Arama

Popüler aramalar

‘’Şahane yedek‘’

Nasıl ki bir gün baharı yaşarken, ertesi gün kendimizi kara kışın ortasında buluyorsak, futbol takımlarımızın grafiği de öyle. Bir hafta önce harikûlade futbol oynayan bir takımımız, ertesi hafta dökülebiliyor. Ya da tersi olabiliyor. Çok değil, daha üç hafta önce oynadığı futbolla taraflı tarafsız bütün futbolseverlerin gönlünde taht kuran ve ‘nihayet yıllar sonra Anadolu’dan bir şampiyon çıkıyor galiba’ dedirten Vestel Manisaspor’un son haftalardaki görüntüsü de böyle. Arka arkaya aldığı iki yenilgi ile liderliği Fener’e kaptıran Manisa ekibi, henüz bunun şokunu üzerinden atamamış gibiydi. Tabii, burada konuya aynı bakış açısıyla Bursa cephesinden de bakmak gerekir. Geride bıraktığımız 11 haftada sahasında sadece Sakaryaspor’u yenebilmiş olan ve düşme hattında yer alan Yeşil-Beyazlılar, dün son derece hırslı ve arzuluydu. Aşırı sert ve otoriter bir tarzı olan Raşit Çetiner’in görevi bırakmasından sonra adeta zincirlerinden boşalmış gibiydiler. Sahanın her yerinde rakiplerine baskı uyguladılar. İlk yarıda ve ikinci yarının son çeyreğinde sahanın mutlak hakimiydiler. Türkiye’nin en iyi hücum yapan takımı olan Vestel’i orta alanda durdurmayı başaran ev sahibi ekip, ilk 45 dakikada çok fazla gol pozisyonu bulamasa da, oyunu rakip yarı alana yıkmayı başardı. Bulduğu tek gol, Zafer’in fırsatçılığının ürünüydü.İkinci yarıda ise bir Vestel klasiği izledik. Kaleci Bülent ve Johana’nın dışında bütün oyuncularını Bursaspor’un üzerine gönderen Ersun Yanal, bunun faturasını üç kontratak golü yiyerek ödedi. Burada emanetçi gibi gözüken Engin İpekoğlu’nun yerinde değişikliklerinin de rolü büyüktü. Genç teknik adamın, Zafer’in yerine oyuna sürdüğü Sinan Kaloğlu, adeta maçın kaderini değiştirdi. Bir gol atıp, iki de attıran tecrübeli futbolcu, ülkenin en iyi kontratak oyuncularından biri olduğunu bir kez daha ispatladı. Geçen yıl Vestel formasıyla Fenerbahçe karşısında gösterdiği performanstan esintiler getiren Sinan Kaloğlu, bu kez de eski hocası Ersun Yanal’ın canını yaktı. Bursaspor dün tüm hatlarıyla iyiydi. Ancak Sinan ile birlikte maçın en iyilerinden biri de Ömer Aysal’dı. Sağ kanatta bir dinamo gibi çalıştı, hem savunmada, hem hücumlarda kusursuzdu.Geçen haftaki Vestel-Fener maçını izlemediği için eleştirilen Fatih Terim dün tribündeydi. Ancak dünkü Vestel’den Milli Takım’a herhangi bir oyuncu alacağını sanmıyorum. Belki Rafael! Ne de olsa yeşil sahaların ‘neo-Türkleri’nden biri de o oldu.

06 Kasım 2006, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Ceyhun Eriş alınmalı...‘’

Sözünü ettiğim; yönetimin transfer politikasının iflası ile futbolcuların sahada çağdaş futbolun gereklerini yerine getirememesi. Transfer politikası derken; kastettiğim, yalnızca alınan veya alınamayan futbolcular değil, iç transfer de bu politikanın içindedir. Ergün, Sabri, Hasan Şaş, Orhan, Cihan, Volkan, Ayhan, Hakan... Bunlar, Sarı-Kırmızılı yönetimin sezon başında sözleşme yenilediği futbolcular. Volkan Ankaraspor’a gitti, Ergün tribünde, diğerleri de geçmişin yüzü suyu hürmetine oynuyor. Takıma katkıları ise ortada... Bir de yeni gelenlere bakalım: Carusca, Tolga, Okan, İnamoto, Mehmet. Şampiyonlar Ligi’nin en kritik maçına çıkan takımda yeni isimlerden sadece İnamoto sahadaydı. Diğerleri yedek kulübesinde, içlerinde en iyisi olan Mehmet ise ilk 18’de dahi yok. Bir başka deyişle; transfer döneminde masaya oturulup imza attırılan 13 futbolcudan sadece 5’i PSV maçında ilk 11’de... Onların da performansını bütün Türkiye gördü. Hasan Şaş sahanın en kötüsü, Ayhan yan ve geri pas rekortmeni, Orhan çalım yeme ve adam kaçırma şampiyonu... İçlerinde biraz pırıltı yapan, sezonun en istikrarlı oyuncusu Sabri ile yedirdiği gole rağmen İnamoto’ydu. Hepsi bu. 90 dakika boyunca rakip kaleyi bulan tek şuttan, sıfır gol pozisyonundan, her biri Galatasaray kalesinde kontratak olan üç kornerden sözetmeyeceğim bile... Kimse takımın 10 kişi kalmasına, hakemin ters kararlarına sığınmasın. Galatasaray bu kadar. Tablo oldukça net ve hazin. Ve yönetimin transfer politikasının iflası... Canaydın yönetimleri ilk kez transferlerde hata yapmıyor. Ama ne yazık ki, bugüne kadar yapılan hatalardan da ders alınmıyor. Bu takımın, Hagi gittiğinden beri duran top ustası, driplingle kaleye inen, hareketli toplara sert vurabilen bir oyun kurucuya ihtiyacı varken, hala ön libero, arka libero saçmalıklarıyla uğraşılıyor (Altan alınmıştı, ama çabuk harcandı). Yalnız oyun kurucu mu? Kanatlar iki yıldır yetenekleri sınırlı Orhan ile Cihan’a emanet. Yaratıcı özellikleri olmayan, çabuk karar veremeyen oyunculardan kurulu orta alan hücuma destek veremiyor. Dolayısıyla takımın skor yükü yalnızca forvet oyuncularının becerisine kalıyor. Forvetler geçen yıl bu takımı taşıdı, ama bu sezon onlar da iflas etti işte. Sonuçta makine değiller ki...Henüz her şey geçmiş değil. Ara transferde yapılacak bir kaç takviye ile bu sezon kurtarılabilir. Mehmet Topuz ile anlaşıldığı söyleniyor. Tam isabet, ama yetmez. Ben bir başka isme dikkat çekeceğim: Ceyhun Eriş. Geçmiş hatalarından ders almış bir Ceyhun var bu sene sahnede. Futbolunun en olgun dönemini yaşıyor. Üstelik aileden biri. Özelliklerini saymaya gerek yok. Bir bakın bakalım Galatasaray’a... Ceyhun kalitesinde bir futbolcu var mı?Hem bu takım, kimlere ikinci kez fırsat vermedi ki?..

03 Kasım 2006, Cuma 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Embedded spor yazarları!‘’

Görevleri, dezenformasyon yaparak ABD çıkarlarını korumaktı. Bizzat ABD Hükümeti tarafından ordu ile birlikte gönderilmişlerdi, savaş meydanına. Gerçekleri çarpıtarak, ABD Ordusu’nun işlediği savaş suçlarını gizleyerek, hem kendi halklarının moralini yüksek tutmayı, hem de ülkesinin Irak’a karşı psikolojik üstünlük kurmasını sağlamayı hedefliyorlardı. O zamanlar gazetecilik etiği açısından çok tartışıldı bu konu. Gazetecinin böylesi bir misyon üstlenmesinin doğru olup olmadığı, gerek akademik çevrelerde, gerekse dünya basınında sık sık masaya yatırıldı. Genel kanı, gazetecinin, herhangi bir savaşta ülkesinin çıkarları için dahi olsa objektiflikten sapmaması gerektiği yönündeydi. Bu, bir gazeteci için son derece zor bir şey olsa da... Zira, yapılacak aleyhte bir haberin ardından ‘vatan haini’ damgasını yemek işten bile değildir.Embedded gazeteciler sadece savaşta mı ortaya çıkar? Elbette hayır. Onlar her zaman vardır. Savaşta ülkesi için çalışırlar -ki bu kabullenilebilir bir şeydir- barışta ise savundukları ideoloji veya taraftarı olduklları siyasi akım için faaliyet gösterirler. Ülkemiz, bu türden gazeteciler açısından son derece zengin bir iklime sahiptir. Tarihimizin her döneminde, kalemini bazı çıkar gruplarının hizmetine sunan gazeteciler ortaya çıkmıştır. Ve sayıları oldukça fazladır. Kimi inandığı için yapar, kimi de tamamen duygusal (!) nedenlerle... Kendini kulüplereiliştiren yazarlarDurum, elbette spor gazeteciliği açısından da farklı değildir. Ve ‘bir kaç çürük elma’ edebiyatı yapılarak geçiştirilemeyecek kadar da vahimdir. Özellikle ‘spor yazarı’ mertebesine ulaşmış gazeteciler için. İçlerinde futbolculuktan spor yazarlığına sıçrayanlar olduğu gibi, mesleğin her aşamasından geçenler de mevcuttur. Aslında sayıları pek fazla değildir. Ancak ne yazık ki kapsama alanları oldukça geniştir. Yazdıkları ve yazmadıklarıyla hizmetinde oldukları kulüplerin taraftarlarının duygularını okşarken, rakip takım taraftarlarını ise provoke ederler. Futbol terörünün fitilini ateşleyenler arasında onlar da vardır; rakip takımlar aleyhinde yazdıkları saldırgan yazılarıyla... Taraftarı oldukları kulübün militanı gibidirler. Kulüplerinin aleyhinde olan haberleri gizlerler, lehte olanları ise abartarak verirler. Kimi zaman da kulüp menfaati doğrultusunda alenen yalan yazarlar. İlişkide oldukları yöneticiler tarafından yönlendirilirler, kullanılırlar. Birlikte yerler, birlikte içerler, birlikte gezerler. Yağmur, çamur, kış kıyamet demeden yıllarca kulüp takibi yapan muhabirlere, foto muhabirlerine bazı yöneticiler utanmadan köpek muamelesi yapar ama bu adamlar el üstünde tutulurlar. Üstelik sözkonusu aşağılamalara, azarlamalara, saldırılara seslerini çıkarmazlar, duymazdan gelirler. Onların bu aymazlığı, meslektaşlarına, mesai arkadaşlarına densiz yöneticilerin yaptığından daha ağır gelir, daha fazla acı verir. Mesleğe prestijkaybettiriyorlarKimsenin alınmadığı takım otobüsüne, uçağına binerler, yöneticilerin yanında, adeta onlardan biriymiş gibi dolaşırlar. Bu ayrıcalık sayesinde ‘önemli adam’ vehmiyle hareket ederler. Aynanın karşısına geçtiklerinde kendi zavallılıklarıyla yüzleşmek zorunda kalırlar ama dışarıda tafralarından geçilmez. Son yıllarda bunlara mevcut federasyon yönetimine veya muhalefete kendilerini iliştiren yeni bir tür daha eklendi. Onların ilkesi filan da yoktur. Rüzgargülü gibidirler. Esinti ne taraftan gelirse, o yana dönerler. Her kulüp veya federasyon böylesi bir gazeteciye ihtiyaç duyabilir. Bu, anlaşılabilir bir durum. Ancak, gazetelerin embeddet spor yazarlarına neden ihtiyaç duyduğunu anlamak mümkün değildir. Gazeteye tiraj mı kazandırırlar? Hayır. Prestij mi sağlarlar? Ona da hayır. Bilakis kaybettirirler. Fakat gelgelelim, çalıştığı gazetenin spor yayını politikasında bile etkisi olanlar vardır. O nedenle spor gazeteciliği her geçen gün inandırıcılığını kaybetmektedir. Daha da önemlisi, halk, giderek spor yazarlarını itici bulmaktadır. Bu, kolay kolay giderilemeyecek bir güven erozyonudur. Gerçek spor gazetecilerinin ve meslek örgütümüzün bu konu üzerinde düşünüp çözüm üretmesi gerekmektedir. Zira, bu gemi batarsa suya gömülecek olan onlardır. Çünkü ‘embeddedler’ çoktan gemiyi terketmiş olacaktır.

02 Kasım 2006, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kurtlar sofrasının son mezesi: Arda‘’

Adını daha önce duymuştum; Galatasaray PAF Takımı'nın 'harika çocuğu' olarak. 2005 yılında Almeria'da yapılan Akdeniz Oyunları'nda Olimpik Milli Takımımız'ı finale taşıyan iki futbolcudan biriydi. Diğeri; Gerets'in iki yıldır oradan oraya savurduğu Cafercan'dı. Takımın attığı 9 golün 6'sında ikisinin imzası vardı. Arda, oyunları 3 gol, 3 asistle tamamlamıştı. En dikkat çekici özelliği, üstün top tekniği, zekası ve özgüveniydi. Bugünlerin müjdesini o zamandan veriyordu. Saha dışında da takımın neşesiydi. Muzipti, şakacıydı, espritüeldi, taklitçiydi. Kıpır kıpırdı. Hiperaktifti. Yerinde duramıyordu. Bugün bazılarının 'şımarık' diye nitelendirmesinin nedeni, onun bu kendine özgü davranışları aslında. Arda o gün ne ise, bugün de o. Ve asla şımarmayacak kadar karakterli, akıllı bir genç. Yıldızının ilk parladığı günlerde onu yere göğe koyamayanlar, bugün yerden yere vurma yarışındalar. Nedenini kestirmek güç değil. Çünkü günümüzün modası Arda. Reyting ve tiraj malzemesi! Muhtemeldir ki, kendisine övgüler düzen bazılarına pas vermemiştir. Yani rüzgârın tersine dönmesini anlamak mümkün. Tabii eleştiriler her zaman olduğu gibi belden aşağı. Arda'nın eksikleri yok mu? Elbette var. Her Türk futbolcusunda olduğu gibi, Arda'nın da, başta şut atma yetersizliği olmak üzere bazı fundamental eksikleri mevcut. Ancak kimsenin bilmediği bir şey var. Arda bu eksiklerinin farkında ve gidermek için ekstra idmanlar yapıyor. Her gün takım antrenmanından sonra şut çalışıyor. Fizyoterapisti, şimdilik 30 şut atmasına izin veriyor, herhangi bir sakatlık olmaması için. Yazın herkes tatil yaparken, Arda'nın günde 45 dakika kros çalışması yaptığını da kimse bilmez. Arda'nın karakterine laf söyleyenler, şımarıklığından, küstahlığından dem vuranlar, ailesi ve yakın çevresiyle olan sevgiye, saygıya dayalı ilişkisini de bilmezler. Aslında bilseler de farketmez. Çünkü bizde eleştiri kültürü yoktur. Objektif olmayı geçtik, yapılan ve yapılamayan eleştirilerin arka planında mutlaka başka hesaplar yatar. Arda'nın babası, dedesi yaşındaki adamlar, gencecik bir futbolcuyu daha yolun başındayken harcamak için şimdiden fitili ateşlemiş durumda. Arda bu tuzağa düşmemeli. Ben düşmeyecek kadar akıllı biri olduğunu biliyorum. Ama serde gençlik var. Eleştirilerden olumsuz etkilendiği muhakkak. Türkiye, koca bir yıldız adayı genç sporcu mezarlığıdır. O mezarlıkta Arda'ya da, ada ve pafta ayrılmaya çalışılmaktadır. Arda'nın yapacağı tek şey var: Duruşunu bozmadan, bıkmadan, usanmadan, hırsla, aşkla çalışmak. Eksiklerini gidermek ve cevabını sahada vermek. Her büyük futbolcu gibi...

27 Ekim 2006, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Külübelerdeki yalnız hayatlarYalnızlığın en yalın halidir; doğum ve ölüm. İkisinin arasındaki hayat yolculuğunun büyük bir bölümü de yalnız yürünür aslında. İstesek de, istemesek de yalnızlığımız hayatımızdaki en temel gerçeklerden biridir. İlişkileri belirleyen ise ihtiyaçlardır: Sevgi gibi, aşk gibi, cinsellik gibi, para gibi, açlık gibi, aidiyet gibi... İhtiyaçlarımızın doyurulduğu yerde yalnızlığımız başlar yine. Ve sonsuza kadar bu yaşam döngüsü devam eder. Eğer insan kendi kendine bütün ihtiyaçlarını doyurabilseydi, hiç kimse bir süre sonra katlanamayacağı biri ya da birileriyle uzun süre beraber olmak istemezdi. Boşuna değildir, kırk yıl aynı yastığa baş koyan karı-kocaların kederli bir yalnızlığın kıskacında kıvranması veya etrafımızdaki kalabalık çoğaldıkça yalnızlığımızın artması. Yalnızlık kimi için acınası bir durumdur, kimi için de yaratıcı potansiyelin harekete geçtiği bir süreç. Bu, kişinin yalnızlığı nasıl algıladığına bağlıdır. Sanatçılar ve bilimadamları yalnızlıklarını üretken bir sürece dönüştüremeseydiler, insanoğlu bugünkü düzeyine gelemezdi. Kişinin yalnızlığı, istenirse insanlık için olumlu sonuçlar doğurabilir.Ama mesleki yalnızlık böyle midir?Bir kısmını yukarıda belirttiğimiz bazı meslekler için evet. Ancak büyük çoğunluk için yalnızlık kahredicidir. Çünkü onların yalnızlığı somut yalnızlıktır. Bir deniz feneri bekçisi, bir sinema makinisti, bir hemzemin geçit görevlisi, bir gemi kaptanı, bir tren makinisti, bir ip cambazı ve bir teknik direktör... Ortak noktaları salt yalnızlıklarıdır. Kaderleri ve kederleri birdir. Çok dikkatli olmak zorundadırlar. Çünkü yaptıkları hataların bedeli ağırdır. Yıllardır işlerini başarıyla sürdürseler bile ilk tökezledikleri yerde linç edilirler.Teknik direktörleri linç ediyoruzÜlkemizde bu lince en çok maruz kalanlar teknik direktörlerdir. Özellikle yerliler. Futbolla az buz haşir neşir olmuş herkes, bu işi onlardan daha iyi bilir! Kahvedeki müdavimden sokaktaki çöpçüye, meyhanedeki sarhoştan televizyon ekranındaki yorumcuya, kulüp yöneticisinden gazetedeki spor yazarına kadar herkes bir teknik direktördür! Tuttukları takımları onlardan daha iyi tanırlar, onlardan daha iyi yönetirler, onlardan daha iyi oynatırlar! Dünyada işlerine bu kadar burun sokulan bir başka meslek erbabı daha yoktur. Onlar başardığı zaman başarıya herkes ortak olur. Başta oyuncu ve yönetici olmak üzere... Lakin işler kötüye gittiğinde ilk harcanan onlardır. Bundan dolayı hep diken üstündedirler. Valizleri kapının arkasında daima hazır durur. O nedenle sürekli huzursuzdurlar, öfkelidirler, agresifdirler. Sahanın dışında melek gibi olan bir teknik adamı saha içinde tanıyamamızın nedeni budur aslında. Zirveye çıkarken şakşakçıları çok olur, ama düşerken kimse arkasını dönüp bakmaz bile. Hatta bir tekme atanlar dahi olur. İlk ihanete uğrayan hep onlardır. Yalnızlık ve ihanet hayat boyu uğursuz bir gölge gibi peşlerini bırakmaz, takip eder onları.Yalnızlık ve ihanet sanki kaderleriMeslekleri uğruna eşlerini, çocuklarını, sağlıklarını, sosyal hayatlarını ihmal ederler. Göçebeler gibi ordan oraya savrulurlar. Ne yerleri vardır, ne yurtları... Sanki hiç bir yere ait değildirler. Fakat yine de kimseye yaranamazlar. İlk fırsatta taraftar ana avrat küfür eder, "istifa" diye bağırır, yönetici de sefil bir kibirle "kovdum" der. Basındaki ulemalar ise (!) şöyle fetva verir: "Bu adam futbolu bilmiyor, hoca moca değil!"Herkesin gözü onların şöhretinde, parasındadır. Ama parayı kazanırken, neleri kaybettiklerini bir türlü kestiremezler. Kirlilikte de ilk suçlanan yine onlardır. Ne komisyonculukları kalır, ne avantacılıkları, ne onun bunun adamı oldukları, ne de birbirlerinin ayaklarını kaydırmaları... İçlerinde bunları yapan yok mudur? Elbette vardır. Ancak hangi meslekte süistimaller, ali cengiz oyunları olmuyor ki? Diğer meslekler ne kadar temizse, teknik direktörlük de o kadar temizdir; ne kadar kirliyse, o kadar da kirli... Kendimiz işimizi ne kadar iyi yapıyoruz ki? Hiç hata yapmıyor muyuz? Kendimize yönelen herhangi bir eleştiriye, saldırıya karşı insan olduğumuzdan dem vuruyoruz da, neden teknik direktörlerin de birer insan olduğu gerçeğini unutuyoruz. Bizler gibi acıları, sevinçleri, günahları, sevapları, hüzünleri, mutlulukları, korkuları, hayalleri olan insanlar... Ülkemize çalışmaya gelip de, "Kulübemdeki köpeğim bile benden daha mutlu ve huzurlu" diyen Gerets'in hüzünlü çığlığı, aslında bütün teknik direktörlerin dramını yansıtmaktadır. Bu sese kulak vermeliyiz...Ve insaf, izan sınırlarını aşmamalıyız. Kendimize reva görmeyeceğimiz davranışları başkalarına da görmemeliyiz. İnsanlık bunu gerektirir. İş ahlakı da, spor ahlakı da...

25 Ekim 2006, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Hastane yemeği!‘’

Buna karşın sokaklardaki kalabalığın telaşı Bursa Atatürk Stadı’na sirayet etmiş değil. Bir sükunet, bir dinginlik. Terk edilmiş kasabaların ürkütücü sessizliği hakim, yemyeşil stada. Sakarya maçında çıkan olaylardan dolayı alınan ceza nedeniyle Bursa seyircisi tribünlerde yok. Stat dışına toplanan bir kaç kişinin sesleri duyuluyor. Gaipten gelen sesler gibi. Lakin Raşit Hoca’nın çığlıkları hepsini bastırıyor.Bir yanda Aykut Kocaman’ın sakinliği, diğer yanda Raşit Çetiner’in telaşlı öfkesi. Ülkemizdeki dürüst ve namuslu teknik direktör akımının önde gelen iki temsilcisinin bu karakteristik özellikleri, sahadaki futbola da yansıyor. Ankaraspor alabildiğine kontrollü ve sakin, Bursaspor ise panikatak nöbeti geçiren hasta gibi. Belli ki, seyircisizlik onları olumsuz etkilemiş. Zira, Yeşil - Beyazlı ekip, ülkemizde seyircisiyle bütünleşip bir değer oluşturan ender takımlardan biri. Sanki iki takım da birbirini yenmek için değil, yenilmemek için sahaya çıkmış. Her iki takımın da defansı yerinde çakılı. Orta alan oyuncuları da dörtlü defansa yaslanınca, ortaya çıkan görüntü gerçekten ilginç: Sahanın iki yanına birer duvar örülmüş, top bir o duvara çarpıyor, bir bu duvara. Maç değil, duvar tenisi sanki seyrettiğimiz. Arada bir faullerle kesilen oyun, pozisyon kısırlığı, kaleye atılan şutların boş tribünleri dövmesi de cabası...Neyse ki, devreye Frasineanu girdi! Rumen oyuncu, Raşit Hoca’nın sahadaki yansıması gibiydi. Gereksiz bir öfke, gereksiz bir hareket ve kırmızı kart. Ardından da Raşit Çetiner’in tribünde bizim de duyduğumuz hakareti sonucu, sahanın dışına atılması. Bu hareketlilik bile, “dışarıda bir şeyler oluyor galiba”dan öteye gitmedi. Maçın kalan bölümleri Ankaraspor’un şuursuz baskısı ve tribüne çıkan Raşit Hoca’nın ortalığı inletmesiyle geçti.Bereket hakem Cem Deda, 90 artı 4 sonrası düdüğünü çaldı da, uykumuzdan uyandık... Umarım bir daha böyle tatsız tuzsuz bir maç seyretmem. Vallahi hastane yemeği gibiydi!..

22 Ekim 2006, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Herkesin bir ‘Brütüs'ü vardır‘’

Nice dostluklar, kardeşlikler, arkadaşlıklar, aşklar, ortaklıklar hain bir bıçak darbesiyle sona ermiştir. Bu darbelere dayanıklı olanlar kanayan bir yara ve derin bir sızıyla birlikte yaşam yolculuğuna devam eder. Taa ki, ikinci bir ihanet dalgası kapısını çalana kadar. Narin bir bedene ve ruha sahip olanlar ise zaten ilk darbede yıkılır ve bir daha da ayağa kalkamaz. Dudaklarından içli bir şarkı gibi dökülen son sözlerini hepimiz biliriz: Sen de mi Brütüs!..Yalnız insanların mı ‘Brütüs’ü vardır? Elbette hayır. Toplumların da, ülkelerin de, şirketlerin de, kurumların da ‘Brütüs’leri vardır; bilenmiş bir bıçakla kuytu bir köşede pusuya yatarak avını bekleyen... PSV Eindhoven’a yenilerek Şampiyonlar Ligi’nde gruptan çıkma şansını mucizelere bırakan Galatasaray’ın ‘Brütüs’ü kendi seyircisiydi, önceki akşam. İkinci yarıda Mondragon’un yediği golün şokunu üzerinden atamayan takım, Gerets’in üst üste yaptığı değişikliklerle tam ayağa kalkmak üzereydi ki, ortaya ‘Brütüsleşen’ seyirci çıktı ve Galatasaray’ı Olimpiyat Stadı’nın çimlerine gömdü; daha bitime 10 dakika varken aleyhte tezahürat yaparak... Futbolda 10 dakika çok uzun bir zamandır. Gerçek taraftar o zaman diliminde 12. Adam olduğunu hatırlar, ayağa kalkar ve takımını ateşler, gayrete getirir, olası bir galibiyette de aslan payını alır. Ama ne yazık ki, bizde böyle bir seyirci kültürü yok. Her şey yolundayken tam destek, işler kötüye gittiği zaman da tam köstek. Geçen yıl ki mucizevi şampiyonlukla kendinden geçen seyirci, aynı seyirci değil miydi? Üç ayda ne değişti? Takım aynı takım. Hoca aynı hoca. Yönetim aynı yönetim. ‘Yensen de, yenilsen de taraftarın seninle’ tezahüratına ne oldu? Bir takım kaybetmeyecek mi? Hep kazanmak mümkün mü? Futbolcu da hata yapacak, teknik direktör de, yönetim de... Sporun güzelliği zaten buradadır. En az hata yapan kazanır. Kızabilirsin, öfkelenebilirsin, ama bu karşı safa geçmeyi gerektirir mi?Bu sezon da gösteriyor ki, Galatasaray’ın en büyük rakibi yine kendi seyircisi. Geçen yıl bu seyirciye rağmen şampiyon olmuştu. Ancak ne var ki, bu kez ikinci tsunami dalgasına dayanamayacak gibi bu takım...İhanetin darbesi bu yıl ölümcül olacak. İnsanlığın ortak hafızasına kazınan o son sözleri duyacağımız günler çok yakın: Siz de mi Brütüsler!..

20 Ekim 2006, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Alabalık!Bu ülkede başarıya giden yol, Kaf Dağı'na giden yoldan farksızdır. Bin bir türlü engel çıkar karşınıza; statükonun bekçileri tarafından konulmuş ve korunmakta olan... İki ucu keskin bıçak gibidir o yol... Sırat köprüsünden farksızdır. O dikenli yolu aşmak için sadece hırs, akıl ve zeka yetmez. Çelik gibi bir irade, şövalye ruhu, cesaret, kararlılık, azim ve dayanıklılık da gerekir. Hedefinize ulaşmak istiyorsanız, devasa engebeleri, cehennemi uçurumları, fırtınaları, tayfunları, boraları, her köşebaşında sizi bekleyen yedi başlı ejderhaları (!), dar ve grift labirentleri, tek gözü, tek aklı olan ilkel yaratıkları (!) geçmeniz gerekecektir. Adına 'başarı' dediğimiz sihirli elmaya sahip olmak isteyenler, ağır bedeller ödemeyi göze almalıdır. Tökezleyeceksiniz, düşeceksiniz; ardından tekrar kalkacaksınız. Yanacaksınız; sonra küllerinizden doğacaksınız. Vurulacaksınız, linç edileceksiniz, paramparça yapılacaksınız; akabinde ilahi bir güçle her parçanızdan yeni "sizler" yaratacaksınız. İşte o zaman zirve sizindir ve tek başınasınızdır. Yapayalnız. Zira bizde başarmak, yalnızlaşmaktır. Ve başarıya giden o netameli yolun taşları ihanetlerle döşenmiştir!İhanet şebekeleri işbaşındaYaklaşık 10 yıl önce başladığı o uzun ve soluksuz yolculuğuna hala devam eden değerlerimizden biridir Ersun Yanal. Denizlispor, Ankaragücü, Gençlerbirliği, A Milli Futbol Takımı derken, şimdi de Vestel Manisa ile sürdürüyor zirve yolculuğunu. Her durakta bedeni ve ruhu delik deşik ediliyor, vasatlar takımı tarafından. Ama o, her seferinde yeniden ayağa kalkıyor. Yere düşen her parçası toprakta yeniden filizleniyor, ete kemiğe bürünüyor, canına can, gücüne güç katıyor. Yürüdükçe büyüyor. O büyüdükçe yoluna çıkan yecüc mecüc ordusu biraz daha küçülüyor, yokoluşa doğru son sürat yuvarlanıyor.Kolay değil elbette, mayası hurafelerle yoğrulmuş bir toplumda akılla, bilgiyle, teknolojiyle iş yapmak. O işini yaptıkça başkalarının makyajı dökülüyor. Yıllarca Türk insanının içi boş yaldızlı laflarla, iksir sloganlarla nasıl uyutulduğunu ispatlıyor Ersun Hoca, kendine özgü yöntemleriyle... Ve buna dayanamayanlar, katlanamayanlar, her geçen gün sayıları artan işbirlikçileriyle birlikte her köşe başında ona yeni hain pusular kuruyorlar. Ve çıktığı her yükseklikte yeni ihanetler bekliyor onu. Olsun. Beklesinler. Bilimin önünde duramazlar. Çağ Ersun Yanal'ın çağı. Fransız düşünür Voltaire 18. Yüzyıl'da başlatmış "Aydınlanma Çağı"nı. Batı onun savunduğu değerlerin peşinde koşarak bugünkü bilimsel ve teknolojik düzeyine ulaşmıştır.Türk futbolunun Voltaire'iErsun Yanal da "Türk futbolunun Voltaire"dir. Bilimsel metodla tanıştırmıştır futbolumuzu... Aslında bugünkü çatışmanın kaynaklarından biri de budur: Geleneksel ile modernitenin; daha başka bir deyişle, bilimle demagojinin kavgası... Yanal'ın değeri bugün anlaşılamıyor. Anlayanların önemli bir kısmı da, kişisel ihtirasları, kinleri ve kıskançlıkları için saldırıyorlar Ersun Hoca'ya... Ama tarih onun hakkını verecektir. Her devrimcinin hakkını verdiği gibi. Onu parça pinçik etmek için pusuda bekleyen ve her fırsatta dişini gösteren sırtlanlar kendi kusmuklarında boğulacaktır ama Ersun Yanal'ın adı, "Türk futbolunun mihenk taşı" olarak yazılacaktır spor tarihimize. Çünkü o futbolumuzu dönüşü olmayan bir yola sokmuştur. Çığır açmıştır, yeni bir ufuk olmuştur. O bir milattır. Bilimin yön göstericiliğine inanmayan kulüp yöneticilerinin ve bu yönde kendini geliştiremeyen teknik direktörlerin bundan böyle başarı şansı yoktur. Ersun Hoca zirve yolculuğunda yolu yarılamıştır. Yara bere içindedir ama hiç olmadığından daha güçlüdür artık. Ve hedefe çok daha yakın. Onun yolculuğu, piranhalarla dolu azgın bir nehirde yol alan alabalık gibidir, akıntıya karşı yüzen, çağlayan çıkan... Tıpkı Türk şiirinin büyük ustası Murathan Mungan'ın 'Alabalık' şiirinde tarif ettiği gibi: Alabalık bir metafor/denizler ve balıklar içinde/kutsal kitaplara göre ilk yaratılanlar içinde/akıntıya karşı yüzen tek balık/tekini koruyan tekinsiz/ölüme doğru ve ölüme karşı/çağlayan çıkan dikine yüzen bir balıkmış yalnızlık!

18 Ekim 2006, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI