermesinin önemli rolü vardı. Tabii güreşte seçim atmosferine girilmesinin organizasyona bir diğer yansıması da, şampiyonanın kulis merkezine dönüşmesiydi. Dört başkan adayı Osman Aşkın Bak, Mustafa Yener, Oktay Aktaş ve Yusuf Yoldaş şampiyonayı kulis için iyi bir fırsat olarak görmüş ve yoğun bir çalışma içine girmişti. Minderdeki müsabakalar kimsenin umurunda değildi. Herkes 15 gün sonra yeni başkanın kim olacağını konuşuyordu. Aslında geçen yılın harika ekibi Grekoromen Güreş Milli Takımı’nın ilk gün aldığı yenilgi nedeniyle ünvanını kaybetmesini ve şampiyonayı üçüncü sırada tamamlamasını bu çerçevede değerlendirmekte fayda var. Ortada bir başarısızlık varsa, bunda en az suçlu olanlar sporcular ile teknik heyettir. Gerçek suçlular ise köşebaşlarında yeni tezgahlar hazırlamakla meşguldüler!
‘’Cennet işte onların ayaklarının altında‘’
Ve sevgi gerçekte nedir? İçimizde varolan yüce bir duygu mu, basit bir alışveriş mi? Ya da almadan vermek mi? Eğer sevgi basit bir alışveriş ise, o zaman insanlar neden karşılıksız sevmeye devam ediyor? Ve niçin bu uğurda hayatlarından bile vazgeçebiliyorlar? Sevdiğimiz, karşımızdaki midir, yoksa beklentilerimiz midir? Veya karşımızdakinde gördüğümüz kendimiz midir? Belki bütün bunların ve hakkında binlerce sayfa yazılacak çeşitlemelerin tümüdür sevgi... Ama gerçek olan bir şey var ki; sevginin en saf, en yalın, en ölümsüz halidir; anne sevgisi... Doğada hiç bir şey o sevginin yerini alamaz. İşte bugün size böylesi iki anneden söz etmek istiyorum. Fakat onları başka annelerden ayıran bir özellikleri var: Hem çocuklarına annelik yapıyorlar, hem de eşlerine... Birinin adı Şükran Balkanlı, diğerinin ise Adalet Gökçek... İkisi de futbolcu eşi; Şükran Hanım Sedat Balkanlı’nın, Adalet Hanım da İsmail Gökçek’in...Şükran ve Adalet Hanım’ın sevgisiBir rüya gibi başlamış onlar için de her şey. Yeşil sahalarda filizlenen aşkları evliliğe dönüştüğünde, tarifsiz bir mutluluğun kapılarını aralamışlar. Arka arkaya gelen çocukları, yeni yuvalarına birer cemre gibi düşmüş; haneye ılık, tatlı, rengarenk bir bahar getirmiş. Lakin, toz pembe günler fazla sürmemiş. Biricik eşleri Sedat Bey ile İsmail Bey’in bir gün aniden rahatsızlanmasıyla yattıkları rüya kabusa dönmüş. Eşlerinin, tıbbın henüz çare bulamadığı ALS (Amiyotik Lateral Skleroz) isimli bir beyin hastalığına yakalanmasıyla hayatları alt üst olmuş. Beyindeki vücut kaslarını kontrol eden mekanizmanın iflas etmesi olarak bilinen bu umarsız hastalık, Sedat Balkanlı’yı ve İsmail Gökçek’i gün be gün eritmiş, bitirmiş ve yatağa mahküm etmiş. Bedenlerindeki tüm kasları devre dışı kalan iki talihsiz adamdan Sedat Balkanlı sadece göz kapaklarını, İsmail Gökçek de tek parmağını çalıştırabiliyor. Her ikisi de, saksının içindeki bir bitki gibi yaşamalarına rağmen, hastalığa direnç gösteriyor, bir gün tıbbın çare bulabileceği umudunu her daim muhafaza ediyorlar. Onları hayata bağlayan da bu yaşattıkları umutları oluyor. Ancak... Kolay mı buna tek başına karşı koyabilmek? Tek başına direnebilmek, tek başına hayata asılmak, içindeki umudu canlı tutmak... Elbette hayır.Kocalarının hem eşi, hem de anneleri...Sedat Balkanlı ile İsmail Gökçek yine de bu konuda şanslı sayılırlar. Zira Şükran Hanım ile Adalet Hanım gibi eşleri var yanıbaşlarında... Onların hem eşi, hem annesi; hem gözü, hem kulağı; hem eli, hem dili; kısacası herşeyleri... Biricik eşlerine bir anne gibi sevgi ve şefkat gösteriyorlar. Küçük bir çocuğun bakımından daha zor olan bakımlarını üstleniyorlar. Bir kartona dizdikleri harfler sayesinde dünyayla iletişim kurmalarını sağlıyorlar. Onlara destek veriyorlar, umut aşılıyorlar. Üstelik bu iki fedakar kadın, Sedat ile İsmail gibi bu hastalığın pençesine düşmüş olan başka hastalara ve ailelerine yol göstermek, dayanışmak, birlikte mücadele etmek için kurdukları ALS Derneği’ni de çekip çeviriyorlar. İnsan Şükran Hanım ile Adalet Hanım’ı tanıyınca anlıyor ki, cenneti annelerin ayaklarının altına seren, yüreklerinde taşıdıkları o muhteşem, o devasa sevgidir. Kendilerini, Can Yücel’in insanın ruhuna işleyen “Her Şey Sende Gizli” şiirinin bir kaç dizesiyle selamlıyorum: Sevdiklerin kadar iyisin/Nefret ettiklerin kadar kötü/Ne renk olursa olsun kaşın gözün/Karşındakinin gördüğüdür rengin/Yaşadıklarını kar sayma/Yaşadığın kadar yakınsın sonuna/Ne kadar yaşarsan yaşa/Sevdiğin kadardır ömrün/Gülebildiğin kadar mutlusun/Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin/Sakın bitti sanma her şeyi/Sevdiğin kadar sevileceksin/Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer/Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın.