‘’Hisseli harikalar kumpanyası!‘’
Kavga, küfür, tartışma, hakeme itiraz, provokasyon, öfke, centilmenlik, Yılmaz Vural, Hikmet Karaman, sarı - kırmızı kartlar, kaçan goller, son saniye golü, sevinç ve hüzün... Yani hayatın ve futbolun içindekilerin büyük bir bölümü sahnelendi Başkent’te.Tatsız tuzsuz geçen ilk yarının ardından, öyle bir ikinci yarı yaşadık ki, gözümüzü sahadan bir an olsun ayıramadık. İki takım da sadece kazanmayı düşününce, top bir o kaleye, bir bu kaleye gitti, geldi. Bu bölümde ön plana kaleciler çıktı. Özellikle de Cordoba, yediği gole rağmen Antalyaspor’un en iyilerinden biriydi. Kolombiyalı kaleci rakip forvetlerle karşı karşıya kaldığı anlarda zamanlamalı çıkışlarıyla, yerinde müdahaleleriyle ev sahibe ekibe gol fırsatı vermedi. Son saniyelerde yediği golde ise, kendisinin yanısıra ofsayt taktiği uygulayan defansının da hatası vardı. Tabii Agali’nin vuruştaki ustalığını da unutmamak lazım. Ankaragücü’nün dünkü galibiyetinde başrolde yine kaptan Ceyhun vardı. Takımının hemen hemen bütün ataklarını forse etti. Final paslarında biraz daha dikkatli olsa, golü daha önce bulmaları işten bile değildi. Ceyhun böyle oynadığı müddetçe, devre arasında büyük takımların, kapısını mutlaka çalacağını düşünüyorum. Yalnız sinirlerine biraz hakim olması gerekir.İkinci yarıda oynanan futbolun yanısıra, uzun süre unutulmayacak çirkinlikler ve güzelliklere de tanıklık ettik. Ankaragücülü Sedat’ın kırmızı kartı gördükten sonra yerde yatan Antalyalı oyuncunun gırtlağına sarılması, inanılır gibi değildi. Çıkarken, yaptığı taşkınlıklarıyla da futbolcudan çok mahalle kabadayılarını andırıyordu. Keza Antalyalı Levent’in oyundan alındıktan sonra yedek kulübesinde kendisine elini uzatan hocasına yaptığı el kol hareketleri... Bu iki futbolcunun acilen psikiyatra görünmesi, kendilerinin ve yakınlarının menfaatleri icabı.Son söz Yılmaz Vural için: Yenen golden sonra sahaya fırladı. Çaresizce yan hakeme itiraz etti. Görevli kendisini sakinleştirince, gitti yan hakeme sarıldı yanaklarından öptü. Maç sonunda da hakem triosunu tebrik etti. Tribünlerde bizleri hem güldürdü, hem düşündürdü. Allah da onu güldürsün...
‘’Ayın şavkı vurur yazım üstüne...‘’
O, alacakaranlığın şafağı, çölde bir vaha, bataklıkta açan bir çiçek, dağların kardeleni. O, aydınlık geleceğimiz, yarınların Nene Hatun’u, Sabiha Gökçen’i... O, üzerimizdeki karabasan tam bizi boğmak üzereyken, ruhumuza dokunarak bizi kabusumuzdan uyandıran tatlı bir peri. O, Tanrı şefkati, Yunus Emre sevgisi, Mevlana hoşgörüsü, Ata’nın zeki ve ahlaklı kızı.O, Trabzon’un medar-ı iftiharı, Türkiye’nin gururu, onuru. O, Hilal Coşkuner...Hilal kızımız Trabzon’da yaşıyor. Henüz 12’sinde. 24 Şubat İlköğretim Okulu’nda okuyor. Aynı zamanda da atletizm sporuyla ilgileniyor. Geçtiğimiz hafta ilköğretim kurumları arasında düzenlenen kros yarışmalarına katılıyor. Topam 102 sporcunun mücadele verdiği yarışta, rakiplerine büyük fark atıyor. Yarışın son 200 metresine, en yakın rakibinden 50 metre önde giriyor. Tam güle oynaya finiş çizgisini geçmeye hazırlanırken arkasında bir çığılık duyuyor. Dönüyor bakıyor. İkinci sıradaki Cumhuriyet İlköğretim Okulu öğrencisi 14 yaşındaki Sibel Yur’un yerde yattığını görüyor. Birden duruyor. Hiç tereddüt etmeden geri dönüyor, yerde baygın yatan Sibel kıza müdahale ediyor. Ellerinden tutuyor, başını okşuyor, onu ayıltmaya çalışıyor. Daha sonra rakibini kollarına alıyor ve ambulansın gelmesini bekliyor. Doktorlar Sibel kızı Hilal’in kolarından alıp hastaneye götürdüğünde yarış çoktan bitmiş oluyor. Finişi başkaları geçiyor. Hilal ve okulu yarışı kaybediyor. Ama Hilal bu yarışı kaybettiği için hiç üzülmüyor. Bilakis, o esnada dünyanın en mutlu insanı o oluyor. Belki biliyor, belki bilmiyor ama Hilal, kaybederken nasıl kazanılabileceğini tüm Türkiye’ye işte böyle ispatlıyor. İster maç, ister yarış, ister müsabaka... Hangisi olursa olsun, kazanmak için akılalmaz oyunların oynandığı, insanların insanlıktan çıktığı, adileştiği, barbarlaştığı bir ülkeye bu şekilde bir ders veriyor 12 yaşındaki Hilal Coşkuner. Unutun bir an; Fenerbahçe’yi, Galatasaray’ı, Beşiktaş’ı ve diğerlerini... Dönün sırtınızı, futbol bataklığına, federasyona, kurullarına, hakemlerine, Haluk Ulusoy’a, Hasan Doğan’a, Bakan Şahin’e, fillerin tepişmesine... Dirsek çevirin, çapaçulluğa, zevzekliğe, tribün çetelerine, gazetelerdeki amigolara, televizyonlardaki soytarılara... Vurun tekmeyi, kısır çekişmelere, seviyesizliğe, pespayeliğe, çapsızlığa. Durun bir an, durun; arkanıza alın herşeyi ve bir daha dönüp bakmayın, topluma kin ve nefret tohumu ekenlere, sizi birbirinize kırdıranlara, sizi eksiltenlere...Yönünüzü çevirin, kuzedoğuya, Trabzon’a... Elinizi alnınızın üzerine koyun, kısın gözlerinizi, bakın ufka doğru... Orada, ömrümüze şavkı vuran bir Hilal göreceksiniz; gece gündüz farketmeden hayatımızı aydınlatan, nur yüzüyle size gülen... Ve onu dinleyin, alın vermek istediği mesajı. Hatta hayat düsturu yapın. Bakın o zaman, içiniz nasıl da huzur doluyor. Geleceğe nasıl daha güvenle bakıyorsunuz. Kazanmayı, kaybetmeyi nasıl da hayat-memat meselesi haline getirmiyorsunuz. Kaybettiğiniz değerlere nasıl yeniden kavuşuyorsunuz. Yere diz çöktürülen, yokedilmeye çalışılan bir ulusu, nasıl ayağa kaldırıyorsunuz. Hilal’i baştacı yapın, sesine kulak verin. Kendiniz için, ülkeniz için, yarınlarınız için, çocuklarınız için...Kıraç’ın hayali...Dün okuşumuşsunuzdur, Mesut Konukçu’nun konuğu Kıraç’ın röportajını... Milyonların sevgilisi olan genç şarkıcıyı tanımak için ben de gitmiştim röportaja... İyi ki gitmişim. Şarkıcılığı kadar insanlığı da on numara olan bir sanatçıyla karşılaştım. Fenerbahçeliğinin yanısıra iyi de bir futbolsever olduğunu gördüm Kıraç’ın. Bize bir özleminden söz etti o gün. Aslında yaşı 30’un üzerinde olan tüm futbolseverlerin özlemi, Kıraç’ın dile getirdiği... Dedi ki, “Biz eskiden derbi maçları rakip takımı tutan arkadaşlarımızla birlikte seyrederdik. Tatlı tatlı birbirimize takılırdık. Kin, nefret, düşmanlık yoktu. Neden bu hale geldik. Bir daha gelir mi, gelmez mi bilmiyorum ama, ben o günleri çok özlüyorum. En büyük hayalim, Galatasaraylı, Beşiktaşlı arkadaşlarımla birlikte derbi seyretmek.” Kıraç’ın sözlerini bir kez daha düşünmeliyiz. Kahvehanelerde, meyhanelerde birlikte derbi seyredebiliyoruz da, neden statlarda seyretmeyelim. Buna bir engel mi var? Hangimizin rakip takımdan dostu, arkadaşı yok ki? Birlikte oyun oynuyoruz, eğleniyoruz, içki içiyoruz da, neden aynı tribünleri paylaşmayalım? Bir düşünün.Kıraç’ı seviyorsunuz, şarkılarıyla kendinizden geçiyorsunuz, onun müzikleriyle her akşam televizyon dizilerinin içinde kayboluyorsunuz; o halde onun hayalini de önemseyin, benimseyin. Zeytin dalını bir kuşun getirmesini beklemeyin. O kuş, siz olun!
‘’İstikrar‘’
Oysa Ankaraspor’da da, Gaziantepspor’da da spektaküler oyuncular mevcut. Ev sahibi ekipte Bilal, Jaba, Volkan, konuk takımda da Diawara ve De Nigris’i bu tip futbolcular arasında gösterebiliriz. Ancak ne var ki, tümü yoğun baskı altında yeteneklerini sergileyemediler. Modern futbolun vazgeçilmez unsuru pres, ne yazık ki, güzel oyunun bir numaralı düşmanı haline geldi.Yukarıda ismini saydığımız futbolculardan Bilal’in 59. dakikadaki hareketlenmesi bile gözlerimizin pasını silmeye yetti. Şık hareketlerle Gaziantep ceza sahasına sokulan genç futbolcunun gol vuruşu da, hareketleri gibi şıktı. Büyük takımların neden transfer etmediğini bir türlü anlayamadığım futbolculardan biri de Bilal’dir.Ankaraspor, kadro istikrarını yakalamış ender takımlarımızdan biri. Öyle ki, dün sahaya çıkan 11, üç ay önceki Erciyesspor maçıyla neredeyse aynı. Tek değişiklik Adem’in yerine oynayan Volkan. Hiç kuşku yok ki, bu durum Başkent ekibinin sahadaki istikrarına da yansıyor. Zaten Aykut Kocaman da istikrarıyla tanınan teknik direktörlerimizden biri değil mi? Geçen hafta evinde Bursa’ya kaybeden Gaziantepspor, dün de iyi bir görüntü vermedi. Futbol adına hiç bir şey koyamadılar sahaya. Doğru dürüst gol pozisyonuna bile giremediler. Bir tek Faruk’un direkten dönen frikiği vardı, artı hanelerine yazılabilecek.Tatsız tuzsuz geçen maçta dikkati çeken en önemli unsur, futbolcuların iyi niyeti ve centilmenliğiydi. Gerek birbirlerine, gerekse hakeme karşı oldukça saygılıydılar. Ülkemizde pek de alışık olmadığımız bir görüntüydü. Buna, aslında sahanın en iyisi diyebileceğimiz hakem Aytekin Durmaz da katkı yaptı. Değişik bir hakem profili çizdi. Güleryüzlü, sakin ve futbolcularla iyi diyalog içindeydi. Otoritenin, sadece kartlarla, ceberrut bir suratla sağlanmayacağını gösterdi. Maçın en güzel görüntüsü ise, karşılaşma sonrası futbolcularla, aralarında Melih Gökçek’in de bulunduğu protokol tribünü eşrafının karşılıklı tezahüratlarıydı. Doğrusu, sahalarımızda ender rastlanan bir manzaraydı. Ama hoş bir manzara...
‘’Bir Gençler klasiği!‘’
Tüm yurtta olduğu gibi Ankara’da da yazdan kalma bir hava... Futbol için her şey müsait. Ligin iki dişli takımının müsabakası, ama stat boş. inanın, protokol tribünü, diğer tribünlerden daha kalabalıktı. insan hiç olmazsa futbol hatırına gelir şu maça!Aslında eksik Konyaspor daha iyi başladı maça. Eksik diyorum, çünkü Eder, Yordanov ve Batista gibi üç as futolcusundan yoksundu Yeşil-Beyazlılar. Penaltıya kadar gole daha yakın olan taraftı, konuk takım. Ancak hakemin, bize göre ucuz penaltı kararından sonra oyun disiplininden koptular. Çok adamla Gençler kalesine yüklendiler ve böylece de Mesut Bakkal’ın tuzağına düştüler. Çünkü Gençlerbirliği, Türkiye’nin en iyi kontaratak yapan takımı. Mehmet Nas’ın, yine haksız bir kararla oyundan atılmasından sonra 10 kişi kalmalarına rağmen farka gittiler. Bu farkın oluşmasında, Bakkal’ın yerinde bir kararla oyuna soktuğu Engin’in yanısıra, Mehmet Çakır ve Haminu’nun payları büyüktü. Konyaspor’un yarı sahasında bıraktığı boşlukları çok iyi değerlendirdiler. Çabuk ve ayağa paslarla çok süratli kontratağa çıktılar. Hemen hepsinde kaleci Özden ile karşı karşıya kaldılar ve kolay goller buldular.Maçın en ilginç anı, Konyasporlu Sedat Ağçay’ın sakatlanarak oyundan çıkmasıydı. Bir futbolcu, nasıl cahilce kendini yakar, okullarda ders olarak gösterilecek bir pozisyondu. Maçın henüz başlarında Gençlerli bir futbolcuyla aynı anda topa tekme atınca Sedat bileğinden sakatlandı. Top bir türlü taca çıkmadı. Hatta Konya o yerde yatarken gol bile kaçırdı. Sağlık görevlileri kenara geldiğinde müdahale istemedi. Çünkü ayağa kalkmıştı. Seke seke kenara yürümeye başladı. Tam saha kenarına gelip buz tedavisi uygulayacaktı ki, önüne gelen topa sakat ayağıyla olanca gücüyle vurdu ve forvete uzun pas verdi! Sonra da kenara gelip yığıldı kaldı. Eğer ciddi bir sakatlığı varsa, kendisinden başka suçlu aramamalı, genç futbolcu.Bir paragraf da Okan Koç’a... Türkiye’nin en iyi futbolcusu olacakken, neden dibe vurduğunu dün daha iyi anladık. Fizik yetersizliği, disiplinsizlik, çirkeflik, hakeme itiraz, küstahlık... Bu özellikler bir futbolcuyu rezil etmeye yeter de artar bile. Hakemin hatalarından biri de ona sahada tahammül etmesiydi.
‘’Işık batıdan yükseliyor‘’
Yine diyorum, çünkü son yıllarda içimizi ferahlatan ne kadar örnek davranış varsa, bu kulübümüz tarafından gerçekleştiriliyor. Meduna’yı bilirsiniz; hani sahanın ortasına yığılıp yüreğimizi ağzımıza getirmişti. Geçtiğimiz günlerde talihsiz futbolcuya yaptıkları jestlerle gündeme gelmişti Vestel Manisaspor. Çek oyuncu tedavisi için gittiği ülkesindeyken, kendisine tahsis ettikleri arabayı artık bir daha forma giyemeyeceği bilinmesine rağmen, gelip ilişkisini tamamen kesene kadar evinin önünden almamaları, bütün haklarını kuruşuna kadar ödemeleri, hastalığı sırasında gösterdikleri olağanüstü ilgi vs. Meduna, ülkemizden mutlu ayrılan ender futbolculardan biridir. Bir yabancı futbolcusunu hastalığı nedeniyle böylesine bağrına basan Vestel Manisspor, bir diğer yabancısı Petr Johana’yı ise süresiz kadrodışı bıraktı. Ayrıca 21 bin 300 Euro da para cezasına çaptırdı. Sebebi ise, kırmızı kart gördüğü maçta hakeme karşı centilmenlik dışı harekette bulunması. Bu karar; içinde kaybolduğumuz zifiri karanlığı yırtan bir meşaledir. Bu karar; yolumuzu aydınlatan ilahi bir nurdur. Bu karar; üzerimize çökerek bizi nefes alamaz hale getiren, geceyle gündüzü birbirine karıştırmamıza neden olan kurşuni bulutların arasından bize gülümseyen güneşin aydınlık yüzüdür. Bu karar; karanlığa alışarak körleşmiş gözlerimizi kamaştıran bir ışık huzmesidir. Bu karar; rakibi sahada kovalayıp, yakaladığında tekme tokat girişenleri, şikecileri, bahisçileri, fuhuşçuları cezalarını tamamlar tamamlamaz ‘bizim çocuklar’ diyerek tekrar tekrar milli takıma alarak ödüllendirenlerin yüzünde patlayan bir tokattır. Bu karar; yıllardır bize bir yaşam biçimi olarak dayatılan köylülüğün, kabalığın, hoyratlığın, hırtlığın panzehiridir. Bu karar; ne kadar darbe yersek yiyelim, fair-play ilkesinin ruhumuzun derinliklerinde ilelebet varlığını sürdüreceğinin bir göstergesidir. Bu karar; kazanmanın her şey olmadığının, aslında kaybederken bile kazanılabileceğinin bir ispatıdır. Onlar, Meduna’yı bağırlarına bastılar, Johana’yı fair-play ilkesinden saptığı için cezalandırdılar. Medeniyet treninin lokomotifi oldular. Bize düşen, başta Başkan Haluk Çubukçu olmak üzere Vestel Manisaspor yönetimini, alınan bu kararı, defans oyuncusu sıkıntısı had safhada olmasına rağmen, daha fazla gol yemek pahasına tereddütsüz onaylayan Ersun Yanal’ı bağrımıza basmaktır. Bizim de yapmamız gereken, onları baştacı etmektir. Yavaş yavaş hayatımızdan elini ayağını çeken değerlerimizi yeniden hatırlattıkları için onları sarıp sarmalamalıyız. Pamuklara sarıp korumalıyız. Kristal fanusların içinde saklamalıyız.Vestel Manisaspor, bu sezon şampiyon olur veya olmaz. Ama şimdiden gönüllerin şampiyonu olmayı haketmiştir. Gerçek şampiyonluk da budur. Lekesiz, şaibesiz, tertemiz, pir-u pak...Şık Şık Rafet...Futbolun sadece futbol olduğu yıllardı. Halisane duyguların, alınterinin, emeğin, göz nurunun, yeteneğin tozlu-topraklı sahalarda birbirine karıştığı nadide zamanlardı. Futbolun henüz paranın kiriyle kirlenmediği, amatör ruhun hegemonyasını sürdürdüğü billur dönemlerdi. Her semtin bir toprak sahası vardı. Düştük mü zımpara gibi bacaklarımızı yırtardı, lakin o sahalar bizim düş bahçelerimizdi. Ve düşlerimizin üzerine henüz beton dökülmemiş, üzerine binalar çıkılmamıştı. Korkmazdık; babalarımızın binbir zorlukla aldığı iskarpin ayakkabılarımızı yırtmaktan, terli terli su içmekten, okulu kırmaktan ve azarlanmaktan... Ve hayal etmekten...Top bizim herşeyimizdi. Dikiş yerleri kırçıl kırçıldı, püsküllüydü, ikide bir patlardı, ikide bir içindeki şamreli çıkarıp yama yapardık, sonra geceleri koynumuza sokup birlikte uyurduk meşin yuvarlağımızla... Birlikte düşler kurardık... Kah Metin Oktay olurduk, kah Metin Kurt... Bazen Cemil Turan’dık, bazen Gökmen Özdenak, bazen Osman Arpacıoğlu, bazen de Vedat Okyar. Kalecilik düşü kuranlar ise Yasin Özdenaklı rüyalar görürdü. iki hayatımız vardı; biri yaşadığımız, diğeri de yaşamayı hayal ettiğimiz. iki benliğimiz vardı; biri olduğumuz, diğeri olmak istediğimiz. Özdeşleştiğimiz yıldızlar, bizim için ulaşılması imkansız uzak bir hayal ülkesiydi. Lakin, bir de bize yakın kahramanlarımız vardı. Onlara ulaşabilirdik, bir gün belki onlar gibi olabilirdik de hatta.... Onlar hem idolümüzdü, hem de mahallemizin şık abileriydi. Hafta ortası bizim olan sahalarımız, hafta sonu onların arenasıydı. Bütün hünerlerini orada sergilerlerdi. Onlar amatörlerdi. Onları hayranlıkla izlerdik. Maç bittiği zaman da bir koşuda yanlarına giderdik, ellerinden tutmaya çalışırdık. Başımızı okşadıkları zaman dünyanın en mutlu çocukları olurduk. Benim ve benim jenerasyonumun kahramalarından biri de, doğup büyüdüğüm semt olan Rami’nin en iyi futbolcularından Rafet Aydın’dı. Ona, ‘şık şık Rafet’ derlerdi. Çabukluğundan dolayı bu lakabı takmışlardı. Ufacık, tefecikti. Başdönrücü çalımları, sert şutları, üstün oyun zekası vardı. Özel seyircisi olan futbolculardandı. Onu seyretmek için çevre ilçelerden gelenler olurdu. Onun maçlarının olduğu günlerde Rami Sahası’na erkenden giderdik. Ön sıralardan güzel bir yer kapabilmek için. Ramispor’dan yetişip profesyonel lige giden nadir futbolculardandı. Bolu’da ve Manisa’da oynamıştı. Fubolu bıraktıktan sonra bir müddet antrenörlük de yapmıştı. iyi bir Fenerbahçeli’ydi. Semtte karşılaştığımız bir gün beni bir yazımdan dolayı tebrik ettiğinde yaşadığım gururu anlatamam. Uzun süredir görmüyordum. Meğer hastaymış. Duydum ki, geçtiğimiz hafta aniden gidivermiş bu dünyadan. Sessiz, sedasız. Layık olduğu yıldızların arasına karışmış. Eminim, şimdi de çalımlarıyla gökyüzündeki yıldızların başını döndürüyordur. Ruhun şad olsun, mekanın cennet olsun mahallemizin en şık abisi; şık şık Rafet Abi... Rami ve futbol seni çok özleyecek.
‘’İpek değil elmas!‘’
Bilirsiniz sıkıcı hafta sonları tek eğlencesi futbol olan şu genç nüfus var ya... İşte onlardan. Televole kültürünün çocukları. Bu çocuklar politize olmak için artık statları seçiyor. Ne de olsa sistem, dışarıda izin vermiyor siyasalaşmalarına! Merhum Ecevit'e yapılan saygı duruşunda bile İsrail aleyhine, Filistin lehine sloganlar duyabiliyorsunuz. Başka bir gün de PKK, Fransa ya da Ermeniler aleyhine duyabileceğiniz gibi. Yanlış anlaşılmasın. Yadırgamıyorum. Ancak bu enerjinin dışarıda boşalması gerekmiyor mu? Meydanlarda, caddelerde... Futbol, ne de olsa futbol. Ve sadece bir oyun. Keyif almamız gereken... Nitekim sahaya çıkan iki takım bunun böyle olduğunu hatırlattı, tribünleri dolduran yaklaşık 10 bin kişiye. Futbol oynamak için herşey müsaitti, Kamil Ocak Stadı'nda. Gaziantepspor ve Bursaspor şahane pazarın hakkını verdiler. Takır takır futbol oynadılar. Kazanmak için herşeylerini ortaya koydular. Kazanan, kartlarını doğru oynayan Engin İpekoğlu'ydu. Geçen hafta Vestel Manisa'yı dağıtan ikiliyle başladı maça. Sinan Kaloğlu ile Burak Akdiş, Gaziantep defansını da hallaç pamuğu gibi attılar. Sinan son vuruşlarda biraz becerikli olabilse, bu sezon kendi evinde ilk kez kaybeden Gaziantepspor tarihi bir hezimetle ayrılabilirdi sahadan. Madalyonun bir de diğer yüzüne bakacak olursak, bulduğu pozisyonları cömertçe harcayan Bursaspor, son 10 dakikadaki Gaziantep baskısında, kalesinde bir gol görüp, maçı berabere tamamlayabilirdi. Ama bu kez futbolun adaleti tecelli etti. Çünkü hakeden Bursaspor'du. Henüz yorum yapmak erken ama kanımca Engin İpekoğlu dünkü maçla rüştünü ispatladı. En azından çok ters gelişmeler olmazsa, sezon sonunu garantiledi. Konuk takımda kaleci Ömer, Egemen, İsmail ve Volkan sivrilen diğer oyunculardı. Antep'te ise Diawara ile De Nigris'in dışında vasatı aşan olmadı. Zevkli, çekişmeli ve heyecan dozu yüksek maçın tek çirkin adamı ise Sinan'ı kasti tekmelerle durdumaya çalışan Kirita'ydı. Bir futbolcu, meslektaşına karşı nasıl bu kadar acımasız olur, anlaşılır gibi değil... Hakem Göçek'in de maçtaki tek hatası; Rumen oyuncunun art niyetini süzememesiydi.
‘’Psikoz!‘’
Özellikle de yeni statü, heyecanı ve kaliteyi iyice düşürmüş durumda. Golü atan üzerine yatıyor. Tıpkı lig maçları gibi. Dün gece de Konyaspor bunu yaptı. Ceccon'un harika golüne kadar Vestel'in ataklarına karşılık vermeye çalıştılar, ancak skor avantajını yakaladıktan sonra iyice sahasına kapandılar. Futbolu çirkinleştirmediler, lakin ev sahibi olmalarına karşın ofansif zenginlikten uzaktılar. Volkan ve Ceccon'la zaman zaman kontratak girişimlerinde bulundularsa da, bunları tehlikeye dönüştüremeden heba ettiler. Maçın sonlarına doğru buldukları iki pozisyonda ise kaleci Fevzi gole izin vermedi.şu bir gerçek: Ersun Yanal felsefesi, futbolumuza renk ve zenginlik katıyor. Çalıştırdığı takımlar, yense de, yenilse de pozitif futboldan örnekler getiriyor, yeşil çimlere... Konyaspor karşısında da aslında sahanın tek hakimiydiler. Oyunun kontrolünü sürekli ellerinde tuttular. Çok adamla rakibinin üzerine gittiler. Çok sayıda pozisyon yakaladılar. Fakat bitirici vuruşları gerçekleştiremeyince sahadan boynu bükük ayrıldılar. ilk yarıda kaçırdıkları akıl almaz gollerin bedelini ağır ödediler. Bunda Zelenka ve Holosko'nun formsuzluğunun ve Konya kalecisi Oğuzhan'ın kurtarışlarının da rolü büyüktü. Konya'da kaleci Oğuzhan'la birlikte sahanın en başarılı ismi Mustafa Er'di. Orta alanda çok çalıştı, Vestel ataklarının büyük bölümünü başlamadan bitiren oyuncuydu. Rekor sayıda top çaldı. Konuk takımda ise Rafael'in oyununa Zelenka ve Holosko ayak uyduramadı. Vestel arka arkaya dördüncü maçını da kaybederek Ersun Yanal'ın daha önce çalıştırdığı takımları anımsattı. Kaybetme psikozunun içine girdikleri belli. Ancak yolun sonunun aydınlık olduğunu tecrübelerimizden biliyoruz. Önümüzdeki maçlarda dünkü kadar gol kaçıracaklarını sanmıyorum.Gecenin en güzel hareketine imza atan Ceccon'un sahayı ambulansla terketmesi dünkü maçın en dramatik olayıydı. Ancak durumunun ciddi olmadığı haberi sevindiriciydi. Tartışılan hakem Kuddusi Müftüoğlu hatasız bir maç yönetti, ama yine de Konya seyircisine yaranamadı. Bizde böyledir. Hakemse, vur abalıya...
‘’Arka Bahçe‘’
Kutsal sığınak!Bir türlü öğrenemediğimiz, öğrenmeye de çalışmadığımız bir davranış biçimi var: Kaybetmenin sorumluluğunu üzerimize almak. Kazandığımız takdirde aslan payını kendimize ayırıyoruz, "ben kazandım" diyoruz da, kaybettiğimizde bizim dışımızdaki herkes suçlu oluyor. Mazeretler üretiyoruz, sonra da kendi ürettiğimiz bu mazeretlere sığınıyoruz. "Ben kaybetmedim, bana kaybettirdiler" diye kahırlanıyoruz. Yaptığımız hataları kabullenmiyoruz, dolayısıyla yeni muhtemel hatalara da kapı aralıyoruz. Bir türlü kendimizle yüzleşmiyoruz. Aynalara bakmaktan korkuyoruz. Gerçeklerden kaçıyoruz. Oysa, şunu bir söyleyebilsek: "Ben yetersizdim, dersimi iyi çalışmamışım, ondan dolayı hatalar yaptım ve kaybettim. Rakibim benden iyiymiş. Bu yenilgiden ders çıkararak, hatalarımdan arınarak, önümüzdeki sınavda daha iyi olmaya çalışacağım." Bir söyleyebilsek... İşte bakın o zaman, nasıl da kendimizi yenileyebiliyoruz. İşte o zaman kaybettiğimiz her sınav, nasıl da zafere giden yolun kilometre taşları oluyor. Ülkemizde son yıllarda giderek tırmanan bir trend var: Kaybeden hemen herkes, faturayı hakemlere kesiyor. Hakemin maç içinde yaptığı iddia edilen hatalardan dolayı kaybedildiği söyleniyor. Hakem, kaybetmenin mazereti oluyor ve ona sığınılıyor. Aslında bu, kulüp yöneticilerinin, teknik adamların, futbolcuların kendi yetersizliklerini kamufle etme çabasından başka bir şey değildir. Bir yönetici, bir teknik adam, bir futbolcu ne kadar hata yapıyorsa, hakemler de o kadar hata yapıyor. Hatta hakem hatalarının yönetici, teknik adam ve futbolcuların hatalarından daha az olduğunu bile söyleyebiliriz. Bir kulüp yönetimi, bir teknik adam ve futbolcular, hakemlerden daha fazla takımın kaderiyle oynar. Yanlış transferler yaparlar, yanlış taktikle oynatırlar, golcü iki adımdan topu dışarı atar, kaleci bacak arasından golü yer, bunun sonucunda da yenilgi kaçınılmaz olur. Ama bu yanlışları örtmek için derhal hakemleri hedef gösterirler. Sorumluluğu kolayca üzerlerinden atarlar. Çünkü hakemler sahipsizdir. Hakemler dilsizdir. Onların arkasında kamuoyu ve medya desteği yoktur. Bu işin onlarsız olmayacağını da biliriz. Hatta onlara yukarıdaki nedenlerden dolayı ihtiyaç da duyarız. Öyle ya, hakem olmasaydı, kimi suçlayacaktık. Bütün günahlarımız apaçık ortaya çıkacaktı. Onlar bizim kutsal sığınağımız, aklanma aracımız. Ne yazık ki, tiraj ve reyting kaygısıyla medya da bu değirmene su taşıyor. Hakemleri her geçen gün kahredici bir yalnızlığa itiyoruz. Üzerlerinde kurduğumuz baskıyla hata yapma oranlarını da arttırdığımızın farkına bile varmıyoruz. Oysa hakemler de futbolun temel unsurlarından biridir. Onlar olmadan futbol olmaz. Futbolu hepimizden iyi bildiklerini ve hepimizden daha eğitimli olduklarını da unutmamalıyız. Ve kendilerine ait bir hayatları, aileleri, sevenleri olduğunu da... Kendimize gösterdiğimiz hoşgörüyü, müsamahayı onlara da göstermeliyiz. Eğer onları futbol ailesinin bir ferdi olarak kabul edersek, o zaman bu oyundan hepimiz daha fazla keyif alırız. Belki o zaman yaptığımız hataların da farkına varırız. Kendimize bir şeyler katarız. Medeniyet treninin son vagonuna asılmak istiyorsak, bu kültür devrimini yapmalıyız. Uygarlaşmanın başka yolu yok.GSGM'den ahde vefaHer zaman bir insanın yaşarken taltif edilmesinden yana oldum. Yıllarca bu ülkeye hizmet verip kıymeti bilinmeyen insanların öldükten sonra hatırlanmasının nafile ve göstermelik bir çaba olduğunu savundum. Önemli olan, kişiye hayattayken yaptıklarının hazzını yaşatabilmektir. Ona hakkını aramızdayken verebilmektir. Geçtiğimiz günlerde bu yönde sevindirici ve umut verici bir gelişme oldu. Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü ile Ankara İl Müdürlüğü, hentbol müsabakalarının oynandığı Cebeci Spor Salonu'na, Türk hentboluna büyük hizmetler veren Prof. Dr. Yaşar Sevim'in adının verilmesini kararlaştırdı. Bu, alışık olmadığımız bir durum. Ve takdire şayan. Bu kararı verenleri, kadirşinaslıklarından dolayı kutluyor, Türk hentbolunun duayeni Sayın Yaşar Sevim'e de sevdikleriyle birlikte sağlıklı ve uzun ömürler diliyorum.