Arama

Popüler aramalar

‘’Nafile namaz!‘’

Galatasaray, tüm zorlukların üstesinden gelebilmek amacındaydı dün gece. Ancak Ankaraspor karşısında alınabilecek bir galibiyetin hiçbir önemi yoktu Sarı Kırmızılı futbolcular için, Fenerbahçe puan kaybetmedikten sonra... Nitekim maça da tam bulduğunu sandığı şeyi kaybeden insan psikolojisiyle başladılar. Şaşkın, ürkek, tedirgin, telaşlı... Lakin devreye tecrübe ve ustalık girip skor bir anda 2-0 olunca tüm Ali Sami Yen, maçtan kopuverdi. Ta ki, Trabzon’un gol attığı haberi gelene kadar. Szymkowiak’ın golü Galatasaray’ın gollerinden daha fazla coşku yarattı statta. İlk yarı bittiğinde herkeste tatlı bir heyecan ve umut vardı. Bu durum, Fenerbahçe’nin gollerine kadar sürdü. Galatasaray rüyadan uyandı, kendi gerçeğine döndü. Acı olan gerçeğe... Lig aslında geçen hafta Şükrü Saracoğlu Stadı’nda bitmiş, atı alan Üsküdar’ı geçmişti! Ankaraspor karşısında alınan farklı galibiyetin nafile ibadetten hiçbir farkı yoktu. Bu sezon ligin kaderini önceki sezonların aksine derbi maçları belirledi. Derbilerin en zayıf halkası Galatasaray kaybetti, Fenerbahçe kazandı. Ligin bitimine 2 hafta var, ancak sonucun değişeceğini sanmak hayalperestlik olur. Sarı Kırmızılı yönetim yitip gidenin ardından ağıt yakmak yerine bu sezon yapılan hatalardan ders çıkarmalı, özellikle de yabancı transferi konusunda...

30 Nisan 2006, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Dipsiz kuyu‘Memleketin topraklarında kanlarını döken İngiliz, Fransız, Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Hintli kahramanlar! Burada, dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yanyana koyun koyunasınız.Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.’Mustafa Kemal AtatürkYokluğunu her geçen gün biraz daha hissettiğimiz Atatürk, yeryüzünün gelmiş geçmiş en trajik savaşlarından biri olan Çanakkale Savaşı sonrası, 'Anzak Kitabeleri'ne geçen yukarıdaki açıklamayı yapmış. Kendilerinden kat be kat üstün bir düşman ordusuna karşı, her türlü imkansızlığa, yoksunluğa rağmen, kazanılmış bir zaferin sarhoşluğunu yaşamak yerine, düşman askerlerini bağrına basabilmek, insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir asalet örneğidir. Dünyanın öbür ucundan gelip de, Türk toprağında can veren askerleri kendi askerleriyle eşdeğer görebilmek, o askerlerin analarının çektiği acıyı paylaşabilmek, ancak ve ancak yüksek ahlaki değerlerle donanmış bir liderin yapabileceği davranıştır. Atatürk'ü büyük yapan, yalnızca savaş alanındaki becerisi, zekâsı, başarısı değil, savaş öncesi ve sonrası sergilediği akılcıl, barışçıl ve insancıl tutumudur. Mustafa Kemal, üzerine sayfalar dolusu yazılar yazılacak o anlamlı hitabıyla, aslında savaşın ve düşmanlığın manâsızlığını vurgulamanın yanısıra, kaybedenin hakkını da teslim ediyor; onlara saygı göstermek suretiyle... Kazanmanın önemini belirleyen en önemli faktörün, kaybedenin gücü ve niteliğinin olduğu mesajını da veriyor aynı zamanda, Ulu Önder... Böylesi bir liderin ülkesi, bugün her alanda kamplaşmayı başarabiliyor; onun devrimlerinden, ilkelerinden vazgeçmek, vazgeçirilmek suretiyle... Bir yanda Türk-Kürt kutuplaşması, diğer yanda laik-dinci... Bir tarafta zengin-yoksul ayrımı, beri tarafta futbol fanatizmi... Ayrılıklar keskin. İki yanı keskin bıçak gibi... Ayrılıklar üzerinden iktidar olanlar, ateşe körükle gidiyor. Aklını, sağduyusunu, hoşgörüsünü yitirmiş, delirmenin eşiğine gelmiş olan koca bir toplum da, bu oyuna geliyor. İnsanlık, gün geçtikçe, farklılıklarıyla birarada, barış ve huzur içinde, birbirlerine, birbirlerinin haklarına saygı göstermek suretiyle yaşamanın formüllerini geliştiriyor. Biz ise birlikte yaşamayı imkansız kılacak düşmanlık tohumlarını serpiştiriyoruz, yüzyılların hoşgörü coğrafyasına...Bilim ve teknoloji çağında bütün bunların anlaşılabilir bir yanı yok. Özellikle de amacı barış olan, toplumları kaynaştırmayı hedefleyen futbol nedeniyle birbirine düşman olmanın akılla, mantıkla izah edilir tarafı hiç yok.Şükrü Saracoğlu'ndayaşanan kepazeliklerSon derbide yaşananlara şahit olduktan sonra insanın gerçekten sıtkı sıyrılıyor. Her şeyden vazgeçesi geliyor. Oynanan her derbi maçı sonrası, 'artık dibe vurduk, daha beteri olmaz, bundan sonrası sıçrama anı' diye düşünüyoruz... Lakin, aslında dipsiz bir kuyuya düştüğümüzü anlamamız için fazla beklemiyoruz. Yeni bir derbi bize bunu hatırlatmaya yetiyor. Neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Rezilliğin, kepazeliğin, ilkelliğin, barbarlığın bini bir para. Bir maçı kazanabilmek için baş vurulan yöntemleri gördükçe insanın midesi bulanıyor. Pespayeliğin bugünkü adresi, Şükrü Saracoğlu’ydu... Yarın başka statlar olacak. Hiç kuşkunuz olmasın. Çünkü bu düzen, bunu gerektiriyor. Bu düzenden beslenenler bunu istiyor. Fenerbahçe, oynadığı muhteşem futbolun keyfini çıkarmak yerine, rakibini aşağılamanın, en ilkel, en müptezel, en bayağı yolunu seçti. Telafisi mümkün olmayan yaralar açtı, Türk futbolunun narin bünyesinde... Yüzbinlerce askerini şehit verdiği bir savaştan sonra bile düşmanına saygı duyma erdemliliğini gösterebilen Atatürk'ün kulübü olduğu iddiasındaki bir kulüp böyle mi olmalı? Bu ülkenin en güzide kulüplerinden biri, böylesine çağdışı bir zihniyete nasıl bu kadar teslim edilebilir? Atatürk'e, Atatürkçülüğe böyle mi sahip çıkılır? Düşmanına bile kol kanat geren Atatürk, cumartesi gecesi Şükrü Saraçoğlu'nda açılan pankartı görse, rakibe edilen küfürleri, yapılan çirkin tezahüratları duysa, Galatasaraylı yönetici, futbolcu ve taraftara karşı sergilenen tavra şahit olsa acaba neler düşünür, neler hissederdi? Derin bir elem ve keder içinde bulmaz mıydı kendini?Oysa futbol, karşıtların birliği, zıtların kardeşliği değil midir? Tıpkı hayat gibi. Eğer Galatasaray gibi büyük bir rakip olmasaydı, Fenerbahçe'nin zaferi bu kadar anlamlı olabilir miydi? Şu gerçeği beynimize nakşetmeliyiz: Fenerbahçe'yi büyük kılan Galatasaray'dır. Keza, Galatasaray'ı da büyük kılan Fenerbahçe'dir. İkisi birbirlerinin varlık nedenidir. Biri olmasa diğerinin hiçbir önemi yoktur. Birbirlerini yoketmek değil, yaşatmak, güçlendirmek, sevmek, saygı duymak zorundadırlar; kendi değerleri ortaya çıksın diye... Akıllı, zeki, çağdaş insan bunu yapar. Zira şunu çok iyi bilir ki; rakibine mecbursun. Rakibin olmasa, sen bir hiçsin...

26 Nisan 2006, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Uyu memik oğlan uyu öte gecelerde büyüAslında 'memik oğlanlar' diye seslenecektim, ama şair Ülkü Tamer'e saygısızlık etmek istemedim. Çünkü o kadar çoksunuz ki... Üç değil, beş değil, on değil; yüzlerce, binlerce, milyonlarcasınız. Bu hayata teğet geçip gittiniz. Şu üç günlük dünyada, üç saniye bile tutunamadınız. Bir göründünüz, bir kayboldunuz. Bir varmışınız, bir yokmuşunuz. Bir serap gibi, sanrı gibi...Daha yaşayacak günleriniz, aylarınız, yıllarınız varmış... Umutlarınız, hayalleriniz, düşleriniz varmış... Kime ne!..Hangi öte gecelerde büyüyeceksiniz bilmiyorum. Öte gecelerin, öte diyarların varolup olmadığını da bilmiyorum. Keza büyüyüp büyüyemeyeceğinizi de... Büyümek isteseniz de, büyümenize ötelerde de izin vermezler mi; onu da bilmiyorum. Lakin, çok iyi bildiğim bir şey var ki; bu diyarlar size göre değil. Bunu siz de öğrendiniz; öğrenmenin bedeli olarak canınızı vermek suretiyle... Birer birer, üçer beşer ölüyorsunuz... Öldürülüyorsunuz, ete kemiğe bürünmüş azraillerin cirit attığı beri gecelerde, gündüzlerde... Taammüden cinayetlere kurban gidiyorsunuz; kiminin adına 'ihmal' diyoruz, kiminin 'kaza' (!), kiminin de terör... Şunun şurasında bir kaç bahar ancak görebildiniz. Ve bir bahar vakti dalınızdan koparıldınız. Bu baharı, bu hayatı size de çok gördüler. Musalla taşları bile yoruldu, taze fidanları taşımaktan; kalbi vicdanı taşolası sorumsuzlar yorulmadı, çoluk çocuğuna, gencine kıymaktan... Ülkenin her tarafını hain pusularlarla donattılar, sizleri yutması için... Nerede, hangi pusuya düşeceğinizi bilmeden dolaşıyorsunuz, hayatın kıyısında... Kâh dağda bir mermi olarak geliyor ölüm sizlere, kâh yarış pistinde bir otomobil... Ecel, kâh basket potası olarak düşüyor hülyalı başınıza, kâh namussuz bir mayın oluyor, bomba oluyor, körpe bedenlerinizi parçalıyor.O yarış iptal olsaydıo gençler ölür müydü?Çoluğunu çocuğunu sevmeyenlerin ülkesi, bu ülke... Gencine düşman olanların diyarı, ha bu diyarlar... En kutsal hak olan, 'yaşama hakkı'nın uğramadığı, ölümün kutsanıp, hayatın ötelendiği tuhaf bir memleket burası...İbrahim Özer (20), İbrahim Uzun (18), Orhan Bozkurt (13)... Sıra size gelmiş demek ki!.. Sıranızı savdınız! Değişik, keyifli bir hafta sonu geçirmek istediniz ve bir pazar sabahı yarış seyretmek için güle oynaya, dönüşü olmayan bir yola koyuldunuz. Nasıl bir meçhule gittiğinizi bilmeden... Nasıl bilebilirdiniz ki, hayatın bit pazarlarına düştüğü bir ülkede yaşadığınızı... Keşke öğrenmeseydiniz! Siz öte gecelerde kaybolurken, buralarda ardınızdan bir müddet patırtı kopacak. İncelemeler, araştırmalar yapılacak! Suçlular, sorumlular aranacak! Bilir kişi, milir kişi görevlendirilecek. Bir bakmışsınız, suçlu sizsiniz! Ne işiniz vardı pistin kenarında! Zaten şimdiden yetkililer tarafından suçlu ilan edildiniz bile! Söz dinlememişsiniz! Hangi ülkenin genci söz dinler ki? Ama çağdaş ülkeler çocuklarına, gençlerine değer verir. Söz dinletemedikleri vakit kurallar koyarlar. O kuralları sonuna kadar uygularlar. Çocuklarının, gençlerinin hayatlarını riske atmamak için aklı, vicdanı, bilgiyi, teknolojiyi devreye sokarlar. Çünkü uygarlık bunu gerektirir. Seyirci izdiham yarattı, pistin kenarındaki güvenlik duvarını aştı diye onları ölümün kucağına atmazlar. Oyunu, yarışı durdururlar. Olmazsa bir daha durdururlar. Yine olmazsa iptal ederler. Yarış olmaz, gençler de ölmez. Hangi yarış, hangi sponsor, hangi herhangi bir şey insan hayatından daha değerlidir ki?.. Neyse...Sevindirici (!) bir haberle noktalayayım şu pesimist yazıyı... Geçen yıl, tıpkı yukarıdaki gençler gibi bir spor sahasında toprağa düşen Atilla Göngör'ün (12) davası sonuçlanmış. Hani smaç yapınca devrilen basket potasının altında kalan çocuk var ya... İşte o çocuğun ailesi olayda ihmali bulunan Konyaaltı Belediyesi'ne dava açmıştı. O davayı kazanmışlardı. Suçsuz (!) olduğunu savunan Belediye de temyize gitmişti. Danıştay temyiz başvurusunu reddemiş, 156 bin YTL (156 milyar lira) tazminata mahkûm olan Belediye'nin cezasını onamış, Atilla Güngör’ün ailesine faiziyle birlikte 250 bin YTL (250 milyar lira) ödemesine karar vermiş. Böylece ülkemizde bir ihmal en ağır bir şekilde cezalandırılmış oldu. Şimdi buna sevinelim mi? Bu cezanın caydırıcı olacağına inanalım mı? Yapanın yanına kâr kalmadı diye derin bir oh çekelim mi? Gidip küçük Atilla'nın anne-babasına sormak lazım bunu. Sonsuz miktardaki parayı mı tercih ederler, sorumsuzluğun ellerinden aldığı oğullarını mı? Hangi tazminat bir oğul eder ki? O oğulları, kızları yaşatamadıktan sonra ne kıymeti var ki bunların? Aslolan hayattır. Hele sözkonusu olan çocuklarımızsa...

19 Nisan 2006, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Alan razı, veren razı‘’

Puan cetvelinde rahat bir konumda bulunan ev sahibi takım, eski hırslı görüntüsünden uzaktı. Defans savruktu. Ülkenin en uyumlu savunma ikililerinden Kalla ile Hakkı sık sık hata yaptı. Orta alan bir türlü organize olamadı. Çok top kaybettiler, forvete yeterince destek veremediler. Bunun sonucunda da ilk yarıyı tek bir gol pozisyonuna dahi giremeden kapadılar. Ev sahibi ekipte bu yarıda ayakta kalan oyuncular Musa Kuş ve Anderson’du. Küme düşme korkusunu diğer takımlara nazaran daha az yaşayan Ankaraspor ise 10 kişi kalana kadar, oyunun hakimiydi. Aslında galibiyete yakın taraftı da denebilir. Ancak geçen hafta Jaba’nın yaptığı sorumsuzluğu bu hafta da Tita tekrarlayınca ibre bir anda aleyhlerine döndü. İkinci golü de kalelerinde görünce işleri iyice zorlaştı. Teknik direktör Giray Bulak, bu bölümde akıllı bir hamleyle sahada gezinen ve stoperlerden daha fazla faul yapan Ersen Martin’i oyundan alarak, yerine Özgür’ü soktu. Cem Yanık’ı Ersen’in yerine kaydıran Giray hoca, maç başından beri geri dörtlünün sağında oynayan ve o alışılagelmiş bindirmeleri yapamayan Musa Büyük’ü de ileriye çıkardı. Tecrübeli teknik adam, bu değişikliğin meyvesini kısa zamanda aldı. Ayağına aldığı her topla Sivas savunmasına zor anlar yaşatan Musa Büyük’ün kazandırdığı bir serbest vuruşta da golü buldular. Wederson’un ortasında kaptan Ramazan bomboş kafayı vurunca, gözler onu savunması gereken Anderson’u aradı, ama nafile... Son dakikalardaki Sivas baskısı, yasak savmak cinsindendi. Gelişigüzel ortalar, şişirme toplar Ankaraspor savunması tarafından kolayca savuşturuldu. Sonuçta iki tarafı da üzmeyecek bir skor çıktı ortaya. Maçta göze batan pek fazla oyuncu yoktu. Ancak çok iyi bir hakem vardı. Cüneyt Çakır, maçın yıldızıydı desek abartmış olmayız. Darısı diğer hakemlerin başına...

17 Nisan 2006, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Neyin anlamı var ki?Bugün elim spor yazısı yazmaya gitmiyor, her ne kadar ekmeğimi spor yazarlığından kazansam da... Her geçen gün ülkemin kör bir karanlığa doğru çekildiğini görmek, an be an bunu yaşamak, benden öncekiyle benim kuşağımı da zebil ziyan eden o uğursuz oyunun yeniden sahnelenmesine şahit olmak, başta spor olmak üzere hayatımıza anlam katan her şeyi manasızlaştırıyor. Yurdumun bir tarafı yangın yerine dönmüşse, o yangın her tarafı sarmaya başlamışsa, dağlarda gençler birer birer kırılıyorsa, güle oynaya gittikleri vatan görevinden Ay-Yıldız'a sarılı tabutlarla evlerine dönüyorlarsa, mermiler yeniden namlulara sürülmüşse, duraklarda, kaldırımlarda genç-yaşlı-çoluk-çocuk demeden masum insanlar kahrolası bombalarla katlediliyorsa, yoksul kürt çocukları birer piyon haline getirilerek sokaklara sürülüp asker-polis taşlatılıyorsa, kör kurşunlar üç beş yaşında bebeleri dahi bu dünyadan koparıyorsa; kimin kimi yendiğinin, kimin şampiyon olduğunun, kimin küme düştüğünün ne anlamı olabilir ki? Fenerbahçeliliğimiz de, Galatasaraylılığımız da, Beşiktaşlılığımız da, Trabzonsporluluğumuz da, ayağımızın altından kayan zemin kadar, zamansız ölümler kadar mutlak mıdır? Oğlunu, babasını, kızını, anasını lanet bir teröre kurban veren komşumuzun evine ateş, yüreğine kor düştüğünde, biz kazandığımız maça yine çılgınca sevinmeli miyiz? Yanıbaşımızda, bu dünyanın en yakıcı gerçeği yaşanırken, hayatın en acımasız yüzü, kendini içimizden birilerine gösterirken, bir kaç puan daha kazanmak için birbirimizin gırtlağına basmaya, gözünü oymaya hakkımız var mı? Çocuklarımız, gençlerimiz bir kum tanesi gibi avuçlarımızın içinden akıp giderken, bir yerlerde ocaklar sönerken, mezarlar taze ölüleri hoyratça yutarken, kendimizi futbolla bu kadar afyonlamalı mıyız? Bir kısmımız, sırf biz daha iyi yaşayalım, daha güvende olalım, bu ülke emperyalist hesaplara kurban olmasın, parçalanmasın diye sarp kayalarda göğsünü hain mermilere siper ederken, stat tribünlerine gidip birbirimize ana avrat küfür etmekten, koltukları söküp sahaya atmaktan, birbimizin kafasını gözünü yarmaktan utanmamız gerekmiyor mu? Ey yöneticiler, futbolcular, teknik adamlar, taraftarlar, spor medyası!.. Ey futbol ahvali!..Etrafı bu kadar düşmanla çevrili bir ülkede bizim de çıkıp futbol nedeniyle suni düşmanlıklar yaratmamız ayıp değil mi, günah değil mi, yazık değil mi?Futbol hayatımızın bir parçası olmalı sadece... Tümü değil. Futbol topu bizim oyuncağımız olmalı, biz onun değil... Biz başka ülkede yaşamıyoruz. Bu ülke bizim. Doğusu da, batısı da, kuzeyi de, güneyi de... Olana bitene kayıtsız kalmamalıyız. Yüzlerce yıl birarada yaşayan iki halkın birbirine düşman edilmeye çalışıldığı, tarihimizin en kritik günlerinin yaşandığı şu günlerde, her zamankinden daha sorumlu davranmalıyız. Bugün anlamını yitirmiş olsa da, futbolumuzu yine oynamalıyız, yine kazanmalı ve kaybetmeliyiz. Ama kendimizi kaybederek değil... Bilinçle, bilgiyle, akılla, sağduyuyla futbolu yaşamalı ve yaşatmalıyız. Ülkemizin gerçeklerinden asla kopmadan... Şimdi itidalli olmanın, kenetlenmenin, ülkemize sahip çıkmanın tam zamanıdır. Bundan başka Türkiye yok. Türkiye yoksa, biz de yokuz. Futbol da yok. Gol de, aut da, korner de...Ali Tandoğan ah almış!Her geçen gün hayatımızdan çekilen 'saygı' kavramının arkasından ağıt yakarken, daha acımasız bir dille karşı karşıya kalmanın şaşkınlığını yaşıyorum, bir kaç gündür. Kayserispor-Ankaragücü maçına gittiğimde, basın tribününde masalara bırakılmış bir dergi vardı. Adı, Kayserispor. Her alanda kurumsallaşma yolunda önemli adımlar atan ve bunun meyvesini de bu sezon ki flaş çıkışıyla alan Kayserispor da, Üç Büyükler gibi bir dergi çıkarmış. Pırıl pırıl, kuşe kağıda basılı, güzel bir dergi. İçeriği de zengin. Profesyonel ellerden çıktığı belli. Ancak ne var ki, derginin kapağını açıp üçüncü sayfaya geldiğinizde sizi tokat gibi çarpan bir haberle karşılaşıyorsunuz: "Ali Tandoğan ahımızı aldı."Söz konusu haberde; bir Kayseri maçı öncesi Tigana tarafından Ali Tandoğan'ın kolunun kırıldığı açıklamasının yapıldığı, ancak daha sonra bunun doğru olmadığı ve tecrübeli futbolcunun söz konusu karşılaşmaya çıkarak oynadığı hatırlatılarak, bunun etik bir yaklaşım olmadığı vurgulanıyor. Haberin devamı ise tüyler ürperten cinsten: "Sakat olduğu ilan edilmesine rağmen o maçta bize karşı oynayarak kamuoyunu yanıltan Ali Tandoğan, ahımızı almış olacak ki, antrenmanda kolunu kırmış ve 1 ay futboldan uzak kalacakmış." Ardından, "kimsenin sakatlanmasını istemeyiz ama..." diye devam eden bir cümleyle habere nokta konmuş. Dergicilik, habercilik ciddi bir iştir. Kayseri gibi Anadolu'nun hoşgörülü kentlerinden birinin takımı için yapılan dergiye böylesi bir haber dili yakışıyor mu, Sayın Recep Mamur?.. Bir futbolcunun sakatlığından keyif almak nasıl bir anlayışın ürünüdür? Size yakışan, sizi aldatmış olsa bile Ali Tandoğan'a geçmiş olsun dileğinde bulunmaktı. Bunu en kısa zamanda gerçekleştirmenizi umuyorum. Aksi takdirde, size geçmiş olsun...Özür ve düzeltmeGeçtiğimiz hafta 'Arka Bahçe'de Cem Papila'nın 2 yıl, 2.5 aydır Beşiktaş maçlarına verilmediğini yazmış ve MHK'yı eleştirmiştim. Ama okur kül yutmuyor işte... Kadir Güngörsün isimli Beşiktaş taraftarı bir okurum beni uyararak Papila'nın geçen yıl ki Diyarbakır maçını yönettiğini hatırlattı. Doğruymuş. 432 gün sonra (!) Beşiktaş'ın bir maçına vermişler Cem Papila'yı... Bunu düzeltir ve siz sevgili okuyucularımdan özür dilerim. Ancak şunu da ilave etmek istiyorum: O yazıdaki fikrimin arkasındayım. Papila o günden sonra yine hiç bir Beşiktaş maçına verilmedi. Daha önce Üç Büyükler tarafından istenmeyen başka hakemlerin de verilmediği gibi... İnönü'ye ise, dünya durdukça ayak basabileceğini sanmıyorum.

12 Nisan 2006, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Bahar gelmiş neyime!..‘’

En karamsar insanın bile yaşama sevinciyle dolabildiği, sönmüş umutlarına can kattığı bahar günlerinin tarafımızdan nasıl berbat edildiğini merak edenler, bir zahmet statlara uğrayıversin. Kümede kalma ve şampiyonluk mücadelesinin kızıştığı bu güzelim mevsimde, insanımız, eğlenmek, o müthiş heyecanı yaşamak yerine statlarda terör estirmeyi ve futbol izlemek için tribünlede yerini alanların da bir tutam maç keyfini burunlarından getirmeyi başarıyor. Dün de Kayseri Atatürk Stadı'nda aynı bildik manzaralar vardı. Pırıl pırıl bir hava... Ilık bir bahar rüzgarı... Mükemmel bir zemin... Tıklım tıklım tribünler... Kazanmak ve futbol oynatmak için takımlarını sahaya dizen iki hoca... Ve sahada kıran kırana mücadele eden futbolcular... Futbolun keyfini çıkarmak için herşey müsait. Maçta tempo var, pozisyon zenginliği var, hırs var, kazanma arzusu var, atılan ve atılamayan goller var, kale içinden çıkarılan, direklerden dönen toplar var, büyük takımlara gitme zamanının artık gelip geçmekte olduğunu haykıran bir büyük yıldız adayı futbolcu ve oyunun hızını kesmemeye çalışan bir hakem var... Gelgelelim, bir avuç Ankaragücü seyircisine bütün bunlar çok gelmiş olmalı ki, beraberlik golünden sonra ortalığı savaş alanına çevirdiler. Bir kaç hafta önce Diyarbakır'daki görüntülerin bir benzerini yaşatmaya başladılar. Kırılıp sahaya atılan koltuklar, iki takım taraftarlarının birbirlerine salladığı taşlar, cep telefonları, sopalar, yaralananlar, ambulans seferleri, boşaltılan tribünler, duran oyun, küfürler, vesaire vesaire...Olan sahada oynanan güzelim futbola oldu. Oyun durdu, futbolcuların teri kurudu, maç soğudu. Ancak soğumayan biri vardı: Umut Bulut. Bu sezon Ankaragücü'nü adeta tek başına sırtlayan genç futbolcu, orta alandan aldığı topla driplinge kalktı. Kayserili oyuncuları sürati ve tekniğiyle birer birer ekarte edip kaleci ile karşı karşıya kaldıktan sonra şık bir aşırtmayla topu ağlara gönderdiğinde, bizler şapka çıkarılacak bir golü alkışlarken, Başkent temsilcisi de, belki de kümede kaldığını ilan ediyordu. Sahada öyle bir futbol vardı ki, hangisi kazansa haketmiş olacaktı. Gülen taraf, daha fazla hakeden Ankaragücü oldu. Çünkü onların "Umut"u vardı!..

10 Nisan 2006, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kağıttan kaplan!‘’

Ankaraspor karşısında Veysel'in dışında tel tel dökülen, doğru dürüst bir tek gol pozisyonuna bile giremeyen, ne defansında, ne orta sahasında organize olamayan Kırmızı-Siyahlılar, sıradan bir İkinci Lig takımı görüntüsündeydi.Şu anda küme düşmemeye oynayan takımlar içerisinde, gördüğüm kadarıyla en kötü futbolu Gaziantepspor oynuyor. Bu oyun anlayışı ve kadro yapısıyla kalan haftalarda işleri bir hayli zor. En büyük silahı Lazarov'u yorgun olduğu gerekçesiyle oynatmayan Samet Aybaba, başarılı kariyeriyle kumar oynuyor gibi... Eğer dün Ankaraspor forvetleri laubali davranmasa ve Jaba gereksiz yere kendini attırmasaydı, Güneydoğu temsilcisinin, tarihinin en ağır yenilgilerinden birini alması işten bile değildi. Anadolu kaplanı için alarm zilleri çalıyor. Dikkat!Tehlikeli bölgeden çıkmak isteyen Ankaraspor'a gelince...Başkent ekibi zaten kaliteli bir kadroya sahip. Bu yılki problemleri, organize olamamaları ve disipline edilememeleriydi. Giray Bulak'la da bunu başarmış gözüküyorlar. Brezilyalılar'ı gününde olduğu zaman yenemeyecekleri takım yok. Dün Tita dışındakilerin etkili olması bile yetti. Jaba, Musa Büyük, Cem Yanık ve Erman Özgür, Gaziantep defansını hallaç pamuğu gibi attılar. Onlara, Wederson'un etkili ortaları, Ramazan'ın kritik müdahaleleri ve Hürriyet'in çalışkanlığıyla, kaleci Faruk'un (Kingston) kurtarışları da eklenince, zor gözüken maçı kolayca kazanarak bir nebze olsun nefes aldılar.Ancak kalan haftalarda Mavi-Beyazlılar da dikkat etmeli. Zira zorlu bir fikstür onları bekliyor.

09 Nisan 2006, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Size anlatayım Sayın Gökşen!‘’

Gelgelelim, Sarı-Kırmızılı takım, böylesine anlamlı bir mücadelesinde yandaşları tarafından yalnız bırakılıyor. Seyirci bir türlü stadı doldurmuyor. ‘Dünya Markası’ olmakla övünen Galatasaray, maçlarını adeta boş tribünlere oynuyor. Stada gelenler de, ya yönetimle, ya da futbolcularla didişerek, takımın motivasyonunu olumsuz etkiliyor. Geçtiğimiz hafta sonu yönetici Fatih Gökşen, Gençlerbirliği maçı çıkışında bu konuda sorulan bir soruya şu yanıtı verdi: “Valla tribünlerin neden dolmadığını ben de anlayamıyorum. Seyircinin neden maça gelmediğini bilemiyorum. Düşünüyorum, taşınıyorum, bir cevap bulamıyorum.”Bundan üç yıl önce İsmail Gökçek’in jübilesi için oynanan Galatasaray-Trabzonspor maçına ben de gitmiştim. Gökçek’e katkı olsun diye karşılaşmayı basın tribününden değil de kapalı tribünden izlemeyi tercih etmiştim. Seyirci az olmasına rağmen maça girene kadar 8-10 polisin gözü önünde yankesiciye çarpılmak dahil, başıma gelmeyen kalmamıştı. Karaborsacıların, polislerin hemen yanıbaşında estirdiği terörü görünce gözlerime inanamamıştım. Kapılardaki izdiham, kırık dökük tuvaletler, akmayan sular, koltuğunuzu işgal eden ve sizi ayakta durmaya, küfür etmeye zorlayan çeteler ise cabası... Eve gelir gelmez, şaşkınlığımı atlattıktan sonra ilk işim, hasta Galatasaraylı yeğenimi arayıp onun bir daha maçlara gitmemesini sağlamak olmuştu. Bu olayı o günlerde kaleme almış ve Galatasaray yönetimini uyarmıştım. Ancak ne var ki, o günden bugüne Ali Sami Yen’de değişen bir şey yok. Manzara yine aynı. Hatta daha da beter. Bunu maça gittiğimde kendim gözlemliyorum, dostlarımdan dinliyorum, kameralara yansıyan görüntülerden görüyorum, gelen maillerden okuyorum. Bunu yöneticiler bilmiyor mu? Elbette biliyorlar. Benim anlayamadığım, neden şaşırıyorlar? Yoksa şaşırıyormuş gibi mi yapıyorlar?!! En iyisi, lafı fazla uzatmadan, yakın zamanda gelen ve her daim güncelliğini koruyan bir maili görüşlerinize sunayım: “Galatasaray-Vestel Manisa maçı için stat gişesinden bilet alacağız. Sadece 2 gişe var. Biri açık, diğeri kapalı biletlerini satıyor. Biz açık bilet alacaktık ama tek gişenin önünde yaklaşık 200 kişilik sıra vardı. Sıraya girdik. Biz beklerken, diğer taraftan biletini alan gidiyor. Bu durum yarım saat sürdü, sonra izdiham başladı. Derken sıra kalmadı. Herkes o tek gişenin önünde yığıldı. Etrafta düzeni sağlayacak tek bir polis bile yoktu. En sonunda olaya karaborsacılar müdahale etti. Adamlar gişenin üstüne çıkıyor, yukarıdan aşağıya atlayıp bileti alıyorlardı. Bir kaç kişi inatla beklemeye devam ettik. Ama karaborsacılardan biri, yine gişenin üstüne çıkarak insanları oradan uzaklaştırmak için kafalarına basmaya başladı. Bunun üzerine gişeden uzaklaşmak zorunda kaldık. Biz üç arkadaş Beylikdüzü’nden Mecidiyeköy’e 1.5 saatte gelmiştik. Maçı izlemeden dönmemek için mecburen karaborsadan bilet almak zorunda kaldık. Lütfen bu soruna değinin, yoksa orada bir linç olayının olmaması işten bile değil.”

06 Nisan 2006, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI