‘’Şipşak golcü!‘’
Kayseri Atatürk Stadı’nın tribünlerini dolduran bir kaç bin seyircinin Gökmen’i kalblerine gömmesinin ardından başlayan maçta, Erciyesspor geçen haftaki hezimetin şokunu henüz üzerinden atamamış bir görüntü sergiliyordu, ilk 45 dakika içinde... Bursaspor bu devrenin mutlak hakimiydi. Tel tel dökülen Erciyes savunmasının üzerine bir kabus gibi çöktüler. Özellikle Hasan ve Veli ile sağ kanattan çok etkili oldular. Bu ikili, Erciyesspor’un sol tarafını adeta felç etti. Etkili kanat bindirmeleri yaptılar. Ceza sahasına yaptıkları sayısız ortayı forvet oyuncuları beceriksizce harcadı. Kalesinde gördüğü çok sayıda pozisyonun yanısıra rakip kaleye gitmekte de zorlanan Erciyesspor, ilk atağında golü buldu. Hani klişe bir laf vardır ya, “Atamayana atarlar” misali...Ancak Bursa, bu gole cevap vermekte gecikmedi. Yine sağdan gelişen bir atakta Burak bu kez zor pozisyonda olmasına rağmen, fileleri havalandırdı. İlk yarının 1-3 veya 1-4 konuk takım lehine bitmesi işten bile değildi. Ne var ki futbolun adaleti tecelli etmedi ve devre berabere sonuçlandı. İkinci yarıda Erciyesspor oyunda dengeyi sağladı. Ancak gol pozisyonlarına giren taraf yine Bursaspor’du. Cumhur’un yakın mesafeden kaçırdığı kafa golünün ardından, neden kulubüde oturduğunu bir türlü anlayamadığım Cenk İşler, oyuna girmesinin üzerinden henüz bir dakika geçtikten sonra buluştuğu ilk topu rakip ağlara bırakıverdi. Bazı futbolcular gerçekten özeldir. Cenk de bunlardan biri. Umarım hocasıyla arasında bir problem yoktur. Golden sonra Bursa oyundan iyice düştü. Frasineau’nun oyundan alınmasıyla da etkisini tamamen yitirdi. Rumen oyuncunun yerine Egemen’i oyuna alan Raşit Çetiner’in bu değişiklikte ne düşündüğünü doğrusu anlayamadım. Hakem M.Fatih Gökçe, Erciyes’in ikinci golünde hatalı bayrak kaldıran yardımcısının yanlışına uymayarak maçın çığırından çıkmasını önledi. Her ne kadar maç boyu Erciyes seyircisine yaranamasa da...
‘’Arka Bahçe‘’
Mahşerin üç atlısı!Bu dünyaya geliş amacımız yüzyıllardır sorgulanır; din adamları, filozoflar, bilim insanları tarafından... Bazen ve nadiren de kişi, kendi kendine yapar varlığının muhasebesini. Cevabı bulunamayan sorular zihinlerde rakseder. On binlerce kitap yazılır ve okunur, ‘ben neyim, kimim, neden varım, nasıl oldum, nereden geldim, nereye gideceğim’ gibi basit görünümlü, ama cevabı imkansız sorular silsilesi üzerine... Dönüşü olmayan bir yola çıkmak gibidir bütün bunlara yanıt aramak. Ne var ki, bu yolculuk kaçınılmazdır. En azından bazılarımız için...Aslında insanoğlunun varlığı iki temel çelişki üzerinde düğümlenir: Bir şey olmak, ya da varolmak. Günümüzde hemen hemen tüm kültürlerde birey, yetişkinliğe adım attığı andan itibaren bir statü peşinde koşar. Kişinin elde etmek istediği statü, genellikle gözde bir meslek, para ve şöhretle özdeşleşir. Yeterince donanımı, ihtirası ve şansı olanlar arzu ettikleri toplumsal statüye kavuşurlar. İşte asıl sorun da ondan sonra başlar. Bir şeylere sahip olmakla insan varolabilir mi? Elbette olabilir. Yeter ki insan, her ikisini birden taşıyabilecek altyapı ve olgunluğa sahip olsun. Bir statüye sahip olmak, varoluşun önüne geçmez. Ama bunu başarmak öylesine zordur ki... Özellikle de bizim gibi düşük yoğunluklu eğitimin hüküm sürdüğü toplumlarda... Bugün ülkemizde bir statüye sahip olmanın en kestirme yollarından biri, büyük kulüplerde futbol oynamaktan geçiyor. Hele biraz da eli ayağı düzgün bir futbol oynayabiliyorsanız... Her Allah’ın günü gazete ve televizyonlarda isminiz, cisminiz çıkıyor. Şöhret merdivenlerini hızla tırmanıyorsunuz. İnsanlığa verdiği üstün hizmetlerle, geleceğe bıraktığı eserleriyle, keşif ve icatlarıyla dünya literatüründe yer alan bilim insanlarımızı sokakta hiç kimse tanıyamıyor, ama birer popüler figür haline gelen alelade bir futbolcu, çevresi hayran kitlesi tarafından sarıldığı için yolda yürüyemeyebiliyor. Her yerde itibar görüyorsunuz. Bütün kapılar ardına kadar açılıyor. Gelgelelim, ‘yıldız futbolcu’ diye adlandırdığımız bu zümre, toplumsal bir statüye sahip olurken, aynı zamanda varolabiliyorlar mı? Kimi ve çok azı bunu başarabiliyor. Zaten toplum her zaman onları bağrına basıyor, önlerinde saygıyla eğiliyor. İsimleri altın yaldızlı harflerle tarihe yazılıyor. Lakin kimileri de var ki, statüleri arttıkça, kendileri biraz daha azalıyor. Toplum sırtlarını tapışladıkça onlar gemi azıya alıyor. Şımarıklığın ve küstahlığın sınırlarını zorluyorlar. Her türlü kavganın, çirkefin içinde onları görebiliyorsunuz. Sahada rakip futbolcu ve seyirciyle, onlar olmazsa kendi arkadaşlarıyla, onlar da olmazsa birbirleriyle kavga ediyorlar. Sürekli bir itişmenin, dalaşmanın, küfürleşmenin içindeler. Barışçıl olmayı sünepelik addediyorlar. Bu tip oyunculardan hemen her takımda mevcut. Ama Üç Büyükler’de iseniz atacağınız her adıma dikkat edeceksiniz. Toplumun gözünün üzerinizde olduğunu bir an bile aklınızdan çıkarmayacaksınız. Siz sadece formasını giydiğiniz kulübe değil, tüm Türkiye’ye aitsiniz. Zira Milli Takım’ın da değişmez oyuncularındansınız. Sözüm size, Hasan Şaş, Necati Ateş ve Ayhan Akman kardeşlerim...Çünkü sizin adınızı formalarına yazan, gönüllerine kazıyan, rüyalarında sizinle yaşayan, sizinle ağlayan, sizinle gülen, sizin gibi olmak için can atan çocuklar var bu ülkede. Onlara bunu yapamazsınız. Sahada mahalle kabadayası gibi birbirinizle hırlaşamazsınız. Rakip futbolculara, hakemlere çirkin davranışlarda bulunamazsınız. Kendi antrenörünüze küfür edemezsiniz. Milli maç akşamı fuhuş organizasyonlarında yer alamazsınız. Altyapıdan gelen genç futbolcuları azarlayamazsınız. İnsanları, hatta kendi taraftarınızı dahi Galatasaray’dan soğutamazsınız. Sahaya nefret tohumlarını ekemezsiniz. Bilirsiniz, klasik bir laf vardır: Zirveye çıkmak değil, önemli olan orada kalmaktır. Zirvede kalmanın ise tek yolu vardır: Bir şey olmak değil, varolabilmek. Vakit henüz geçmiş değil. Önünüzde daha zaman var; ‘ben neyim, kimim, neredeyim, ne yapıyorum’ diye varlığınızı sorgulayabilmeniz için. Yaptınız, yaptınız...Aksi takdirde karanlıkta aniden kayan bir yıldız gibi boşlukta kayboluverirsiniz. Sonsuza kadar...
‘’Bu sıcakta bu kadar‘’
Geçen yıl son hafta aldıkları puanlarla kümede kalmayı başaran iki takımın ligin ilk maçında karşılaşması fikstürün bir azizliğiydi. Ev sahibi ekipte Zenga’nın gelişiyle oyun sisteminden futbolcu kadrosuna kadar bir çok değişiklik yaşanmış. Ancak sahaya yansıyan görüntü, geçen yıldan farklı değil. Pozisyona girmekte zorlanıyorlar, kolay pozisyon veriyorlar. Yeni yabancılardan Diawara süratli ve etkili bir forvet görüntüsü çizmesine karşın, üretken olamadı. Zurita ve Drincic topla iyi, ancak final paslarında başarılı değldiler. Antep, Lazarov’u bu sezon çok arayacağa benziyor. Denizlispor’da ise her şey Yusuf’a bağlı. Tecrübeli oyuncu gününde olursa, her maça ortak olabilirler. Tıpkı dün gece olduğu gibi. İkinci yarının başından itibaren Yusuf’un organizatörlüğünde atak üstünlüğünü eline geçiren konuk takım, 46’da oyuna oyuna giren Adriano’nun da forvete hareket getirmesiyle beraberlik golünü çabuk buldu. Ardından da galibiyeti getirecek pozisyonlara girmelerine rağmen, değerlendiremediler.Maçın hakkı beraberlikti, fakat hakem Hüseyin Göçek bunu bozmak istercesine son derece komik kartlar çıkardı. Rakip oyuncu yerde yatarken, topu taca atan Mustafa Keçeli’ye vakit çaldığı gerekçesiyle sarı çıkardı, bir kaç dakika sonra da aynı oyuncunun elle teması sonrası kırmızıya başvurdu. Birinci kart gerçekten şaşırtıcıydı. İkincisi ise ucuz... Seyirci sıcağa rağmen, tribünleri doldurdu. Maçın başında İsrail’e gösterilen tepki, Türkiye’de giderek tırmanan yahudi düşmanlığının bir tezahürüydü. Ne de olsa, futbol hayatın, hayat da futbolun bir parçası. İnsan maç seyretmeye de gelse, televizyonlara ve gazetelere yansıyan bebek ölülerini unutamıyor işte...
‘’Safkan Hakan!‘’
Ankaraspor, ligin başlamasına bir kaç gün kala Musa Büyük, Tita gibi kontratağa yatkın hızlı ve çabuk oyuncuları elinden çıkardı. Oysa Aykut Kocaman’ın oyun şablonuna son derece uygundular. Genç teknik adamın elinde bu formatta bir tek Jaba vardı. O da dün gece yeterince etkili olamadı. Bence Galatasaray’ın risk aldığı bölümlerde gidenleri çok aradı Ankaraspor. * * *Son söz kaleci Hakan Arıkan için elbette: Kocaelispor’da yıldızı parlayan genç kaleci geçen yıl Dört Büyükler’in listesindeydi. Nitekim Beşiktaş’la ön protokol imzaladı. Ne var ki Rıza Çalımbay tarafından yetersiz bulundu ve gönderildi. Belki de menaceri yetersizdi! Kimbilir! Ankaraspor’da da Dünya Kupası oynamış iki kalecinin arkasında kaldı. Sezon öncesi ikisinin de bileti kesilince ona şans doğdu. O da dün gece bunu çok iyi değerlendirdi. Ve içimizdeki yeteneklerin yıllarca orda burda nasıl heba edildiğini bir kez daha belgeledi.
‘’Arka Bahçe‘’
Şimdi ben size ne desem boşÇünkü sizin alışkanlıklarınızın ne denli güçlü, vazgeçilmez olduğunun; ve sizlerin bir pehlivan kispeti gibi ruhunuza geçirdiğiniz kötü huylarınızı terketmemekte ne kadar kararlı, inatçı davrandığınızın farkındayım. Yani sizi iyi tanıdım! Toplumsal hayatımızın hangi alanında değiştiniz ki, sporda değişesiniz. Neyi dönüştürdünüz ki, kendinizi dönüştüresiniz. Tekrar tekrar hatırlatılmasına, ‘yapmayın, etmeyin’ denmesine rağmen, yine düğünlerde silah sıkarak can almaya devam etmiyor musunuz? Alkollü araç kullanmaktan hiç vazgeçtiğiniz oldu mu? Töre diye kendi ciğer parelerinizi acımasızca, vahşice bu dünyadan koparmayı sürdürmüyor musunuz? Sizleri hep kandıran, arkadan vuran, yaşadığınız hayatı zehir eden, çocuklarınızın geleceğini karartan politikacıları tekrar tekrar seçmiyor musunuz? Çağdaş dünya insan hayatının kalitesinin arttırılması için bilim ve teknolojiyi seferber etmişken, yeni dünyalar keşfetmek için uzayın derinliklerine gitmeye hazırlanırken, sizler hala hurafelerle, kör inançlarla yaşamınıza yön vermeye çalışmıyor musunuz?Nicedir, birbirinizin haklarına tecavüz etmeyi bir yaşam biçimi haline getirmediniz mi?Gerek siyasi, gerek ticari, gerekse sportif ilişkilerinizde birbirinizi kandırmayı, ayağınızı kaydırmayı, gözünüzü oymayı, çelme takmayı, riyakarlığı marifet olarak görmüyor musunuz? İhmal adı altında ülkenin her yerine tuzaklar kurarak bedava ölümlere davetiye çıkarmayı, ardından da ‘kader’ diyerek sorumluluğu üzerinizden atmayı, vicdanınızı rahatlatmayı bir düstur olarak benimsemiyor musunuz?O halde...Bir kaç gün sonra merhaba diyeceğimiz yeni futbol sezonunda bir şeylerin değişeceğini umarak, temenni ederek kendimi kandırmaya devam mı etmeliyim?Biliyorum ki, taraftar kisvesi içinde yine tribünlerde birbirinizin gırtlağını sıkacaksınız, en aşağılık küfürleri edeceksiniz, en rezil pankartları asacaksınız; futbolcu forması giyerek yine sahada birbirinize acımasızca tekme atacaksınız, hakemi kandırmaya çalışacaksınız; yönetici sıfatıyla yine seyirciyi provoke edeceksiniz, rakiplerinizi aşağılayacaksınız, yangına körükle gideceksiniz, teşvik primi vermeye devam edeceksiniz; hakem görüntüsü altında yine bir taraftan alıp, diğerine vereceksiniz, sonra da ‘biz de insanız, hata yaparız’ gerekçesine sığınacaksınız; federasyon yetkilisi titriyle yine olan bitene seyirci kalacaksınız, görmezden geleceksiniz, ardında da çeşitli içi boş yaldızlı laflarla aczinizi kamufle etmeye çalışacaksınız; tüm spor camiası olarak yine şikeye ve her türlü kirli ilişkilere karşı sessiz kalacaksınız, çöpü hep halının altına süpüreceksiniz, ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ felsefesini uygulayacaksınız. O nedenle, ‘temiz lig, temiz futbol’ gibi safça hayaller peşinde koşmayacağım. Size ne sözün, ne yazının tesir edeceğini sanmıyorum. Bunun boşa kürek çekmek olduğunu biliyorum. Geçmişten bugüne sıkı sıkıya sarıldığınız gelenek, görenek ve alışkanlıklarınızın yeni sezonda da devam edeceğine eminim. Almanya’da açtığınız pankartla bundan önceki sezonların bir tekrarını daha yaşayacağımızı hepimizin gözünün içine soktunuz. Size laf anlatmaya çalışarak zamanımı boşa harcamayacağım. Bütün iyi dileklerimi kendime ve toplumun kıyısında köşesinde kalmış, çevresini saran pespayelikler, barbarlıklar nedeniyle acı çeken bir avuç uygar memleketliye saklayacağım.Daha fazla uzatmak gereksiz.İyisi mi siz, kalın kendi ilkelliklerinizin doruklarında, düşmanlıklarınızla başbaşa...Transfer hatalarının bedelini kim ödüyor?Her sezon öncesi, özellikle dört büyüklerin başı göndermek istedikleri futbolcularla derde girer. Atsalar atamazlar, satsalar satamazlar. Yüksek tazminatları nedeniyle gönderemedikleri futbolcuların bir an önce kulüp bulması için dua ederler, hatta bizzat girişimlerde bulunurlar. Sonuçta istenmeyen futbolcu, bir şekilde ülkemizi terkeder gider, ardında kabarık bir banka hesabı bırakarak...Olan, o kulübün hassas mali yapısına olur. Zaten borç içinde yüzen kulüpler, bir kaç milyon dolar ya da euro daha zarara girer. Dünyanın her yerinde bir şirketi zarara uğratan yöneticiden hesap sorulur, görevden el çektirilir. Ancak koskoca kulübü batıran yöneticiden kimse hesap soramaz. Yanlış transfer nedeniyle hem taraftarın hayallerini boşa çıkaran, hem de yüklü miktarda kulübü borca sokan yönetici, bir bakmışsınız, yeni transferler için ülke ülke dolaşmakta... Her kulüpte, sözde yönetimi denetleyen divan kurulu gibi mekanizmalar mevcuttur. Ne var ki çoğu yaşlı eski yönetici ve üyelerden oluşan bu kurullar da, bir kaç vıdı vıdının ardından yönetimi ibra eder. Oysa alınan bir hatalı kararla, bir yabancı futbolcunun cebine aktarılan milyon dolarlarda o kulübün gerçek taraftarının hakkı vardır. Kar, yağmur, kış-kıyamet demeden evinin bütçesinden, çoluğunun çocuğunun rızkından keserek bilet alan ve statlara gidip takımını destekleyen taraftarın cebinden çıkan paradır, sarfedilen o paralar... Stada gidemezse bile şifreli kanal ve kulübe ait giyim kuşam malzemeleri alan taraftarın parasının çarçur edilmesidir, o transfer yanlışları. Bunun önüne geçmenin bir yolu olmalı. Hata yapan, kulübü borca sokan yöneticiden hesap sorulmalı, gerekirse zararın en azından bir kısmı ondan tanzim edilmeli. Yapanın yanına kâr kaldığı müddetçe Heinzlar, Ailtonlar daha çok gelip giderler.
‘’Arka Bahçe‘’
ÇözülmeÇeşitli uzman kuruluşlar tarafından sık sık yapılan kamuoyu anketleri vardır. Bu anketlerde kendimi bildim bileli halkın en büyük sorunu olarak işsizlik ve ekonomik sıkıntılar öne çıkar. Ancak son yıllarda can ve mal güvenliğinin her geçen gün ortadan kalkması ve adaletin bir türlü tesis edilememesi Türk toplumunun en önemli sorunu haline geldi. Elbette, işsizlik ve yoksulluk artan suç oranını tetikliyor. Mamafih, yürürlükteki yasaların caydırıcı olmaması, güvenlik güçlerinin yetersiz ve donanımsız olması da suç patlamasının altında yatan önemli etkenlerden. Daha yeni Konya’da yaşanan vahşetle irkildik hepimiz. Duyarlılığı üst düzeyde olanlar hayatın anlamını bile sorguladı iki küçük kızın başına gelenleri öğrendikten sonra. Hepimiz bu trajediyi büyük bir öfke ve nefretle takip ettik. O alçak caniyi, kendi ellerimizle boğmak istedik. Ne varki bu duygu patlaması içinde gözden bir şeyi kaçırdık. Daha önce de küçük bir kıza tecavüz eden zanlı, bir kaç şüpheli içinde mağdur çocuk tarafından teşhis edildiği halde delil yetersizliği nedeniyle bir kaç ay yattıktan sonra serbest bırakılmış. Yeni hayatlar karartması için... Büyük bir operasyon düzenleyerek onu yakalayan polisi alkışladık. Doğrusu bunu haketmişlerdi. Ama onu daha önce yakaladıklarında mahkum ettirecek delilleri toplayamayan aynı polisi ve adalet sistemini sorgulamadık. Sonuçta aramıza katılan bu vahşi hayvan, bir küçük kızı daha bu dünyadan kopardı gitti. Ailesinin yüreğine kor ateşi düşürerek...Bu ve buna benzer sayısız örnekle karşılaşıyoruz her geçen gün. Gazetelerin üçüncü sayfaları yetmez oldu bu tür haberlere. Yayın yönetmenleri çare olarak dördüncü ve beşinci sayfaları da adli olaylara ayırmaya başladı. Bu hükümet hangi alanda kendini başarılı addederse addedsin, yaşanan bu suç patlaması toplumun çözüldüğüne işarettir. Hükümetiyle muhalefetiyle koskoca Türkiye Büyük Millet Meclisi bunu seyretmekte, gerekli önlemleri almamaktadır. Dolayısıyla bu durum, suçlunun iyice pervasızlaşması, birleşerek organize suç çeteleri haline gelmesi, sıradan vatandaşın ise korkuyla sinerek kabuğuna çekilmesi sonucunu doğurmaktadır. Deyim yerindeyse, taşlar bağlanıp, itler salınmaktadır.Bu oyunda hepimiz suçluyuz, figüranı bile olsak...Günlük yaşantımızdaki adaletsizlik ve hukuksuzluk, elbette futbolumuza da sirayet edecekti ve fazlasıyla etti de... Üstelik bugünün sorunu da değil, bu durum. Geçmişten bugüne kadar artan bir dozda devam ediyor. Temiz futbol yerini, yoğun bir kirliliğe bıraktı. Yeni sezonun başlamasına sayılı günler kala, belki de tarihimizde ilk kez futbolumuzdaki kirlilik, transfer haberlerinin önüne geçti. Bunda hiç kuşkusuz İtalya’da yapılan ‘temiz eller operasyonu’nun rolü oldu. Bazı spor adamları, gazetelere çeşitli ifşaatlarda bulunuyor. Herkes olaya kendi penceresinden bakıyor. Bugün mağduru oynayan, geçmişte başka mağdurlara kıs kıs gülüyordu. Bir gün aynı şeylerin kendi başına da geleceğini unutarak... Şimdi, gazetelerde yazılanları ihbar kabul ederek olayın üstüne gidilmesi için bir takım kurullar oluşturulacak. Araştırma, soruşturma safhası bir kaç hafta sürecek. Ardından raporlar hazırlanacak. Yetkili merciilere iletilecek. Muhtemelen o raporlara bir takım güç odakları tarafından müdahale edilecek. Soruşturma sürecine müdahale edemezlerse bile cezayı kesecek olan yetkili organlara baskı yapılacak. Sonuçta, dağ fare doğuracak. Kimseye bir şey yapılamayacak. Yapanın yanına kar kalacak. Bugüne kadar böyle geldi, böyle de gidecek. Çünkü kirlilikten beslenen sistem bunu gerektiriyor. Ve bu sistem az ya da çok hepimizin işine geliyor. Haksız kazanç, başkalarının hakkını gasp etme hayat düstürü olmuş, bu ülkede. Kuyruğumuza basıldığı zaman feryad-ı figan ediyoruz, ama taraftarı olduğumuz takım haksız bir penaltıyla maç kazandığında ise ‘ama’ diye başlayan cümleler kuruyoruz, kendimizi haklı çıkarmak için. Adaletsizlik öylesine ruhumuza işlemiş ki, hakem hatalarıyla, şikeyle, teşvik primleriyle kazanılan şampiyonlukları ya da kümede kalmaları büyük bir coşkuyla kutlayabiliyoruz. Şaibeli bir başarı olduğu hatırlatıldığında ise, ‘ne yapalım, siz de filan sezonda öyle başardınız’ diyoruz. Yani, ‘şimdi sıra bizde’, demek istiyoruz. Sonra da İtalya’daki gibi operasyonların neden ülkemizde de yapılamadığını sorgulamaya kalkıyoruz. İtalya’da daha önce Gladio ve mafya operasyonları da yapıldı. Bazı hukuk adamları hayatlarını kaybetmek suretiyle ağır bedeller ödedi, bu uğurda. O zaman da aynı iç çekmelerle, ‘acaba bizde de olur mu’ diye saf saf soranlar çıktı, aramızda. Hatta ışık söndürme, tencere tava çalma gibi göstermelik bir takım tepkiler, bazı suçluları yargılama gibi girişimler filan da oldu. Ama hepsi o kadar. Orada kaldı. Oysa bu operasyonu kişi önce kendi içinde yapmalı. Kendi adalet anlayışını masaya yatırmalı. Uyuyan vicdanını uyandırmalı. Ancak o zaman hayatımızdan çekip giden adaleti yeniden tesis edebiliriz. Zira, sistem dediğimiz soyut bir kavramdır. Onun içini dolduran ise insan faktörüdür. Ve sorun insandadır. Yani bizde, hepimizde... Suçlu değilsek bile suç ortağıyız. Ama susarak, ama göz yumarak. Adalet, hukuk düzeni, su gibi, hava gibi yaşamsal ihtiyaçtır. Ancak kaybettiğimiz zaman yokluğunu farkedeceğimiz. İster sporda olsun, ister toplumsal yaşamda... Adaletin hayata geçirilmediği, hukukun üstünlüğünün sağlanmadığı bir toplumun can damarlarındaki kan çekilir. Beden de kurur, ruh da...İnsan da, toplum da...
‘’Arka Bahçe‘’
Elim sanata düşer usta, yürek acıyaBülbülün güle aşık olduğu yıllardan bir yılın yaz mevsimine yeni girmiştik. Henüz 13’lü yaşlardaydım. Ortaokul birinci sınıfı bitirmiş, ikiye geçmiştim. Babam, bir ahbabımızın tornacı dükkanında çırak olarak çalışacağımı söyledi. Hem kendi harçlığımı çıkaracak, hem de sanat öğrenecektim. Bizatihi, belki hayatı da... O gece, içimde yarı korku, yarı heyecanla uyudum. Sabahın ilk ışıklarıyla beraber yola koyuldum ve dükkana gittim. Ürkek ve tedirgin bir şekilde dükkanın açık olan kapısından içeri süzüldüm. Dükkan sahibi ahbabımız yoktu. Selam verdim. İçeridekiler şöyle bir dönüp baktı. Kimse selamımı almadı. Herhalde beni dilenci sandılar, diye düşündüm. İçlerinde en yaşlı olanın yanına gittim. Tahmin ettiğim gibi ustabaşıydı. Kendimi tanıttım. Beni dükkan sahibinin gönderdiğini belirterek, çalışmak için geldiğimi söyledim. “İyi” dedi, ardından tok bir sesle, “geç şurada üstünü değiştir, işe başla” diye emretti.Henüz iki saat olmuştu, işbaşı yapalı. Metal bir parçayı zımparalıyordum. Yorulduğumu hissettim. Bir tezgahın kenarına oturdum. Birden kıyamet koptu. Yüzümde bir tokat patladı. Sonrasında sunturlu bir küfür... Ustabaşı öfkeden deliye dönmüştü. İş zamanı oturmak yasakmış, yorulsan bile... Bu yasağı beynime nakşetmem için, sözlü ve fiziki taciz edilmem gerekiyormuş! Kural buymuş! Zımparalanan ben oldum, o anda. O gün, akşam olmak bilmedi. Her emredilen işe bir küfür eşlik ediyordu. ‘Lan’ kelimesi, en masumuydu. Bir kaç yıl yaşlandığım bir gün geçirmiştim. Sessizce ağlamaktan, bitap düşmüştüm. Akşam evin yolunu tuttuğumda, adeta bir enkaz haline gelmiştim. Hayatın acımasız yüzüyle tanıştığım gündü, o meşum yaz günü... Bir daha o dükkana gitmedim. O yaz başka bir işe de girmedim. O günden sonra bir daha hiç bir yerde çıraklık yapmadım. Biliyordum ki, çırak olmak demek, taciz demek, küfür demek, dayak demek, yıkım demek... Ne yazık ki, hayatının henüz baharında çıraklık yapmak zorunda kalmış her Türk vatandaşı böylesi bir süreçten geçiyor. Çünkü bu ülkenin kültürü buna elveriyor. Gerek iş, gerekse okul yaşamında bu tür davranışlara müsamaha gösteren, sadece bize özgü, tuhaf bir kültüre sahibiz. “Öğretmenin vurduğu yerde gül biter” şeklinde bir atasözümüz bile var. Oğlunu, ustasına teslim ederken, “Eti senin, kemiği benim” diyebilen bir ahvadın evlatlarıyız, biz. Bu durum, hayatın her alanında bu şekilde sürüp gidiyor. Tabii ki, sporda da...Özgüveni eksik sporcu,bu hale nasıl geliyor?Altyapılarda geleceğe hazırlanan çocukların nasıl bir muamele gördüğünü, üç aşağı beş yukarı hepimiz biliyoruz. Çünkü biz de kendi mesleğimizin altyapısında aynı muameleyi görerek yetiştik. Aslında çırağına-öğrencisine eziyet eden usta-eğitmen de aynı süreçten geçiyor. Lakin, ustalaşınca adeta kimlik değiştiriyor ve zalimleşiyor, gaddarlaşıyor. Zamanında kendisine acı veren durumu, yetiştirdiği insana yaşatmakta bir beis görmüyor. Sanki bir şeyleri öğrenmenin bir bedeli olmalıymış ve herkes bu bedeli ödemeliymiş, gibi yazılı olmayan bir kural hüküm sürüyor toplumsal yaşamımızda. Bundan bir kaç yıl önce bir büyük kulübümüzün antrenmanına gittiğimde karşılaştığım manzara beni dehşete düşürmüştü. Söz konusu takımımızın efsane (!) kaptanı, gençlere öylesine bağırıp çağırıyor, küfürler ediyordu ki, o çocuklara acıyarak, üzülerek antrenmanı yarıda kestim, evime gittim. Yüzlerce insanın gözü önünde o gençlere fütursuzca küfürler eden o kaptanın, kapalı kapılar ardında neler yapabileceğini düşünmek dahi istemedim. Bu kulübümüzde durum, bugün de pek farklı değilmiş meğer... O günden bugüne bir şey değişmemiş. Ne de olsa gelenekleriyle yaşayan bir kulübümüz! Zaten bana bu yazıyı yazdıran da budur. Duyuyorum ki, batıya açılan pencere olmakla övünen ülkemizin bu gözde kulübündeki bir takım ağır abiler, gençler üzerinde terör estiriyormuş. Üstelik gelecek adına ışık saçan pırıl pırıl bir jenerasyona yapılıyor, bu fena muamele. Ne adına? Bilmek mümkün değil. Belki, saygı!!! Hadi kardeşleri yaşındakilere kötü davranan bu asabi (!) adamların meşrebini biliyoruz. Onlar sahada rakiplerine karşı da öyle. İşin tuhafı, yöneticilerin buna göz yumması. Bilmemeleri mümkün değil. Çünkü takımla yatıyor, takımla kalkıyorlar. Kendi çocuklarına birileri kötü davransa, kabul ederler mi? Asla. O halde gençlerin özgüvenini kaybetmesine, benliğini bulamamasına neden olacak bu tür davranışların önüne geçmeleri, yapılacak transferlerden bile daha önemli. Zira, olgunlaşamadan dalından düşme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir nesil var, ellerinde. O neslin sağlıklı yetişebilmesinden onlar sorumlu. Bir örnek vererek sözlerimi tamamlayayım: Aynı takımımızın bir kaç sezon önce kendi evinde oynadığı bir maçta, Türk futbolunun gelecek vaadeden gençlerinden biri kaleye uzaktan şut atmıştı. Top auta çıktı. Çıkmasıyla, genç oyuncunun doğduğuna pişman edilmesi bir oldu. Takımın golcü kaptanı, ‘neden bana pas vermedin de şut attın’ diyerek binlerce seyircinin önünde bağırdı, çağırdı, azarladı çırağını... Beklemediği bir tepkiyle karşılaşan genç futbolcu, kafasını önüne eğdi ve yürüdü gitti. O gün, orada uğradığı özgüven kaybını bir daha telafi edemedi, genç adam. Futbolu hep geriye gitti. Bir daha kaleye şut attığı görülmez oldu. Yeni bir Nihat Kahveci geliyor, diye umutlanmıştık ki, umudumuz boşa çıktı. Olan, hem o gence oldu, hem takımına, hem de Türk futboluna. Sakın abarttığımı sanmayın. Türkiye’de yeteneklerin körelmesinin en büyük nedenlerinden biri, doğru ve bilinçli bir şekilde işlenememelerinin yanısıra, yetişme aşamasında yaşadıkları bu türden travmalardır. Ustası, eğitmeni, büyüğü, ebeveyni tarafından azarlanan, horlanan, aşağılanan birinin başarı merdivenlerini tırmanması mümkün değildir. Sisteme kafa tutup, hasbelkader ortaya çıkanlar ise, son zamanların moda deyimiyle, imalat hatasıdır.
‘’Arka Bahçe‘’
Tümer Metin bizden değil!Biz Türkler’in en önemli karakteristik özelliklerinden biri, ‘kabile’ toplumu olmamızdır. Katı geleneksel değerlerin hüküm sürdüğü, bireyselleşmeye izin vermeyen bu tür modellerde, kişi kendi geleceğini kendi tayin etme hakkına sahip değildir. Büyükler ne derse o olur! Doğru da olsa, yanlış da... Kimse sorgulayamaz bile. Atatürk devrimleriyle birlikte büyük bir değişim sürecine giren Türk toplumu, muhafazakar unsurların direnci nedeniyle ne yazık ki henüz evrimini tamamlayabilmiş değildir. Bugün hala gelenekle modernite arasında sıkışıp kalmanın sancıları yaşanıyor.Kişinin bireyselleşme çabası en başta toplumun çekirdek birimi olan ailede törpüleniyor. Ebeveynler, adeta kendi bedenlerinin bir uzantısı gibi gördükleri çocuklarına söz hakkı, seçme hakkı tanımayarak onun bir ‘birey’ olarak yetişmesinin önüne set çekiyor. Ardından devreye okul, kışla, spor kulübü, işyeri gibi kurumlar giriyor ve birbirine benzer metodlarla bu durumu pekiştiriyor. Sonuçta, birey olamamış ve asla da olamayacak bir insan modeli çıkıyor ortaya. Üstelik özgüvenini yitirmek gibi ağır bir bedel ödeyerek...Bireyselleşmeyi tetikleyen iletişim çağı, kaçınılmaz olarak bizi de her geçen gün etkisi altına almasına karşın, tek tek bireylerden, toplumun en üst örgütlenmesine kadar özgüven eksikliğini her alanda hissediyoruz. Bunun sonucunda kendi kaderimizi kendimizin tayin edebileceği gücü ve yetkinliği kendimizde bulamıyoruz. Hayati kararlar veremiyoruz. Risk alamıyoruz. Onaylanamamaktan, eleştirilmekten, hata yapmaktan korkuyoruz. Akıntıya karşı kürek çekmektense, kendimizi akıntıya bırakmayı tercih ediyoruz. Kaybettiğimiz zaman, ‘benim bir suçum yok’ diyebilmek daha kolayımıza geliyor. Dolayısıyla kazandığımız zaman da ‘ben kazandım’ diyemiyoruz. O hazzı yaşamaktan kendimizi mahrum bırakıyoruz. ‘Ben’ duygusu gelişmiş güçlü bireylerden oluşan bir toplum olamadığımız için de, hasbelkader karşımıza çıkan, ‘imalat hatası’ diyebileceğimiz, özgüveni yüksek kişileri bir türlü tasvip edemiyoruz, benimseyemiyoruz. Beklentilerimiz dışında hareket ettiklerinde de bilinçaltımızdaki kıskançlık duygularımız açığa çıkıyor ve saldırganlaşıyoruz.Tümer’e yapılan saldırılarözgüveni yüksek oluşundanDünya Kupası heyecanı yaşadığımız bugünlerde durgun geçen transfer piyasasını hareketlendiren en önemli isim olan Tümer Metin’e karşı uygulanan linç politikasının altında yatan da budur aslında... Kırk sekiz yıllık lig tarihimizde Üç Büyükler arasında gidip gelen bir çok futbolcu oldu. Gerek etik yollarla, gerekse gayri meşru şekilde bir büyükten diğerine geçen isimler, tıpkı şimdi olduğu gibi o zamanlar da gündemi bir hayli meşgul etti. O dönemlerde de birbirine benzer tepkiler gösterildi. Ardından hayatın rutin akışı içinde unutuldu gitti. Tümer Metin de yarın öbürgün unutulacak. Ancak ona gösterilen tepkiler insaf ve izan sınırlarını aşıyor.Çünkü o bizden değil!Bizim geleneksel örüntümüzü aşan bir yapıya sahip. ‘Beni ancak Tanrı yargılayabilir’ diyecek kadar özgüveni yüksek. Kendi gücünün, yeteneklerinin, aklının, zekasının farkında. Kendine inanıyor. Kendini biliyor. Kendi geleceğini tayin etme hakkına sahip olduğunu da biliyor. Bunu, ‘başkan, baba, ağabey’ gibi figürlere bırakmıyor. Kendisi için neyin doğru olduğuna inanıyorsa, onu uyguluyor. Tercihinin doğuracağı sonuçlara katlanacak kadar kararlı davranıyor. Onun transferi salt profesyonellikle, parayla açıklanacak bir durum da değil. İşin duygusal boyutu da var. Beş yıl hizmet ettiği kurumda ne İsa’ya yaranabildi, ne Musa’ya... Benlik duygusu üst düzeyde olduğu için ait olduğu topluluğa uyum sağlayamadı. Snob, kendini beğenmiş biri olarak algılandı. Sevilmedi. Takımdan dışlandı. Kimse arkadaşlık yapmadı. Milli Takım’ı, Dünya Kupası’nın eşiğine getirmesine karşın kendi seyircisi tarafından yuhalandı. Küfürler yedi. Ve haklı olarak kırıldı.Bunlar kolay hazmedilecek şeyler değil. Bir insanın mutlu olmadığı bir yerden, mutlu olabileceğini düşündüğü başka bir yere geçmesi kadar doğal bir tercih olamaz. Lakin, hem sevmediler onu, hem de ‘gidemezsin’ dediler. Yani, ‘Bana yar olmayan başkasına da olmasın’ anlayışının bir başka tezahürü. Transferinden önce büyük konuşarak o da ufak tefek hatalar yaptı. Zaten bunu kendisi de kabul etti. Kendine güvenen her insan gibi... Bu oyunda doğru olan onun yaptığı, yanlış olan ise bizlerin haksız feveranı. Gerçek şu ki, Fenerbahçe değeri bilinmeyen çok iyi bir futbolcu kazandı. Hem iyi futbolcu, hem lider. Ve tüm liderler gibi yalnız... NOT: Yılık iznimin bir bölümünü kullanacağım için ‘Arka Bahçe’ bir müddet kapalı kalacaktır.