‘’Arka Bahçe‘’
Yavaş yavaş delirdim, kimse fark etmedi...Cümleler vardır, sabun köpüğü gibidir. Birkaç saniye havada uçuşur ve ardından kaybolurlar. Sanki hiç söylenmemiş, hiç yazılmamış, hiç okunmamış, hiç duyulmamıştırlar. Buna karşın, bazı cümleler de vardır ki; okuyanı, duyanı sarsarlar. Yıllarca hafızalardan çıkmazlar. Son nefesinize kadar sizinle birlikte gelirler. Bir cümleyle hayata bakış açınız bile değişebilir. Sizi öylesine etkiler ki, bambaşka biri dahi olabilirsiniz. Büyük lafları genelde büyük insanlar söylerler. Tarihe yön veren liderler, devlet adamları, yazarlar, şairler... Tıpkı Atatürk’ün, “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözü gibi, William Shakespeare’in “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu” dizeleri gibi, Konfüçyüs’ün “Karanlığa söveceğine kalk bir mum yak” vecizesi gibi. Bunlara benzer insanlık tarihinin ortak hafızasına kazınmış yüzlerce, binlerce örnek vardır. Ama bazen de sıradan diye nitelendirilen insanların trajedilerinden öyle cümleler geriye kalır ki, yüzünüzde bir kırbaç gibi şaklar. Sizi silkeler. Allak bullak eder. Uzun süre kendinize gelemezsiniz. Yalnızlığınızla başbaşa kaldığınızda istemsizce dudaklarınızdan dökülüveren o cümlenin adeta tutsağı olursunuz. Geçtiğimiz yıl bende böylesine etki bırakan ve hiçbir zaman unutamayacağım bir sözü beyin tümöründen ölen 16 yaşındaki Deniz Bayındır söylemişti. Yaşam mücadelesini kaybedeceğini hisseden talihsiz genç, anne-babasına, “Başka bir çocuk yapın, benden size hayır yok” demişti. Bugünlerde ise, hayatımızın boşalmış iç yüzeyine ayna tutan bir başka sözle meşgulüm. 24 yaşında Boğaziçi Köprüsü’nden atlayarak intihar eden İpek Ertürk isimli genç kızın geride bıraktığı notta yazıyor: “Yavaş yavaş delirdim, kimse fark etmedi.” İpek kız sonsuzluk ülkesine doğru kanat çırparken hepimize bir hayat dersi veriyor aslında: “Etrafınıza o kadar kalın duvarlar örmüşsünüz ki, hiçbir şeyi fark edemiyorsunuz. Işık ve ses geçirmeyen bir hücrenin içinde gibisiniz. Kimseyi duymuyorsunuz, kimseyi görmüyorsunuz. Kimse de sizi görmüyor! Herkes kendi trajedisiyle meşgul! Duyarsızlık, kayıtsızlık bir hayat felsefesi haline gelmiş. Siz duyarsızlaştıkça, başkaları da size karşı duyarsızlaşıyor. Kör bir toplum haline gelerek kendi kendinizi tüketiyorsunuz.” Oysa hepimiz birer İpek Ertürk olmaya adayız. Bencillik ve iki yüzlülük çağında yavaş yavaş deliriyoruz, birbirimizi fark etmeden. O kadar kendi içimize gömülmüşüz ki, yanıbaşımızda yükselen feryatları duymuyoruz. Kendi çığlımızı da duyuramıyoruz. Dostluk ve sırdaşlık, yerini çıkar ilişkilerine bırakınca, hayatı kendi hapishanemizde mecburi bir görev gibi yaşayıp, ardından sessiz sedasız terk-i diyar eyliyoruz. Geride başarısız bir yaşam ve hüzünlü bir geçmiş bırakarak...Yeryüzünün en zeki varlığı olarak amacımız yaşamımıza manâ katmaksa, başarılı ve mutlu birer birey olmaksa, bizi saran o kalın duvarları yıkarak işe başlamalıyız. Çevremizde olan biteni algılamalıyız, fark etmeliyiz. Sonra sıra bize de gelecektir. Fark eden, fark edilecektir mutlaka. Duvarlar birer birer yıkılacaktır; domino taşları misali... Ancak bu şekilde huzur ve mutluluğumuzu temin edebilir, daha müreffeh bir toplum olabiliriz. Birbirimizin farkına varmalıyız. İş işten geçmeden...Delirmenin eşiğine gelmeden...Fark edilmeyen bir değer: Tuna AltunFark etmediğimiz yalnızca çevremizde yaşanan dramlar, çekilen acılar değil ki... Keşfedilmeyi bekleyen nice değerler, kimsenin farkına varmaması nedeniyle heba olup gidiyor bu ülkede. Önlerindeki parlak gelecekleri, sahip çıkılmaması, ellerinden tutulmaması nedeniyle kararıp gidiyor. Sıradışı doğuyorlar, sıradışı yaşıyorlar; lakin, biz onları görmezden gelerek yeteneklerinin körelmesine yol açıyoruz ve sıradan insanlar haline getiriyoruz. Bu, özellikle sporda böyledir. Bilhassa amatör branşlarda... Doğuştan yetenekli binlerce yıldız adayı, kendilerini fark edecek devlet ve özel sektör kurumu bulamadığı için sistemin kör kuyularında kaybolup gidiyor. Bir müddet nafile bir çabayla çırpınıp duruyorlar. Ardından da gelecek korkusu, geçim gailesi kapılarını çalınca, çok sevdikleri sporu bırakmak zorunda kalıyorlar. Bir başka mesleğe yöneliyorlar. Yıldızlar ve gençler kategorilerilerinde kazandıkları madalyaları odalarının bir köşesine asarak, geçmişin avuntusuyla yaşıyorlar. Türk tenisinin yeni prenslerinden Tuna Altuna da, bu tehlikenin eşiğindeki sporculardan biri. Milliyet’te Bilgin Gökberk, “Köyün Delisi” köşesinde geçen yıl yazdı. Geçtiğimiz hafta aynı yazıyı bir kez daha tekrarladı, Bilgin Ağabey... Çünkü aradan geçen bir yıllık zaman zarfında Tuna’yı farkeden kimse olmadı. Tuna’nın işinin zor olduğunu biliyorum, ama burada ben de tekrarlamadan geçemeyeceğim: Tuna Altuna 17 yaşında. 10 yaşından beri kortlarda raket sallıyor. Tüm yaş kategorilerinde Türkiye şampiyonlukları var. Akdeniz Oyunları’nda ülkemizi temsil eden en genç erkek tenisçi. 48 kez milli olmuş. Şu anda ITF Junior sıralamasında 201’inci sırada. Sıralamada bir kaç basamak çıktığında ülkemizi Temmuz ayında yapılacak Wimbledon Turnuvası’nda temsil etme şansına sahip olacak. Ancak bunun için çok sayıda turnuvaya gitmesi gerekiyor. Ayrıca İspanya’daki Tenis Akademisi’nde çalışması lazım. Çünkü ona antrenman verecek bir antrenör ile sporcu Türkiye’de yok. Yani Tuna’nın Avrupa ve Dünya kortlarına açılabilmesi 3-5 yıla dayanan kurumsal bir sponsorlukla mümkün. Babası Haldun Bey çok sayıda özel şirkete başvuruda bulunmuş. Fakat henüz ses seda yok.Sevgili sponsor kuruluşlar şunu unutmayınız: Gerçek sponsorluk, yıldız adayını bulup onu parlatmaktır. Tuna, kendi yıldızını yaratmak isteyen kurumlar için biçilmiş bir kaftan. Gerisi size kalmış.
‘’Fatih Akyel Cim Bom'a!‘’
Gazetecilikte en sinsi tuzak dezenformasyondur. Bazı güç odakları -ki, bu bir siyasi parti olabilir, bir lobi olabilir, bir topluluk olabilir, bir spor kulübü olabilir- gazetecileri kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirirler. Bilerek yalan ve yanlış istihbarat verirler. Dolayısıyla gazeteciyi ve gazetesini kendi çıkarları doğrultusunda kullanırlar. Son yıllarda ülkemizde sık sık yaşanan bir durumdur bu. Gazeteci bilerek ya da bilmeyerek bu tuzağa düşer ve okuyucusuna yanlış bilgi aktarır. Öyle ki, dezenformasyon bazen infiale bile neden olabilir. Herhangi bir güç odağı ile işbirliği çerçevesinde bilerek, kasten dezenformasyon yapan gazeteciler ve basın yayın organları da tarihin her döneminde olmuştur -ki, bunlar konumuzun dışındadır.Son yıllarda Türk basınında bu tür yönlendirmeler sık sık yaşanıyor. Sebebi ise, nitelikli gazetecilerin giderek azalması. Zira, bir haberi yapmak için mutlaka bir başka kaynaktan da teyid ettirme zorunluluğu vardır. Ancak ne yazık ki, gazeteciliğin bu olmazsa olmaz kuralı, ya bilgisizlikten ya da gündeme oturma ihtirasından her geçen gün uygulamadan kalkıyor. Dezenformasyon konusunda spor basınının durumu ne yazık ki hiç de iç açıcı değil. Hatta açık ara önde olduğunu dahi söyleyebiliriz. Özellikle transfer haberlerinde muhabirler, gerek kulüp yöneticileri, gerekse menacerler tarafından yönlendirilmekte, dolayısıyla okuyucu kandırılmaktadır. Bu oyuna gelen muhabir sayısı azımsanamayacak ölçüdedir. Son örneğini geçtiğimiz günlerde bir büyük gazetemizde gördük. Habere göre; Adnan Polat, Özhan Canaydın’ın ‘Ben burada olduğum müddetçe bu kulüpten içeri giremez’ dediği Fatih Akyel’i Galatasaray’a getirmek istiyordu! Dolayısıyla kulübün ikinci adamı Adnan Polat, bir kez daha Başkanı Özhan Canaydın’la ihtilafa düşüyor, yönetimde bir çatlak daha çıkıyordu! Hatta Sayın Polat, yalnız başkanıyla değil, Fatih Akyel’i istemeyen Galatasaray taraftarıyla da karşı karşıya geliyordu! Haber çıktığı gün Galatasaray’ın resmi internet sitesinde yayınlanan bir bildiriyle yalanlandı. Burada olay gayet net ve açık. Camia içerisinde Adnan Polat’a karşı olan belli bir zümre, rakibini kamuoyunda yıpratmak için bilerek bu yalan haberi muhabire vermiş. Sevgili meslektaşımız ve gazetesi de bu tuzağa düşmüş. Farkında mıydılar, değiller miydi, bilemiyorum. Kimsenin günahını alamayız. Ancak ortada bir görev kusuru olduğu gerçek. Zira, haberin kaynağının Adnan Polat olmadığı yapılan yalanlamadan ortaya çıkıyor. Şayet muhabir, söz konusu haberi Adnan Polat’a teyid ettirseydi, haber kendiliğinden düşecekti. Gerçekten yazık oluyor. Hem mesleğimize, hem Adnan Polat’a, hem de işi bu boyuta taşıyacak kadar ihtiraslı kişilerin var olduğunu anladığımız Galatasaray camiasına...
‘’Arka Bahçe‘’
Çekip gitmesini bilmek gerek...Ait olmadığınız bir dünyadaysanız eğer, orada kalmanın bir anlamı var mı? Israr etmenin kime faydası olabilir ki? Acılarınızı katlamaktan, çevrenizdeki kalabalığın yarattığı somut yalnızlığınızı daha da arttırmaktan başka bir işe yarayabilir mi? Kabul etmelisiniz... İstenmediğinizi, anlaşılamadığınızı, kaybettiğinizi... Uzaklaşmalısınız... Zira, ne kadar yakınsanız, ne kadar yakından bakarsanız, size ne kadar yakından bakılırsa; o kadar anlamsız olursunuz. Sığlaşırsınız. Ağırlaşırsınız. Hayatın omuzlarına çökmüş bir külfet gibi hissedersiniz kendinizi. Bırakmalısınız... Sahip olduğunuz her şeyi... Sizi bırakıp giden çocukluğunuz gibi, gençliğiniz gibi, huzursuz aşklarınız gibi, sevdikleriniz gibi. Süreniz dolmuşsa, 'elveda' diyebilmelisiniz... Tutunmanız, yapışmanız, inat etmeniz sizi değersizleştirir, küçültür, sıfırlar, bitirir. Ardınıza bile bakmadan çekip gitmelisiniz. Zira bakarsanız; tökezlersiniz, düşersiniz. Kendinize yeni dünyalar aramalısınız, kurmalısınız... Yeni insanlar, yeni imkanlar, yeni aşklar, yeni hayatlar... Her veda, yeni bir 'merhaba'dır aslında... Kendinizi resetlemelisiniz... Kırılan yerlerinizi onarmalısınız. Geçmişin acılarını hafifletmek için buna mecbursunuz. Bunu yapmalısınız. Yapamadığınız takdirde yaşayan bir ölüye dönersiniz. Zamanla kendinize acımaya başlarsınız. Bir zavallı haline gelirsiniz. Yaşamınız trajediye döner. İşte, kaybedenler kulübünün en gedikli üyesi olan bu ülkenin en büyük dramlarından biridir, bırakıp da gitmemek. Gidememek. Her evde, her işte, her kurumda, her sokakta sıkışmış insanların trajedisi yaşanır. Bir türlü terkedemezler. Lanetlenene kadar kalmaya devam ederler. Kör bir ihtirasla, kuru bir inatla, hem kendilerinin, hem sevdiklerinin, hem de ilişkide oldukları diğer insanların yaşamını cehenneme çevirirler. Örnekleri o kadar çoktur ki... Bir bakın etrafınıza. Siyasette, ekonomide, sporda... Hemen her yerde gitmemek için direnen nice insanlar görürsünüz. Yalnız kendilerini değil, bulundukları yeri de çürütürler. Oysa cesaretlerini toplayıp, boyunlarında bir ilmek gibi dolaştırdıkları ihtiraslarına gem vurup, kapıyı bir kapatabilseler... O zaman farkedecekler nasıl hafifleyeceklerini... Görecekler o zaman kendilerine ardına kadar açılacak nice kapılar olduğunu... Şunu hiç bir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız: Hayat yeterince zorlaşmışsa; zaten mutsuzsak, umutsuzsak, yalnızsak; bilinmeyene doğru yola çıkmakla ne kaybedebiliriz ki?..Beklenen Mesih; Ahmet AğaoğluYazıma, “Ahmet Ağaoğlu'nu takdimimdir” diye başlayacaktım. Lakin, onu takdim etmenin benim haddime olmadığını biliyorum. O zaten kendini yeterince takdim etti, Türk spor kamuoyuna... Ben sadece hatırlatma babında bir şeyler söylemek istiyorum. Futbolda bırakıp gitmek istemeyen bir zihniyetin yarattığı kaos var. Kimse işin içinden çıkamıyor. Kan uyuşmazlığı olduğu gün gibi aşikar. Ve her geçen gün dozunu arttıran bir inatlaşma var. Türk futbolunu yıllarca etkileyebilecek onulmaz yaralar açan bir inatlaşma... Bunun böyle yürümeyeceği bir gerçek. Haluk Ulusoy köşesine çekilmeli. Son yıllardaki başarısına rağmen... Başarının her şey olmadığını bilmek zorunda Sayın Ulusoy. Bir işi kotarırken, üzerinize şaibe yapışıyorsa, o kazanımın hiç bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Lekeli bir zafer, 'pirus zaferi' gibidir. Kulüpler en kısa zamanda Ulusoy'u çekilmeye zorlamalıdır. Ve yerine herkesin kabul edebileceği, üzerinde uzlaşabileceği bir isim bulmalıdır. Bu isim ilk bakışta Şenes Erzik gibi gözüküyor. Ancak Sayın Erzik'in kabul etmeme ihtimali çok myüksek. Zaten o nedenle her geçen gün yeni bir isim ortaya atılıyor. Ancak bugüne kadar hiç kimsenin aklına Ahmet Ağaoğlu ismi neden gelmedi, anlayabilmiş değilim. Oysa Ağaolu, Türkiye'nin son yıllardaki en başarılı spor adamıdır. Bundan 8-10 yıl öncesine kadar bir kaç zenginin hobisi olan golf sporunu Edirne'den Ardahan'a kadar Türkiye sathına yaymakla kalmamış, uluslararası alanda esamimiz okunmazken, Avrupa şampiyonlukları kazandırmıştır ülkemize... Golfü nereden nereye getirdiğini burada yazmaya kalksak satırlarımız yetmez.Sayın Ağaoğlu'nun aynı zamanda Türk futbolunun da önemli yöneticilerinden biri olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Trabzonspor'daki başarılı yöneticilik geçmişi hepimizin malûmu. Ve bu ülkede hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir isimdir, Ahmet Ağaoğlu. Lekesiz, tertemiz, dürüst, ilkeli, idealist, karizmatik, vizyon sahibi... Çağdaş Türk spor adamı prototipinin en önde gelen temsilcisidir Ahmet Ağaoğlu. Kendisine golfün dışında bir çok branşın başkanlığını teklif edenler, futbolu da akıllarına getirmeli. Ben, tarihinin en karanlık dönemlerinden birini yaşayan Türk futbolunun beklediği 'Mesih'in Ahmet Ağaoğlu olduğuna inanıyorum. Buna Türk sporunu yönetenlerin, kulüplerimizin idarecilerinin de inanmasını bekliyorum, umuyorum. Aslında fazla söze gerek yok. Aklın yolu bir.
‘’Arka Bahçe‘’
İnsan, İnsanın zulmüdür!Yeryüzünde hiçbir canlı varlık yoktur ki, durup dururken kendi türüne kötülük yapsın. Doğadaki en vahşi hayvanlar dahi aç kalsalar bile kendi türlerine dokunmazlar. Bırakın kendi türünü, açlık ihtiyacını gidermiş bir aslan ailesi, önünden geçip giden ceylan sürüsünü dahi izlemekle yetinir. Saldırganlığı tetikleyen temel dürtü açlıktır. Bir diğeri ise cinsel ihtiyaçtır. Birbiriyle ölesiye kapışan iki gergedanın kavga etmesi boşuna değildir. Ortada paylaşılamayan bir dişi vardır. Başka hiçbir şey onları karşı karşıya getirmez. Diğer canlıları da... Ne açlık, ne mülkiyet, ne ihtiras, ne de iktidar... Bir tek insan hariç. Sahip olduğu akıl ve zekâ sayesinde yeryüzünün efendisi haline gelen insanoğlu, tüm bunların yanısıra, beli bir çıkarı olmaksızın da kendi türüne kötülük edebilir. Hiç bir nedeni yokken, bir başkasına zulüm yapabilir; canını acıtabilir, acı çektirebilir, hayatını karartabilir, hatta yok edebilir. Zulmetmek yalnızca insana mahsustur. Ve akıl ile zekânın yan etkisidir sanki...Aslında iyilik de, kötülük de içimizde aynı oranda bulunur. Tıpkı sevgi-nefret, kibir-tevazuu, sadakat-ihanet, dostluk-düşmanlık gibi. Hangisinin baskın geleceğini, genetik mirasın yanısıra, kişinin içinde yetiştiği kültür, aile, aldığı eğitim ve vicdan gibi faktörler belirler. Çağımız, kötülük çağı. Belki çağlar boyunca böyleydik ama bilmiyorduk. İletişim teknolojisi, dünyanın en ücra köşesini bile evimize, hatta avucumuzun içine getiriyor.Zulüm, akıl ve zekânın yan etkisi sanki...Merhametin, nedametin ve vicdanın yerini, zulmün, ihtirasın, sadizmin aldığını büyük bir umutsuzlukla izliyoruz. İnsanlığı yokedecek kıyameti ille de doğal afetlerde, uzaydan düşecek bir gök cisminde aramanın ne kadar yersiz olduğunu daha iyi anlıyoruz. İnsan kendi kıyametini kendi hazırlıyor; vicdan duygusunu ortadan kaldırarak...Çağın hastalıklarını kapmak için hali hazırda bekleyen ülkemizde şiddet ve vahşet sahnelerinin giderek tırmanması, bu sürecin bir parçasıdır. Diğerlerinden farkımız, açık ara birinciliğe koşmamızdır. Bebek tecavüzü, çocuğa işkence, töre cinayetleri, okul ve aile içi şiddet gibi kanımızı donduran haberlerin her geçen gün artarak devam etmesi, nasıl bir batağa saplandığımızın en büyük göstergesidir. Toplumsal cinnetin eşiğini çoktan geçtik. Zulüm, hayatımızın her köşesine sinmiş durumda. Hastane kapılarında perişan edilen hastalardan, çocuk yuvalarında istismara uğrayan çocuklara; okullarda ağzı burnu dağıtılan öğrencilerden, huzurevlerinde ölüme terkedilen yaşlılara kadar zulmün pençesinde çaresizce çırpınıp duruyoruz. Zulüm, sporda ise farklı şekillerde yüzünü gösteriyor. Sporda birine zulmetmek için fiziksel eziyet uygulamanız gerekmiyor.Maça gitmemeleri için izin günleri değiştirildiKulüp başkanıysanız; transfer olmak isteyen futbolcunuza zorla, tehditle sözleşme imzalatmaya çalışırsınız. Eğer yanaşmazsa, bir sebep yaratıp kadro dışı bırakırsınız. Böylece geleceğiyle oynarsınız. Her geçen gün sizin lehinizedir. Zira futbolcunun psikolojisi giderek bozulur. Hizaya geldiği zaman artık bir daha toparlanması ve eskisi gibi olması mümkün değildir. Oysa siz de bir şey kazanmamışsınızdır. Ama olsun! Önemli olan iktidarınızı kabul ettirmek değil mi! Her zalim muktedir gibi... Futbolumuz böylesi yüzlerce örnekle doludur. Parlak bir istikbale sahip nice futbolcu, bu tür nobran yöneticiler tarafından derdest edilmiştir. Acımasızca...Buna benzer bir örnek, şimdilerde bir başka spor dalında yaşanıyor. Üstelik bir engelli branşında. Yani zulmedilen sporcular, birer engelli... Gazetemizin Galatasaray Muhabiri Raşit Altun’un anlattıkları insanın tüylerini diken diken edecek cinsten. Lafı fazla eveleyip gevelemeden sevgili kardeşim Raşit’in söylediklerini aynen aktarıyorum:“Tekerlekli Sandalye Basketbol Ligi takımlarından İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin üç sporcusu Ferit Gümüş, Özgür Gürbulak ve Ali Asker Turan bu sezon başında Galatasaray’a transfer oluyor. Siz misiniz giden! Aynı zamanda belediye şirketlerinde 9 yıldır kadrolu çalışan üç sporcuya yapmadıklarını bırakmıyorlar. Takımdan ayrıldıkları için çalışma saatleri değiştiriliyor. Çoğu zaman antrenman yapmasınlar diye gece 23.00-07.00 saatleri arasında çalıştırılıyorlar. Bununla da yetinilmiyor. Maçlara çıkmalarını engellemek için pazar olan izin günleri çarşambaya alınıyor. İstifa etmeleri için amirlerinin baskı ve tacizlerini ise anlatmaya bile gerek yok. Galatasaray kulübü konuyu, belediyenin CHP’li olması nedeniyle Başkan Deniz Baykal’a bir mektupla iletiyor. Ancak cevap alınamıyor. Haftasonu lig başlıyor. Eğer bir sonuç alınamazsa Galatasaray bu üç oyuncusundan mahrum bir şekilde maça çıkacak.”Bu sporculara, yıllarca rekorlar kırarak şampiyon olmasına katkı sağladıkları eski kulüplerinde reva görülen davranış bu...Şimdi söyler misiniz? İnsanın insana ettiğini yapabilecek başka bir canlı var mı?
‘’Arka Bahçe‘’
Keşke...Dev bir labirentte yol almaktır, yaşamak. Elinizde ne pusula vardır, ne de harita... Size yol gösterecek yıldızlar da gözükmez gök yüzünde. Puslu bir gecede kaybolmuş yolcu gibisinizdir. İç güdülerinizle, öngörülerinizle, sahip olduğunuz bilgiyle, akılla, zekayla yürümeye çalışırsınız. Nerede, ne zaman biteceği belli olmayan bir yolculuktur bu. Düşe kalka gidersiniz. Bazen yönünüzü şaşırırsınız, bazen rotanızı bulursunuz, bazen de çıkmaz bir sokağa girer, duvara toslarsınız. Kimi koşarak çıkışı bulmaya çalışır, kimi yürüyerek, kimi de iki ileri bir geri giderek. Bu bir yöntemdir, tarzdır. Sonunda değişen bir şey olmaz. Aslolan yol ayrımına gelindiğinde doğru tercihi yapabilmektir. Lakin bu o kadar kolay değildir. Doğru yolu bulmanın yolu, kaybolmaktan, yanılgılardan, pişmanlıklardan ve sık sık ‘keşke’ diyebilmekten geçer. En çok kaybolan, en çok yanılan, en çok pişman olan, en fazla ‘keşke’ diyebilen kişi, en bilge kişidir. Eminim, adına hayat dediğimiz bu esrarlı labirentin içinde çıkışı bulmaya çalışan her insan gibi siz de, kendinizle başbaşa kaldığınızda ardınızda kalan yolların, yılların muhasebesini yapıyorsunuzdur. Bir sorun kendinize; defalarca ‘keşke’ diyebiliyor musunuz? Yoksa kusursuzluk iksiri içenlerden mi görüyorsunuz kendinizi? Ama ‘keşke’ denmeden de kusursuz olunmaz ki! Hepinizin hayatında kırılma noktalarınız, ‘keşke’leriniz mutlaka vardır; size bilgelik katsa da, korkunç bir düşkırıklığı, derin bir hüzün, yoğun bir acı yaşatan...En çok ‘keşke’ diyen, en ‘bilge’ kişidir...Hayatla bir sözleşme yapma imkanınız olsaydı, neleri değiştirirdiniz, hangi ‘keşke’lerinizi yok ederdiniz? Kaderinize hükmedebilme gücü size verilseydi, yaşamınızdaki hangi keskin virajları ortadan kaldırırdınız? Karşılıksız aşklarınızı mı, yanlış izdivaçlarınızı mı, hatalı meslek seçimlerinizi mi, gençlik hatalarınızı mı, sevenlerinize göstermediğiniz ilginizi mi, yediğiniz dost kazıklarını mı, size yapılan vefasızlıkları, nankörlüklükleri mi? Hangisini?..Hiç kuşkusuz tümünü birden... Zira, hepsinin ruhumuzda açtığı onulmaz yaralar vardır; sonsuza kadar kapanmayan, sızım sızım sızlayan...Hayat yolculuğumuzda bunların ya bir kaçını, ya da tümünü birden yaşarız. Ama vefasızlığı, nankörlüğü, dost kazığını yaşamayanımız yoktur neredeyse. Çünkü modern insan ilişkilerinin neredeyse bir parçasıdır; bencillik, kadir-kıymet bilmemezlik. Çağın gerisinde kalıyoruz diye geleneksel değerleri terkederken, ne yazık ki insanı insan yapan olguları da ardımızda bırakıyoruz. Evet, bilimsel ve teklonolojik gelişmelerle birlikte bugün dünden daha kaliteli yaşıyoruz, daha az hastalanıyoruz, daha uzun ömürlüyüz, daha konforluyuz, daha akıllıyız, daha zekiyiz, daha hızlıyız; ama aynı zamanda daha benciliz, daha acımasızız, daha zalimiz, daha fırsatçıyız, daha hırslıyız, daha gamsızız, daha konformistiz, daha vefasızız, daha nankörüz. İlişkilerimiz, kullanıp atmak üzerinedir. ‘Ben ve sen’ değil, ‘ben ve ben’ türündedir tüm münasebetlerimiz. ‘Almak ve vermek’ yerine, ‘almak ve almak’ tek geçerli akçe olmuştur. Çıkarlar her şeyden önce gelir. Bu, hayatın her alanında böyledir. Özellikle de iş yaşamında...Vefasızlık çağında kim, ne kadar nankör?Son yıllarda spor dünyasında çokça gündeme gelmiştir; vefasızlık, nankörlük. Gün geçmesin ki, bir örneğine rastlamayalım. Bundan en çok nasibini alanlar, kulüplerine yıllarca hizmet verdikten sonra yolları ayrılan teknik direktörler, futbolcular ve kısmen de yöneticilerdir. Fatih Terim, Mustafa Denizli, Şenol Güneş, Lucescu, Piontek, Derwall, Süleyman Seba, Faruk Süren bu süreçten geçen akla gelen ilk isimlerdir. Tabii sayıları bunlarla sınırlı değildir. Daha niceleri vardır, yukarıdakilerin akıbetine uğrayan. Takımlarını Süper Lig’e çıkarıp da görev alamayan teknik adamların, görev alsa da üçüncü haftada kovulanların haddi hesabı yoktur. Otuzunu geçince yaşlı diye bir kenara atılan, satılan, kiralanan futbolcuları burada sıralamaya kalksak, sütunlarımız yetmez. ‘Ahmet Dursun, Seba gitsin’ diyebilen bir vefasızlık, nankörlük örneği yaşanmıştır bu ülkede. İhanete uğrayan son futbol emekçisi ise Ersun Yanal... O da hayatın yakıcı gerçeğiyle yüzleşti, geçtiğimiz hafta Denizli’de. Yıllarca hizmet verdiği, Süper Lig’e çıkardığı, daha da önemlisi kurumsallaşması için temel attığı Denizlispor’un taraftarı tarafından yuhalandı, küfür edildi. Daha önce de bir kaç yönetici tarafından başka kulübe gittiği için hakarete uğramıştı. Kulübü için verdiği hizmetlerin, döktüğü alınterinin, harcadığı emeklerin karşılığını böyle aldı Ersun Hoca, her bilge kişi gibi... Yaşadığı düşkırıklığının etkisiyle kızdı, öfkelendi, çaresizce ter ter tepindi, olduğu yerde. Ve eminim, sakinleşince o da, ‘keşke’ dedi, ‘keşke yollarımız kesişmeseydi bu insanlarla, keşke tanımasaydım hiç birini, keşke verdiğim hizmetleri, emekleri vermeseydim bu kulübe, bu taraftara...’ Heyhat... Yapacak bir şey yok. Hayatın kuralı böyle:‘Keşke’ demeliyiz; labirentin çıkış kapısına yaklaşırken, yaşamımızdaki ‘keşke’leri azaltabilmek için...
‘’Arka Bahçe‘’
Tavan arası...Sizin kaç hayatınız var? İçinizde kaç ‘siz’ barındıyorsunuz? Ve hangisi gerçek ‘siz’siniz? Aynaya baktığınızda kaç kişi görüyorsunuz? Sokağa çıktığınız zaman hangi ‘siz’ oluyorsunuz? Kendinizle başbaşayken de kalabalıklardaki ‘siz’ misiniz?Sizin kaç hayatınız var? Kaç yüzünüz, kaç benliğiniz, kaç ruhunuz, kaç görüntünüz, kaç renginiz, kaç sırrınız, kaç denkleminiz var? İçinizdeki ‘siz’lerin kontrolü elinizde mi, yoksa onların tutsağı mısınız? Ve onların birer maske olduğuna sahiden inanıyor musunuz? Maske sandıklarınızın birer gerçek olması, sizi çok mu ürkütüyor? Nafile bir çabayla bir ömür kaçmaya çalıştığınız da, maske olduğuna inandığınız gerçekleriniz değil mi aslında? Hepimiz içinde yaşadığımız dünyaya benzemiyor muyuz? Bir yanımız aydınlık, bir yanımız karanlık... Bir tarafımız gündüz, bir tarafımız gece... Bir yarımız yaz, bir yarımız kış... Bir bölümümüz cennet, bir bölümümüz cehennem. Bunun farkındayız elbette, ama görmezden gelmeye çalışıyoruz. Kendimizi, hep olduğumuzdan farklı biri olarak tanıtıyoruz; dostlarımıza, arkadaşlarımıza, sevgililerimize...‘Ben buyum’ diyoruz, söylediğimize kendimiz dahi inanmasak da... Belki oyunun kuralı bu. Kuralı bozmak istemiyoruz. Bozmaktan çekiniyoruz. Reddedilme, dışlanma, yalnızlığa mahkum edilme korkusuyla içimizdeki başka ‘biz’leri boğmaya, öldürmeye, yok etmeye çalışıyoruz. Lakin başaramıyoruz. Çareyi, başkalarının görmesini istemediğimiz o diğer ‘biz’leri saklamakta, tavan aramıza kaldırmakta buluyoruz. Siz de bilirsiniz, herkesin bir tavan arası vardır. Karanlık, rutubetli, tozlu, gizemli...Ve kendimize ait tüm gerçekler orada gizlidir. Acı tatlı hatıraların, çekilen acıların, dökülen gözyaşlarının, hayal kırıklıklarının, gidip de gelmeyenlerin, kaybolan yılların, düşlerde kalan çocukluğun ve gençliğin yanı sıra; gözlerden uzak tutmak istediğimiz yanlarımız da tavan arasındadır. Karanlığımız, gecemiz, kışımız, cehennemimiz, kötülüklerimiz, günahlarımız, aksiliklerimiz, yaramazlıklarımız, yalanlarımız, hayasızlıklarımız, kaçamaklarımız...Tüm sırlarımız...Kimseyi sokmayız oraya. Kendimizi bile... Arada bir cesaretimizi toplayıp temizlemek için çıkmak isteriz tavan aramıza, ama her seferinde vazgeçeriz. Yüzleşemeyiz, saklı ‘biz’lerle, başka başka kendilerimizle; ifşaa edemeyiz gizemli yönlerimizi. Sonsuza kadar kilitli kalır orası. Bir ömrü, bize ait olmayan bir hayatı yaşayarak geçiririz.Mutsuz, kederli, kasvetli, yalnız...Size (hâlâ) bir özür borçluyuzslında siz-biz ayrımı yapmak da yanlış. Lakin, yaşam standartlarımız bizleri bu ayrıma itiyor. Belki, biz engelsizler Tanrı’nın daha sevgili kullarıyız. En azından şimdilik! Sizleri anlayabileceğimizi sanmıyorum. İnsan sahip olduğu bir şeyi kaybetmeden, kaybedenleri anlayamaz ki...Neler hissettiğinizi, ne acılar çektiğinizi, ne zorluklarla karşı karşıya olduğunuzu kendimizi sizin yerinize koyarak ne kadar anlayabiliriz ki? Sakın sizlere acıdığımı düşünmeyin. Sizleri bir birey yerine koymayarak bir insanlık suçu işlediğimizi anlatmaya çalışıyorum sadece. Günlük hayatınızı kolaylaştıracak, sizleri yaşamın içine çekecek düzenlemeleri yapmadığımız için görev kusuru işlediğimizi dile getirme çabası içindeyim.Bu bir günah çıkarma değil. Sekiz kusur milyon insanını yok sayan, evlerine hapseden bir ülkenin engelsiz bireyi olarak utanç duyuyorum. Her yıl 3 Aralık Özürlüler Günü nedeniyle göstermelik törenler düzenleyip sonra da unutan bir zihniyeti de lanetliyorum. Ve sizden özür diliyorum. En azından kendi adıma...(Bu yazı, Dünya Özürlüler Günü münasebetiyle 07.12.2005 tarihinde yayınlanmıştır. Aradan geçen bir yıllık zaman zarfında zihniyet olarak değişen hiçbir şey olmadığı için noktası virgülüne aynen yayınlıyorum. Sadece kullandığım fotoğraf farklı. Tabii nicelik olarak...)NOT: Her geçen gün içinde kaybolduğumuz, adına ‘futbol’ denen gayya kuyusunun bende yarattığı öfke, bıkkınlık, derin düşkırıklığı nedeniyle bu hafta protesto hakkımı kullanıyor ve spor yazmıyorum. Şunu bilesiniz ki, diğer branşlar da pek farklı değil. Sadece gözlerden uzaklar, o kadar. Bugün sizi kendinizle ve hayatla yüzleşmeye davet ediyorum. Daha anlamlı ve huzurlu bir yaşam için...
‘’İyi, kötü, çirkin…‘’
Takımları gol atamıyor, maç kazanamıyor, küme düşme tehlikesini iliklerine kadar hissediyor; ne gam... Yazdan kalma pırıl pırıl bir pazar gününü daha statta geçirdiler. Tribünleri, tıklım tıklım doldurdular. 90 dakika boyunca hiç susmadılar, takımlarına olağanüstü bir destek verdiler. Hopladılar, zıpladılar, şarkılar söylediler, marşlar okudular, tezahüratlar yaptılar. Maç sonunda hayal kırıklığına uğrayınca da, hem hakemi, hem de kendi yönetimlerini protesto ettiler. Sakarya gerçekten de bir futbol şehri ve bugünkü takımdan daha iyi bir takımı hak ediyor. Dün sahanın en iyisi seyirciydi. Geçen hafta da bir Ankara takımının (Ankaragücü - Antalya) maçını yöneten İstanbul Bölgesi hakemi Süleyman Abay, zorluk derecesi yüksek olmayan sıradan bir lig müsabakası olmasına karşın, karşılaşmaya tedirgin başladı. Sık sık oyunu kesti, ikili mücadele sırasındaki en basit hareketlere dahi faul çaldı, kararlarında ve kartlarında standart tutturamadı, takdir haklarını konuk takım lehine kullandı, avantaj kuralını ise hiç uygulamadı ve gole giden atakları kesti. Her aut atışında topu oyuna geç sokmasına göz yumduğu kaleci Gökhan’ın, maç sonundaki arbedede 30 metreden koşup kavgaya karışmasını ve ona buna bulaşmasını da kartsız geçiştirdi. Meslektaşım ama torpil yok; sahanın en KÖTÜsü hakem Süleyman Abay’dı. Aslında her maç aynı şeyi yapıyor. Takımı öndeyse, topu oyuna sokana kadar rakibi ve seyirciyi çıldırtıyor. Tamam, her kaleci bunu yapar, ama o gerçekten de abartıyor. Oyunu soğutuyor, tempoyu düşürüyor. Zaten kalitesi giderek düşen futbolumuzdaki seyir zevkini ortadan kaldırıyor. Centilmenlik ise hiç semtine uğramamış. Sert bir faul sonrası her maçta yaşanabilecek kargaşada, en uzak noktadan bir fişek gibi fırlayıp sahanın karışmasına neden oldu. Kalabalıktaki itiş-kakışın baş mimarıydı. Sarı, hatta kırmızıyı görmesi gerekirdi, ama hakem onu es geçti. Ben geçmiyorum ve kırmızıyı gösteriyorum, Gençlerbirliği kalecisi Gökhan’a... Sahanın en ÇİRKİNi kaleci Gökhan’dı. Futbol mu? Geçiniz. Ben öyle bir şey görmedim sahada...
‘’Arka Bahçe‘’
Bu sevda bitmezİnsan hangi sesleri duyabilir? Duyduklarımız, duymak istediklerimiz midir? Ya da duymamız istenenler midir? Hayata yeterince kulak kabartırsak, bize uzak gibi gelen yakınlarımızdaki sesleri de duymamız mümkün değil midir? O seslerin varlığını inkar edebilir miyiz? Örneğin; toprağın altındaki bir tohum filiz verirken, bir tomurcuk çiçek açarken, çıkardıkları sesleri duyamaz mıyız, can kulağıyla dinlersek. Veya itilmiş, ötelenmiş, unutulmuş, bir kenara atılmış, sahip oldukları yeteneklerinin içine hapsolmuş körpe fidanların; fırsat bulamayan, kendini gösteremeyen çocuklarımızın, gençlerimizin çıkardığı sessiz çığlıkları... Ülkenin doğusunda, batısında, kuzeyinde, güneyinde... Her yerde... Duyamaz mıyız, onların seslerini... Çoğunlukla duyulmazlar. Belki duymak istemediğimizden, belki de sağırlaştığımızdan sırt çeviririz memleketin kıyıda köşede kalmış evlatlarına. Ancak ne mutlu bize ki, gözden, gönülden ırak olanların feryatlarını duyanlar da var içimizde. Tıpkı Gündüz Tekin Onay gibi. Fatih Terim gibi...Gündüz Hoca’nın Düş KöyüFutbol Federasyonu Araştırma Geliştirme Koordinatörü (ARPEG) Gündüz Tekin Onay, yıllardır düşlediği bir projeyi bu yıl hayata geçirmek için kolları sıvıyor. Projenin adı: Futbol Köyü. Projenin amacını, ‘yöresel özellikleri ve alışkanlıkları farklı da olsa, heyecanları ve hevesleri ortak olan çocukları futbolun sihirli şemsiyesi altında kültür, eğitim ve sevgi birlikteliği içerisinde gruplar halinde bir arada belirli hedeflerde toplamak’ olarak belirliyor, Gündüz Tekin Hoca. Kendi ifadesiyle, ‘Düş Köyü’ olarak nitelediği projesini Milli Takımlar Teknik Direktörü Fatih Terim’e açtığında derhal kabul görüyor. Ve hiç vakit geçirmeden birlikte yola çıkıyorlar. İlk olarak, ülkenin en uzağında, Van’da projenin startını vermek için harekete geçiyorlar. Yerel yetkililerle gerekli temaslar yapıldıktan sonra proje için belirlenen iki araziyi gezmek üzere Van’a doğru havalanıyorlar. Biz de Milliyet’ten Ercan Güven ve usta foto muhabirimiz Yaşar Saygı ile birlikte onların peşine düşüyoruz. Başlangıçta sıradan bir iş seyahati olacağını düşündüğümüz yolculuğumuzun, Van Havalimanı’na indiğimizde farklı bir boyut kazandığını farkediyoruz. Havalimanı dışında Terim’i karşılamak için yüzlerce insanın toplandığını görünce şaşırıyoruz. Yediden yetmişe; çoluk çocuk, kadın erkek, genç yaşlı... Yüzlerce Vanlı, Terim’i, ‘Türkiye Seninle Gurur Duyuyor’, ‘İmparator Terim’ tezahüratlarıyla karşılıyor. İçlerinde, kucağında bir kaç aylık bebeği olanların da bulunduğu yaşmaklı yüz kadar kadın gözümüze çarpıyor. Ve ilginin boyutunu daha iyi kavrıyoruz.İzdihamdan dolayı havalimanından yarım satte ayrılan Fatih Terim’li heyet, onlarca araçtan oluşan konvoyla arazilere doğru yola çıkıyor. Vali Yardımcısı Ömer Özcan ile birlikte Eminpaşa Mahallesi ve Molla Kasım Köyü’ndeki Van Gölü’ne sıfır iki arazi geziliyor. Molla Kasım’daki arazi incelenirken, kulağımıza ilginç bir diyalog takılıyor. Vali Yardımcısı Özcan, arazinin hemen bitişiğindeki villaların bahçelerinin araziye ait olduğunu ve kaçak yapıldığını söylüyor. Terim’in cevabı, kendisine yakışan cinsten: “Sorun değil, hallederiz!” Ne de olsa lügatında ‘imkansız’ yok.Öğrencilerin sevgisi ağlatıyorduArazi taraması bittikten sonra ilk durağımız Rekabet Kurumu İlköğretim Okulu oluyor. Okula adım atıldığında yer yerinden oynuyor. Öğrenciler Terim’e yaklaşabilmek, birlikte resim çektirmek için birbirini eziyor. ‘Gururumuz Terim’ tezahüratlarına, okulun ikinci katına çıktığımızda 10.Yıl Marşı eşlik ediyor. Konuşmak için kürsüye gelen ve öğrencilerin birbirinden akıllı soruları karşısında şaşkına dönen Terim’in, çocukların sevgisi karşısında duygulandığı göze çarpıyor. Konuşurken zorluk çekiyor. Daha sonra bunu kendisi de, ‘az kalsın ağlayacaktım’ şeklinde itiraf ediyor. Öğrenciler imza, okulun müdür yardımcısı da spor salonu istiyor. Terim, sanki Spor Bakanı! Bu konuşmalara, okulun müzik öğretmeninin kemanıyla çaldığı ‘Bülbülüm altın kafeste’ nameleri eşlik ediyor. Kemancı öğretmen, şarkının Atatürk’ün sevdiği şarkılardan olduğunu söylüyor. Absürd bir durum!Konçlar külotlu çorap gibi!Okulun ardından Valilik ve Belediye Başkanlığı ziyaretleri gerçekleşiyor. Müthiş bir heyecan ve karşılama. Terim Başbakan gibi! Bu ziyaretler sırasında geçtiğimiz yollarda biriken halk da, Terim’e el sallıyor, sevgi gösterisinde bulunuyor. Bu koşuşturma içinde akşamın nasıl olduğunu farketmiyoruz bile. Konvoy, resmi ziyaretlerin ardından yeni yapılan bir halı saha tesisine geçiyor. Açılışı Fatih Terim yapıyor. Büyük bir heyecanla Terim’i bekleyen çocuklar gösteri maçına çıkıyor. Maç başladığında Terim kenarda yerini alıyor ve dikkatle izliyor. Hayatları boyunca hayal bile edemeyecekleri bir durumla karşı karşıya kalmanın şaşkınlığını yaşayan geleceğin futbolcu adayları, Terim’in gözüne girmek için olağanüstü bir çaba sarfediyorlar. Formaları, yoksulluklarını dışa vurmaya yetiyor da artıyor bile. Bazıları formanın içinde kaybolurken, bazıları da koşarken düşen şortlarını çekiştiriyor. Bazılarının ise konçları külotlu çorap gibi! Sesleri duyulası çocuklar, bir rüyaya yatıyor adeta Terim’in gözetiminde: “Belki beni farkeder!”Başbakan muamelesi görüyorVali Niyazi Tanılır ve Belediye Başkanı Burhan Yenigün’ün de katıldığı 200 kişilik akşam yemeği sonrası polis evini ziyaret eden Terim, burada bir saat kalıp polislerle sohbet ediyor, sorunlarını dinliyor. Ertesi günü erkenden kalkan Fatih Terim ve beraberindeki heyet, Kazım Karabekir Lisesi’ne gidiyor. Burada da manzara aynı: Olaganüstü bir ilgi. “Geleceğini söylemişlerdi de, inanmamıştık” diyor öğrenciler. Fatih Terim’in Van’daki son durağı, Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı Feyyaz Tokar Parkı oluyor. Öğrencilerin halaylar çekerek karşıladığı Terim, resim atölyesinde bir öğrencinin elinden aldığı kuru kalemle bir kaç saniye içinde bir ağaç ve bir çocuk çiziyor! İçindeki çocuğu canlı tutan her yetişkin çocuk gibi! Ardında, farkedilmiş olmanın mutluluğunu yaşayan Van halkı ile çocuk sevinçleri, çocuk gülüşleri, çocuk mutlulukları bırakarak havalimanına doğru hareket eden Fatih Terim’in iç huzuru hemen farkediliyor. Yaşamı boyunca zaferden zafere koşan Fatih Hoca, ihmal edilmiş bir kenti kucaklayarak belki de en anlamlı zaferlerinden birine imza atıyor. Ve İngiliz spor yazarı Simon Kuper’ın futbol literatürüne giren şu sözü bir kez daha gerçekliğini kanıtlıyor: Futbol asla futbol değildir. Fatih Terim de sadece bir teknik direktör değildir. Onun ötesinde bir figürdür. Bir lider, bir idol, bir halk kahramanı... Düşleri gerçeğe çeviren bir kahraman...Orada bir köy var yakında!..Gündüz Tekin Onay’ın, ‘Orada bir köy var, yakında’ sloganıyla hayata geçirmeye çalıştığı ‘Futbol Köyü/Düş Köyü Projesi’nin ana hatları şöyle:AMAÇ: Tüm aktivitelerde ortak olmak. Köyde yaşamak, kaynaşmak ve paydaş olmak.Müşterek hayallere ortak olmak.Yetenekleri belirlemek ve iyi bir futbol seyircisi olarak elçilik yapmalarını sağlamak.HEDEF KİTLE: Yurdun dört bir yanından, 12-16 yaşları arası 20 kız ve 80 erkek çocuktan oluşan 100 çocuk (Yüzde 50’si doğu kökenli)KULLANIM ALANI: Yaklaşık 15.000 metrekare.A) Futbol sahaları: 60x40= 2400, 40x20= 800, 40x20=800 metrekarelik sentetik alanlar. B) Kapalı alanlar: Çok amaçlı kullanım için, bir adet prefabrik yapı (15x20= 300 metrekare). C) Çadırlar: 1 adet 100 kişilik yemek çadırı, 1 adet 100 kişilik toplantı, eğitim, eğlence, TV çadırı, 20 adet yatmak için 4-5 kişilik çocuklara çadır, 5 adet antrenörler, yöneticiler için 2-3 kişilik çadır, 1 adet sağlık çadırı, 1 adet malzeme çadırı.D) Duş: 8 adet portatif duş kabini (3 bayan, 5 erkek), 10 adet portatif WC.PROGRAMLAR: 30 günlük futbol, antrenman. Yarışmalar, gezi gösteri, müzik, eğitim, konferans vb.