‘’Arka Bahçe‘’
Zaman ve uzam içindeki şu kısacık yolculuğumuz sırasında birbirimize çarpmamız, dokunmamızdır; tanışlıklar, arkadaşlıklar, dostluklar, akrabalıklar, kardeşlikler, aşklar...Milyar kere milyar yıllarla ifade edilen evrende payımıza düşen altmış-yetmiş-seksen küsür yıllık ömürlerimiz, bir ilkbahar sabahı bir ağacın yaprağına düşüp güneşin ilk ışıklarıyla yokoluveren bir çiy damlası gibidir. Yani o kadar kısa...Ve o kadar değerli.Tabiatta az bulunan herşeyin değerli olduğu kadar değerli.Bize düşen ömrümüzün değerini koruyabilmektir. Hakkını verebilmektir. Şu köhne dünyada bize bahşedilen bir nefeslik ömrümüzün içini manasız çekişmelerle, akıldışı çatışmalarla, hınçla, öfkeyle doldurmak yerine, akılla ve bilgiyle hayatımıza yön verebilmektir, yaşama sanatı dediğimiz olgu. İşte bir bahar daha göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Güzel olan herşeyin bir anda başlayıp bitivermesi gibi. Biz özümseyemeden, içimize çekemeden, doya doya yaşayamadan geçti gitti. Farkında olmadan yaza giriverdik bile... Korkarım farkında olmadan da çıkacağız. Oysa her yaz, yeryüzündeki tüm canlılar için bir yenilenme fırsatıdır. Özellikle de arzın en zeki varlığı insanoğlu için. Yazın dinginliği içinde kendi içimize yolculuk yapma imkanı buluruz. Bir yaza daha hangi kazançlarla, hangi kayıplarla girdiğimizin muhasebesini çıkarma şansı yakalarız. Uzun uzun düşünme, günahlarımızı, sevaplarımızı tartma olanağını sunar yaz mevsimi bizlere... Bu yaz bunu yapabilecek miyiz? Hangi yaz yaptık ki?Yapsaydık aynı kötü alışkanlıklar, aynı hatalar, aynı bağnazlıklar, aynı kurnazlıklar, aynı ayak oyunları, aynı ucuz hesaplar sürgit devam eder miydi? Siyasette, ekonomide, eğitimde, bilimde, sanatta, sporda çağdaş dünyanın bu kadar gerisine düşer, bu kadar karşı devrime maruz kalır mıydık?Yaşam döngüsü, bizim için bir kısır döngüye dönüşür müydü? Aslında bu hesaplaşmayı her zaman yapabilmeliyiz. Lakin, uzun, yorucu ve kasvetli kış aylarında bir çoğumuz için bu pek mümkün değildir. Büzülürüz, kabuğumuza çekiliriz. Yaptığımız ayakta kalma mücadelesidir yalnızca. Gerida kalan yıllara baktığımızda kaçırdığımız bu fırsatı, hiç olmazsa bu yaz ıskalamasak... Şapkamızı önümüze koysak... Uzun uzun düşünsek... ‘Bu olan bitenden ben ne kadar sorumluyum’ diye kendi kendimize sorsak... Cevabını arasak... Bulsak...Belki o zaman sırtımızda bir kambur gibi taşıdığımız günahlarımızdan, bizi birbirimize kırdıran cinnetimizden bir nebze olsun kurtulabiliriz. Yitirmekte olduğumuz akıl sağlımıza, sağduyumuza yeniden kavuşabiliriz. Belki o zaman kalkınmanın yolunun toplumsal barıştan, uzlaşma kültüründen, karşılıklı saygı ve farklılıkları kabullenmeden geçtiğini görebiliriz.Belki o zaman akıp giden ömrümüzü nasıl hoyratça harcadığımızın farkına varabiliriz. Belki o zaman tersine akan nehirleri yatağına çekebiliriz. Bu yaz bunu denemeliyiz. Baharla birlikte sona eren yalnızca futbol sezonu değil ki... İş dünyası da, politika da, eğitim camiası da yaz boyu faaliyetlerine ara verir, randımanı düşürür. Yenilenmek için. Değişmek, dönüşmek için. Yeni stratejiler geliştirmek için. Modern toplumlar yazı böyle geçirirler. Hem dinlenirler, hem eğlenirler, hem de kendilerini yeni baştan yaratırlar. Eyyy futbol alemi... İşte size bu yazın sunduğu fırsat: Dünya Kupası.Oturun, dikkatle izleyin. Nasıl bir renk cümbüşü, nasıl bir karnaval olduğunu görün futbolun. Bizim dışımızdaki dünyalının futbolla nasıl eğlendiğini, nasıl coştuğunu, nasıl haz aldığını seyredin. Orada da kazanan, kaybeden olacak. Sevinç de olacak, hüzün de... Keza hırs da, gurur da... Bir bakın, insana ait tüm duyguları doya doya nasıl yaşayacaklar. Bizim birbirimize düşman olmak için kör cehaletimize alet ettiğimiz futbolun, gerçekte nasıl halkları birbirine kaynaştıran bir çimento olduğunu görün. İşte size fırsat.Değerlendirin. Sonra da kendinizle hesaplaşın. Geleceği de kaybetmemek adına, yapın bunu...Bu sizin vicdan borcunuz, namus borcunuz. Ödeyin...Kündeye gelen şampiyon...Amatör branşlarla iştigal eden sporcuların bu ülkede nasıl itilip kakıldığını hemen hemen herkes bilir. Şampiyon olması bile buna engel değildir. Boynunda madalyayla Atatürk Havalimanı’na inen bu gurur abideleriyle yanyana fotoğraf karesine girmek için birbirini ezen yetkililer, sonra öylesine bir sırra kadem basar ki, bulmak için dedektif tutmanız gerekir. Geçtiğimiz yıl Budapeşte’de yapılan Dünya Güreş Şampiyonası’nda serbest stilde ülkemize altın madalya kazandıran Aydın Polatçı da, gazetelerde, televizyonlarda fotoğraflarının basılacağı o kısa zaman dilimi içinde sırtı tapışlanıp, sonra da kaderine terkedilen binlerce amatör sporcudan biri. Bir kaç ay önce kulübü ASKİ’nin formasıyla güreştiği bir lig maçında diz yan bağları kopan Polatçı, o gündür bugündür ayağa kalkma mücadelesi veriyor. Geçtiğimiz hafta sonu da özel bir hastanede ameliyat oldu. Anladığınız üzere, ameliyat masraflarını büyük ölçüde kendi karşılayacak. Bırakın onun masrafını karşılamayı, ortak olmayı, onu sigortalatıp yükünü hafifletmeyi, ne federasyondan, ne genel müdürlükten bir geçmiş olsun telefonu bile açılmıyor, Türk Güreşi’nin son şampiyonuna... Şampiyonluğu sonrası onunla birlikte objektiflere sırıtanlar, buhar olmuş uçmuş sanki... Aynı muameleyi geçen yıl bir Avrupa Şampiyonası sırasında milli mayoyla güreşirken ağır bir sakatlık geçiren Kırkpınar Başpehlivanı Recep Kara’ya da yapmışlardı. Bizler de saf saf soruyoruz, ‘neden yeni şampiyonlar çıkmıyor’ diye...Nedeni ortada değil mi?..
‘’Arka Bahçe‘’
Çirkin Kral!Kaostan beslendiğimiz, kargaşadan tiraj aldığımız, reyting yaptığımız için bir kaç gün kısaca değindik ve sonrasında unutuverdik. Hep beraber ulusça papatya falı açtık: Dönecek mi, dönmeyecek mi? Oysa nesiller boyu okunması ve anlatılması gereken bu öykünün baş aktörü de, bu karmaşa nedeniyle hakettiği ilgiyi göremedi. Galatasaray’ın, taraftarlarını UEFA Kupası kadar sevindiren bu sezonki şampiyonluğunda en önemli faktör, hiç kuşkusuz bir avuç insanın inanmışlığı, azmi ve başkaldırışıydı. Kendi yönetiminin hatalarına, taraftarının aymazlığına, rakiplerinin Türkiye standartlarının üstündeki kadro yapısına rağmen, kendi gücüne inanan ve kenetlenen Sarı-Kırmızılı futbolcular, deyim yerindeyse imkansızı başarırken, perde arkasında bir futbol fenomeninin silüeti belirmişti bile... Ali Sami Yen Stadı’nın ortasında kızlarına sarılarak gurur gözyaşlarını döken Hakan Şükür, bir liderin yarattığı sinerji ile neleri başarabileceğini dosta düşmana ilan etti. Kariyeri boyunca Türk futbolunda kırılmadık rekor bırakmayan ve şimdiden ‘yaşayan efsane’ haline gelen Hakan Şükür, röportajlarında verdiği Fair Play mesajlarıyla gerilen futbol ortamının yumuşamasını sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda çoktandır unuttuğumuz, gerçek büyüklüğün, rakibe saygıdan geçtiğini hepimize hatırlatıyor. Gerek saha içi, gerekse saha dışındaki tutum ve davranışlarıyla her geçen gün saygınlığını arttıran Hakan Şükür, bugün gençlere örnek olarak gösterilmesi gereken çok az sayıdaki Türk futbolcusundan biridir. Gelgelelim, Hakan Şükür’ü gençlere idol olarak göstermek bir yana, ona yapılan alçakça saldırılara bile göz yumuyoruz. Kendi ürettiği değerleri derdest etmekte dünyanın en becerikli ülkesi olmak konusunda açık ara liderliğini sürdüren Türkiye’de, kâh formasının renginden, kâh inancından, kâh yaşam tarzından, kâh kıskançlıktan dolayı Hakan Şükür kadar saldırıya maruz kalan ikinci bir futbolcu daha yoktur. Müptezellikte sınır tanımayanların son marifeti, adını don modelinden alan ‘Boxer’ isimli bir dergide sergilendi. Baba parasıyla geçinen bir takım kolej oğlanlarının kendi kendilerini eğlendirmek için memleketin abazan takımına hitaben çıkarttığı bu derginin internet sitesinde ayıp ötesi bir anket yer alıyor: Türkiye’nin en çirkin futbolcusu kim? Okurlar ankete şu sunuşla davet ediliyor: “Recep Çetin ve Ali Güneş’in (Ali Eren demek istiyorlar) uzun yıllar ‘gururla’ taşıdığı bayrak şimdi yeni sahibini arıyor. Ve Boxer bu kutsal görevi vazife edinerek bir anket başlatıyor. ‘Turkcell Birinci Futbol Ligi’nin En Çirkin Futbolcusu Anketi..’ Yapmanız gereken tek şey, ..... internet adresindeki oylamaya katılıp futbol liginin en çirkin futbolcularını seçmek.”Derginin seçtiği ve birer fotoğrafını kullanarak yayınladığı çirkin futbolcu adayları ise şunlar: Hakan Şükür, İbrahim Üzülmez, Hüseyin Kartal.‘Çirkin’ dedikleri bu insanların aileleri, çoluk çocucuğu, eşi dostu, izzet-i nefisleri varmış, kimin umurunda. Önemli olan bu güruhun kendi kendilerini tatmin etmesi. Her biri birer camiaya malolmuş, ülke futboluna hizmet etmiş bu futbolcuları meze yapacaklar, sonra da eğlenecekler, akılları sıra! Galatasaray, Beşiktaş ve Denizlispor camiaları bir an önce harekete geçerek bu terbiyesizliği durdurmalıdır. Milli futbolcuları aşağılamak, onlarla dalga geçmek, edepsizliklere alet etmek bu kadar kolay olmamalı. Zira onlar kolay yetişmiyor, biz de kolay harcatmamalıyız. Türkiye, bu kadarını da haketmiyor.TMOK’tan olimpik seferberlik...Rahmetli Sinan Erdem’in bayraktarlığını yaptığı “olimpizm” ülküsü bu günlerde hayata geçiriliyor. İstanbul’un olimpiyatı almasından daha da önemlisi, olimpik bilince sahip bir toplum modeli ortaya çıkartmaktır. Bir toplum bu bilinçten yoksunsa -ki Türk toplumu öyle- olimpiyat düzenlemenin de hiç bir anlamı yoktur. Zaten olimpik bilince, olimpizm kültürüne sahip olmayan bir kente de kolay kolay oyunları düzenleme hakkı vermezler. Bir toplumun böylesi bir bilinçle bir anda donatılabilmesi ise pek mümkün değildir. Eğitim yoluyla verilebilecek olimpik bilincin topluma kazandırılabilmesi, uzun yılları kapsayacak meşakkatli bir çalışmadır. Ve ancak toplumun geleceğini oluşturacak yaşı küçük bireylere böylesi bir çalışma yapılmasıyla mümkündür. İstanbul’a olimpiyatı kazandırmak için oluşturulan Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi (TMOK), alt kuruluşularından ‘Olimpik Akademi Komisyonu’ vasıtasıyla haftanın üç günü yüzlerce ilköğretim öğrencisine olimpiyat semineri veriyor. Ataköy’deki Olimpiyatevi’nde yaklaşık iki aydır düzenlenen seminerlerde çeşitli okullardan gelen 9-11 yaş arası öğrencilere interaktif bir sunumla, ‘spor kültürü, olimpizm, Fair Play, çevre, sağlıklı beslenme’ konularını temel alan bilgiler aktarılıyor. Profesyonel eğitimciler tarafından eğlenceli bir atmosferde verilen dersler sayesinde öğrenciler, bugüne kadar hiç duymadıkları kavramlarla tanışıyor, spor kültürü ve olimpiyat ülküsüyle donatılıyor. TMOK’un bugüne kadar geliştirdiği en faydalı projelerden biri olan, ‘spor kültürü ve olimpizm seminerleri’ sayesinde daha sağlıklı ve bilinçli nesiller yetiştirilmesi hedefleniyor. Teknosa, Eti ve Coca Cola firmalarının sponsorluğunu yaptığı proje, İstanbul’un geleceğine ışık tutacak bir çalışma. Aynı zamanda, olimpiyatı almanın yolunun sadece tesislere yapılan yatırımlardan değil, insana yapılan yatırımdan da geçtiğini ortaya koyan bu projeye emeği geçenlere kocaman bir alkış. Bir toplumun geleceğini inşaa etmenin hazzının yerini hiç bir şey alamaz. O duygu kelimelerle tarif edilemez. Türkiye, bu eğitim gönüllülerini belki yakın, belki uzak bir gelecekte minnetle anacak.
‘’Arka Bahçe‘’
Ölümcül günahların en ölümcülü: KibirHristiyanlık öğretisinde insanoğlunun kendini sakınması gereken “Yedi Ölümcül Günah” vardır. İlk kez 13. Yüzyıl’da İtalyan filozof ve din adamı Thomas Aquinas tarafından dile getirilen, Dante’nin, “cennet, cehennem ve araf”ı konu aldığı muhteşem eseri “İlahi Komedya”da da anlatılan bu günahlar şöyle sıralanır: Lust (Şehvet), Greed (Bencillik), Gluttony (Açgözlülük), Pride (Kibir), Sloth (Tembellik), Wrath (Nefret), Envy (Kıskançlık). Aslında diğer semavi dinlerde de günah olarak kabul edilen bu davranışların içinde en lanetleneni, hiç kuşkusuz “kibir”dir. Kısaca, “Büyüklenmek, büyüklük taslamak, ululuk iddia etmek, böbürlenmek, kendini başkalarından yüksek görerek onları aşağılamak” şeklinde açıklayabileceğimiz “kibir”, en ilkelinden en modernine, hemen hemen tüm toplumlarda hoş karşılanmayan bir davranış biçimidir. Karakteristik bir özellik, bir duruş, bir meydan okuma olarak da adlandırabileceğimiz kibir, kimin üzerine yapışmışsa, o şahsı toplum içerisinde bir anda “istenmeyen kişi” haline getirir. Kibirli insan, mutlak yalnızlığa mahkümdür. Dostu, seveni yoktur. Hatta kendi bile, kendisini sevemez. Aynaya bakmaktan korkar. Kendiyle yüzleşemez. Kibrinin yanısıra taşıdığı duygular da, genellikle öfke, nefret, kin, düşmanlık, intikam gibi olumsuz duygulardır. Kibirli insan, kimseyle barışık olamaz. Herkesle kavgalıdır. Çevresindekiler de çoğunlukla kendisi gibi kibirli olanlardır. Aslında birbirleriyle iyi anlaştıkları söylenemez. Saygı ve sevginin yerini korku ile hiddetin aldığı tuhaf ilişkileri, bir nevi yarış gibidir. Kendi kendileriyle süregelen bu amansız yarışta bazen biri öne çıkar, bazen diğeri. En önde olmak egolarını belli bir müddet doyurur. Geride kalmamak için akla hayale gelmedik yöntemlere başvurabilirler. Düşmek onlar için ölmekle eş anlamlıdır. Kendilerine yarı tanrısal güç vehmederler. Ve çevrelerine kalın duvarlar örerler. Kendilerini o duvarların arkasına hapsederler. Böylelikle kendi gettolarını oluştururlar. Dışarısı onlar için avamdır. O gettonun dışında kalan herkesi alaycı bir şekilde yüksekten süzerler. Onlardan hoşlanmazlar, hatta hor görürler. Bir şekilde onlarla ilişki kurmak mecburiyetinde kalırlarlarsa, hep kendi dedikleri olsun isterler. Diyalogları müstehzidir. Her konuda bilgiçlik taslarlar. Tek doğrunun kendi doğruları olduğunu empoze etmeye çalışırlar. Ufak bir dirençle karşılaşırlarsa sertleşirler. Küfüre, hakarete, şiddete buşvurabilirler. Dayatmalarını kabul ettiremedikleri takdirde, uzlaşma kültüründen yoksun oldukları için masayı derhal terkederler. Ve kendi ölümcül yalnızlıklarıyla başbaşa kalırlar.Tarihinin en ilginç sezonlarından birini yaşayan Süper Lig, aslında bu yıl kibir ile tevazuun kapışmasına sahne oldu. İnsanlık tarihi boyunca süregelen bu savaşta kibir zaman zaman “pirus zaferi” diye nitelenebilecek kazanımlar elde ettiyse de, nihai zafer hep tevazuun olmuştur.Tıpkı bu yılki gibi...Özlemin eskiadı: Es EsYarım asırlık lig serüvenimiz, aslında efendiler ile kölelerin amansız savaşından başka bir şey değildir. Bir yanda zenginler ve muktedirler, diğer yanda yoksullar... Yani İstanbul ve Anadolu... Ve ne yazık ki bugüne kadar kazanan hep İstanbul oldu. Çünkü hakkı ve adaleti dağıtacak olanları da onlar belirliyor. Anadolu, sadece onların iktidarına payanda vazifesi görüyor. Bu oyunda figüran gibi kalıyor. Galibi ve mağlubu baştan belirlenmiş savaşın devamlı dayak yiyen figüranı... Uygarlık tarihini yazan köle ayaklanmaları, zaman zaman futbolumuzda da “Anadolu ihtilali” şeklinde cereyan etti. Ancak bugüne kadar sadece Trabzonspor’la başarıya ulaşmış olan “Anadolu İhtilali”nin ilk ve en önemli temsilcisi, ateşleyecisi, hiç kuşkusuz Eskişehirspor’dur. Uzun yıllar Üç Büyükler’in sultasına başkaldıran, onların iktidarını sarsan Es Es, bu misyonuyla Türk futbolunun Spartaküs’üdür, Prometheus’udur. Ama ne var ki, ilahlar her zaman olduğu gibi adalet kılıcını güçlüden yana kullandı. Es Es’in haklı isyanını bastırdılar. Türk futbolunun selameti adına kazanmalıydı, ama kazanamadı. Lakin, temiz futbol özlemiyle yanıp tutuşan gerçek futbolsever, Kırmızı Şeytanlar’ı hiç bir zaman unutamadı. Bin bir katakulli ile yarış dışı bırakılan Es Es, orta yaşın üzerinde olanların bölük pörçük anılarında içli bir şarkı, damaklarında buruk bir tat olarak kaldı. Gönüller hala onu arıyor.O da yola çıktı, geliyor galiba...
‘’Arka Bahçe‘’
SimurgBu kuşun özelliği, gözyaşlarının şifalı olması ve yanarak kül olmak suretiyle ölmesi, sonra kendi küllerinden yeniden dirilmesidir.Kuşlar Simurg’a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. Ancak ne var ki, kuşlar dünyasında her şey ters gitmeye başlamış. İşler ters gittikçe onlar da durumu düzeltmesi için Simurg’u bekler dururlarmış. Fakat Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler. Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg’un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg’un var olduğunu düşünen dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte hükümdarlarının huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler. Ancak Simurg’un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı’nın tepesindeymiş. Oraya varmak için ise hepsi birbirinden çetin yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş. İstek, aşk, marifet, doygunluk, birlik, hayret ve yokluk vadileri... Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. İsteği ve sebatı az olanlar, dünyevi hazlara takılanlar yolda birer birer dökülmüşler. Yorulanlar ve düşenler olmuş. ‘Aşk denizi’nden geçmişler önce...‘Ayrılık vadisi’nden uçmuşlar...‘Hırs ovası’nı aşıp, ‘kıskançlık gölü’ne sapmışlar...Kuşların kimi ‘aşk denizi’ne dalmış, kimi ‘ayrılık vadisi’nde kopmuş sürüden...Kimi hırslanıp düşmüş ovaya, kimi kıskanıp batmış göle...Önce bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp... Papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş; kartal, yükseklerdeki krallığını bırakamamış. Baykuş yıkıntılarını özlemiş, balıkçıl kuşu da bataklığını... Vadileri aştıkça sayıları gittikçe azalmış.Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen altıncı vadi ‘şaşkınlık’ ve sonuncusu olan yedinci vadi ‘yokoluş’ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş...Kaf Dağı’na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış. Bakmışlar ki, dağın zirvesinde kimse yok! Tam kendilerini kurtaracak hükümdarlarını bulamamanın düş kırıklığını yaşıyorlarmış ki, sonunda işin sırrının sözcüklerde olduğunu anlamışlar:Farsça ‘si’ otuz, ‘murg’ ise kuş anlamına geliyormuş.Simurg’un yuvasını bulunca ögrenmişler ki, ‘Simurg’ ‘otuz kuş’ demekmiş. Yani Simurg aslında kendileriymiş. Hepsi Simurg’muş. Otuz kuş anlar ki, aradıkları sultan kendileridir ve gerçek yolculuk, kendine yapılan yolculuktur.* * * * *2000 yılında Türk Futbolu’nun en büyük zaferine imza attıktan sonra ihtirasına yenik düşenlerin başarıyı paylaşamaması nedeniyle darmadağın olan Galatasaray, o günden beri kendi kurtarıcısını, yani ‘Simurg’unu arıyor. Bu Simurg; kâh bir teknik direktör, kâh yıldız bir futbolcu, kâh zengin bir başkan kimliğinde camianın hayalinde tezahür ediyor. Lakin, çıktıkları bu uzun ve zorlu yolculukta geçilen her vadide, engebede yavaş yavaş eksiliyor Sarı-Kırmızılılar...Bırakıp gidenler, yorulup düşenler oluyor. Bu yolculukta; şaşkınlık var, kişisel tatminsizlik var, hırs var, kıskançlık var, basiretsizlik var, ihanet var...Yolun sonuna geldiklerinde o kadar azaldılar ki, kala kala bir avuç kaldılar. Son vadi ‘yokoluş’u da aşıp Kaf Dağı’nın zirvesine vardıktan ve ‘Simurg’un orada olmadığını gördükten sonra tam ümitlerini tüketmişlerdi ki, aslında aradıkları ‘Simurg’un kendileri olduğunu kavradılar. Başta futbolcular olmak üzere...Bugün Galatasaray, her alanda gerisinde kaldığı Fenerbahçe’yle soluk soluğa bir şampiyonluk mücadelesi veriyorsa, bunun nedeni futbolcuların, teknik heyetin ve bir kaç yöneticinin kendi güçlerinin farkına varmasıdır. Hepsinin ‘Simurg’ olmasıdır. Her türlü engele, yokluğa, yoksunluğa ve ihanetlere rağmen verdiği olağanüstü mücadeleyle Galatasaray, tarihinin en anlamlı şampiyonluklarından birine koşuyor.Yönetici Fatih Gökşen’e, “Bu yıl ki şampiyonluk, UEFA Kupası’ndan bile önemli” dedirten de, Galatasaray’ın içinde bulunduğu bu özgün durumdur. Kendi seyircisi tarafından bile yapayalnız bırakılan bu ‘otuz küsur’ insanın her biri, adeta küllerinden doğarak gerek sahadaki rakiplerine, gerekse saha dışındaki güçlere karşı bir onur ve gurur savaşı veriyor. Galatasaray’ın, bundan önce UEFA Kupası kazanıp da tarih sahnesinden silinen İpswich Town, Eintracht Frankfurt, Napoli gibi takımlarla aynı akıbeti paylaşacağını iddia edenler, umanlar, bekleyenler boşuna hevesleniyor. Zira, kendi potansiyellerinin farkına varan bu bir avuç kahramanın destansı mücadelesi, gelecekteki yeni Avrupa zaferlerinin müjdesidir. Galatasaray’ın bu silkinişi, Ulu Önder Atatürk’ün Türk gençliğine hitabesindeki, “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” şiarının yaşamda vücut bulmasıdır. Ve genç nesillerin, bu anlamlı başkaldırıdan çıkarması gereken çok ders vardır. Yıllarca tekrar tekrar okumaları gereken...NOT: Bu yazı, Galatasaray’ın olağanüstü bir mücadele sonrası Kayseri Erciyes’i 4-2 yendiği ligin 26. haftasının ardından, 22.03.2006 tarihinde bu köşede çıkmıştır. Günün mana ve önemi üzerine -affınıza sığınarak- tekrar yayınlıyorum.
‘’Sonuç yanıltmasın‘’
Ligin en temiz futbol oynayan takımlarının başında gelen Erciyesspor’un dün de Ankaraspor karşısında aynı anlayışla sahaya çıkacağı, futbol kamuoyunun genel beklentisiydi. Skora bakıp, ev sahibi ekibin küme düşme savaşı veren Ankarspor’a iltimas geçtiği düşünülebilir. Ancak durum sanıldığı gibi değildi. Futbolda en zor şey, hedefsiz bir takımı maça motive etmektir. Hele son haftaysa... Erciyes’in dün geceki temel sorunu buydu. Maça çok iyi hazırlanmış, canla-başla oynayan bir rakip karşısında kendini maça veremeyen oyuncuların çokluğu Erciyes’i zan altında bırakacak, ne yazık ki...Tüm Kayserililer’in şampiyonluk yarışına kitlenmesi, dünkü maçta tribünlerin boş kalmasına neden oldu. Gelenlerin de maçla ilgisi yoktu zaten! Radyolar kulaklarda, Fenerbahçe ve Galatasaray’ın karşılaşmaları takip ediliyordu.Ankaraspor’un daha istekli ve arzulu olduğu maçta sahanın yıldızı kaleci Fadhel’di. Ev sahibinden İlhan, Fadhel’e eşlik ederken, Konuk takımdan Musa ile Hürriyet arkadaşlarına göre biraz daha öne çıkan futbolculardı.Hakem Kuddisie Mütftüoğlu ise belki de kariyerinin en rahat maçlarından birini yönetti.
‘’Arka Bahçe‘’
Çıkmaz sokak...Hani bazen insan kendini canlı canlı tabuta konmuş gibi hisseder ya... Kıpırdamak ister, kıpırdayamaz. Kalkmak ister, kalkamaz. Gitmek ister, gidemez. Olduğu yerde dönmek ister, dönemez. Kurtulmak ister, kurtulamaz. Bir kabus gibi, karabasan gibi, korku filmi gibidir o an... Sizi kovalayan katilinizin nefesini ensenizde hissettiğiniz çıkmaz bir sokakta gibisinizdir o anda... Darlanırsınız, ruhunuz sıkılır, gözlerinizin feri gider, yaşama sevinciniz kaybolur. ‘Burada benim ne işim var’ diye düşünürsünüz. ‘Niye böyle’ diye cevabı olmayan sorular sorarsınız. Zıvanadan çıkmış, gözü dönmüş, delirmenin eşiğine gelmiş bir toplumun ferdi olmanın utancını yaşarsınız. Sizin suçunuz olmasa bile... Bu toplumun akl-ı selim insanlarının son yıllarda içine düştüğü halet-i ruhiyeden söz ediyorum. Zehirli bir sarmaşık gibi her geçen gün hayatımızı çepeçevre saran koyu yobazlık; onun karşısına çıkan azgın milliyetçilik, hoşgörüsüzlük, tahammülsüzlük, öfke, nefret, şiddet, sevgisizlik, barbarlık, bayağılık, çapaçulluk karşısında kıpırdayamaz hale gelen, ait olduğu topluma ‘yaban’ kalanların yaşadığı çaresizliğe, umutsuzluğa, çektiği acılara dikkat çekmek istiyorum. Pejmürdelik, seviyesiz bir üslup, almış başını gidiyor. Siyasette, sporda, medyada, günlük yaşamda... Her alanda... Müptezelliğin bini bir para... Neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Adam gibi yenmesini de bilmiyoruz, yenilmesini de... Sevinmesini de bilmiyoruz, üzülmesini de... Şampiyonluğu da beceremiyoruz, küme düşmeyi de... Saygı, tevazuu hakgetire. Dünyaya kendi dar çerçevemizden bakıyoruz. Hep biz haklıyız, biz kazanmalıyız. Rekabetten anladığımız; rakibe belden aşağı vurmak. Gücümüz yetmediğinde, gücü yeten saha dışı mihrakları devreye sokmak. Medyada tetikçi kullanarak aptalca komplo teorileri üretmek ve masum insanları zan altında bırakmak. İnsanların onuruyla, gururuyla oynamak. Galip gelince rakibi aşağılamak, yenilince saldırmak.Statlar terör yuvası oldu, çıktı. Eşinizle, çoluğunuzla çocuğunuzla gönül verdiğiniz takımın maçına gidemiyorsunuz artık. Küfür, şiddet, rezillik, pespayelik almış başını gidiyor. Kendini taraftar addeden saldırgan bir güruh tribünleri teslim almış durumda. Zekadan yoksun küfür ve şiddet içeren sloganlar yükseliyor, ülkenin her stadından. İnsana ‘lanet olsun’ dedirten çağdışı, iğrenç bir manzara...Bunlara ‘muhteşem taraftar’ diyerek alkış tutan spor yazarı müsveddeleri... Kalemini üç kuruşa satan yalakalar. Spor yazarlığı adı altında tuttuğu takımın amigoluğunu yapan, beslendiği yöneticinin tetikçiliğine soyunan, mesleğin yüz karaları.Buna spor diyoruz! Nasıl bir sporsa?.. Ya bize yutturulmaya çalışılan hayat tarzı? Olan bitene kayıtsız kalmak, vurdumduymazlık, sorumsuzluk, düşüncesizlik... Ülke dinci-laik, Türk-Kürt savaşının eşiğine gelmişken, dağlardan birer birer asker tabutları gelirken, ülke kaynakları eşe dosta peş keş çekilirken, hırsızlar başköşeyi tutmuşken, sokaklar çeteleşen ayak takımına kalmışken, evimizde bile can güvenliğimiz yokken, canavarlaşan insanlar birbirini bir hiç uğruna boğazlarken, çoluk çocuğu katleden psipokatların sayısı her geçen gün artarken, 20 milyon insan yoksulluk sınırının altında yaşarken, sabahın köründe, gecenin bir vaktinde televizyon stüdyolarında şakkada şukkada oynayabilen mahalle karıları, bunları matah bir şeymiş gibi gözümüzün içine sokan bir zihniyet; nasıl bir geleceğe delalet ediyor acaba? Bütün bu olan biten karşısında yüreği kan ağlayan, bir şeyler yapabilmek için çırpınan ama değiştirmeye, dönüştürmeye gücü yetmeyen küçük bir azınlığın dramıdır aslında bu... Bunları haketmeyen, yüzü aydınlığa, çağdaşlığa, modern dünyaya dönük, ufku geniş, yurtsever Türk elitlerinin yalnızlığı, trajedesidir, Türkiye’nin bugünkü hali... Sayıları giderek azalıyor. Kalabalıklar arttıkça, onlar eksiliyor. Ülkelerinin bir kum tanesi gibi avuçlarının içinden kayıp yere dökülmesini çaresizce izlemenin verdiği tarifsiz acıyla kavruluyorlar. Lakin, yapacak pek fazla şeyleri yok. Yanmaktan başka!.. Şair Odabaşı’nın da dediği gibi: Bize düşen yanmaktıryaan şair yaannnbelki tutuşur dünya senin ahından!Kendini ihbareden kulüp...Geçtiğimiz hafta çıkan bir haber, kısır çekişmelerimizin hay huyu arasında kayboldu. Oysa bizim için çok önemli dersler içeriyordu. Özellikle de sırtını devlete, belediyelere dayayan ve her türlü ayrıcalığa sahip olan kulüplerimiz için... Haber şöyle: “Almanya Birinci Lig (Bundesliga) kulüplerinden Bayer 04 Leverkusen, Latin Amerika’ya yaptığı ve şüpheli görülen 11,85 milyon Avro’luk ödemeler ile ilgili olarak kendini maliyeye ihbar etti. Kulüp yöneticisi Wolfgang Holzhaeuser, Latin Amerika’ya yaptıkları, ancak nedeni belirsiz olan ödemeler ile ilgili olarak maliyeye başvurarak, bunları gecikmeli olarak vergilendirdiklerini söyledi. Sözkonusu ödemelerin, yurtdışındaki bazı futbolculara, vergilendirilmemiş net ücret verilebilmesi için yapıldığı tahmin ediliyor.”İşte onlarla aramızdaki anlayış farkı. Bizim yöneticilerimiz, nasıl bir katakulli yaparım da, vergi kaçırırım, devletin olanaklarından faydalanırım, hangi araziyi beleşe getiririm de, üstüne kaçak tesisler inşaa ederim diye kafa patlatırken, elalem kendi usülsüzlüğünü yine kendisi maliyeye ihbar ediyor.Biz o günleri görebilecek miyiz? Komik bir laf ettim sanırım!..
‘’Sihirli değnek‘’
Ligin dibinin finali olarak niteleyebileceğimiz karşılaşma öncesi Malatya’da hayat adeta durmuştu. Kent sanki şamiyonluk provası yapıyordu. 7’den 70’e tüm Malatyalı bu maçı yaşıyor, bu maçı soluyordu. İnönü Stadı’nda inanılmaz bir atmosfer vardı. Müthiş bir heyecan, coşku ve gerginlik... Sahadaki iki takımdan birinin alınacak bir yenilgi sonrası çok çok büyük bir ihtimalle küme düşeceği, beraberlik halinde ise ikisinin de kaybedeceği bir karşılaşmadan beklenen en son şey ‘futbol’ olmalı kanımca... Zira bu tür karşılaşmalarda futbolcuların futbol oynayabileceği tüm koşullar ortadan kalkmış oluyor. Sinir katsayısı yüksekliği, hata yapma ve kaybetme korkusu, aşırı motivasyon, hırçınlık, sertlik, seyirci baskısı vs... Bu gibi durumlarda tecrübeli ve usta futbolcuların varlığı devreye girer. Dün gece de öyle oldu. Malatya’da, Bilal Kısa ile Evren Turhan, Samsun’da da Celil, oyuna ağırlığını koyan isimlerdi. Bu iki futbolcu, ilk goldeki ortaklıklarıyla maçın kilidini açtılar. Yılların tecrübesi Evren, ikinci golde mükemmel şutla oyunun kopmasını sağladı. Son derece yüksek bir motivasyonla oynayan ev sahibi ekipte, orta alanda Toth, geri dörtlüde de Homola ile kaleci Bora aradaşlarının bir adım önüne geçtiler. Son haftalardaki futbolunu dün gece sergileyemeyen Samsunspor’da ise Celil’in çabaları yenilgiyi önleyemedi. Kendisinden çok şey beklenen Ceyhun dün gece tutuktu. Kenan ve Mehmet Polat’ın tecrübelerine yakışmayacak hırçınlıkları ve bunun sonucunda 10 kişi kalmalarına teknik direktör Hasan Şengün’ün en güçlü gol silahı Rafael ile etkili kanat bindirmeleri yapan Tamer Tuna’yı kenarda oturtması da eklenince Samsunspor için mağlubiyet kaçınılmaz oldu. Son söz, hakem Selçuk Dereli ile Ümit Kayıhan’a... Ligimizin first class hakemlerinden Dereli dünkü maçın da altından kalkmasını bildi. Böyle devam etmesi halinde ilk Avrupa Şampiyonası’nda düdük çalması kuvvetle muhtemel. Ümit Kayıhan ise birkaç hafta önce adeta lige havlu atmış bir takımı tekrar ayağa kaldırarak zeki ve lider bir teknik adamın neler başarabileceğini bir kez daha ispatladı. Sihirli değnek dedikleri bu olsa gerek.
‘’Arka Bahçe‘’
Hayatın öte yakasıHayat dediğimiz olgu, yekpare midir? Bir şekilde başlayıp, düz bir çizgide akıp, sonra bir yerlerde sonlanan... Yoksa hafif ya da şiddetli iniş ve çıkışları olan bir süreç midir? Ya da çeşitli parçalardan, evrelerden oluşan bir bütün mü? Veya her insanın birden fazla hayatı mı vardır? Bir hayata, bir kaç hayat mı sığdırıyoruz biz? Yahut hepsi mi? Her ne olursa olsun, bir insanın hayatının hiç bir saniyesi dahi birbirine benzemez. Yaşanan her anın kendine özgü dinamikleri vardır. Ve kişiye yaşattığı duygular... Acı, sevinç, hüzün, mutluluk, öfke, kırgınlık... Bazen o anlar, o kadar şiddetli ve güçlü olur ki, insanı hayatın bir evresinden diğer bir evresine geçirir. Sağlığını kaybetmek gibi... Bedenin veya bilincin bir kısmını yitirmek gibi... Buna, hayatın öte yakasına geçmek de denilebilir. Kah bir trafik kazası, kah bir kör kurşun, kah bir terör bombası, kah bir yanlış tedavi, kah talihsiz herhangi bir kaza, bir anda bizi yaşadığımız boyuttan, hayatın bir başka boyutuna fırlatabilir. Türkiye’nin her tarafı bu tuzaklarla doludur. Ve ülkemizde bugün hayatın öte yakasında yaşayan o kadar çok insanımız var ki... Milyonlarcadır. Kiminin ayağı yoktur kiminin eli, kimi bacağından yoksundur kimi kolundan, kiminin omuriliği zedelenmiş felç kalmıştır, kimi de zihinsel veya görme yetilerini kaybetmiştir. Bir şekilde sakat kalmışlardır. Kendilerine özgü, zor koşullarda yaşamlarını sürdürmektedir, bu insanlarımız... Onlara ‘engelliler’ diyoruz. Akraba evliliği veya bir başka nedenden dolayı doğuştan sakat kalanların dışında engelli olanların hepsinin bizler gibi normal bir hayatı vardı. Sonra kendilerini bambaşka bir formatta buldukları o trajik an geldi. Son nefeslerine kadar sürecek yeni bir hayatın kapısını araladılar. Bir daha hiç bir şey onlar için eskisi gibi olmadı. Bir yandan kaderlerini hep sorguladılar, ‘neden ben’ diye... Bir yandan da hayatın öte yakasında tutunmaya çalıştılar. O hayata alışmanın yollarını aradılar. Kimileri başaramadı. Evine -kendi içine- kapandı. Diğer insanların arasına karışmak istemediler. Bir kısmını da aileleri sakladı. Sakat çocuklarından utandılar. Toplumdan tecrit ettiler. Çok daha önemli bir bölümü de, şehirlerde, kasabalarda, köylerde rahatça sokağa çıkabilecekleri, diğer insanlarla birlikte oturup kalkabilecekleri, gezebilecekleri, eğlenebilecekleri, çalışabilecekleri düzenlemeler olmadığı için evlerinde zorunlu bir mahkümiyete maruz kaldılar. Yaşama sevincini kaybetmeyenler ise direndiler. Direnmenin en iyi yolunun spor yapmak olduğunu keşfettiler. Salonlara, statlara, pistlere koştular. Tıpkı Galatasaray ve Milli Takım Tekerlekli Basketbol Takımı oyuncusu Selim Demirdağ gibi...Uçaktan indirilen engelli basketçi1999 yılında geçirdiği trafik kazası sonucu omurilik felci geçirerek belden aşağısı tutmayan ve tekerlekli sandalyeye mahkum olan Demirdağ, Ankara’da oturuyor. Her hafta takımının maçları için Ankara’dan Türkiye’nin çeşitli yerlerine gidiyor. Tıpkı diğer engelliler gibi çeşitli zorluklarla karşılaşıyor. Gittiği yerlerde, salonlarda, orda burda... Rampası, engelli asansörü olmayan binalara girip çıkıyor. El yordamıyla merdiven tırmanıyor! Veya birinin sırtında üst katlara çıkıyor. Engelli yolu olmayan kaldırımlarda ite kaka gitmeye çalışıyor. Demirdağ her şeye rağmen bu zorlukların üstesinden geliyor. Ancak hayattaki en büyük engel olan ‘vicdan engelli’ insanların karşısına ördüğü duvara toslayınca tarifi imkansız bir acı yaşıyor Demirdağ... O meşum trafik kazasından daha fazla acı veren bir acı... Selim Demirdağ (26) 15 Nisan Cumartesi günü İstanbul’a Galatasaray-Saran engelliler basketbol karşılaşmasına gitmek için Türk Hava Yolları’nın TK-115 sefer sayılı saat 10.00 uçağına görevlilerce alınıyor. Uçaktaki yolcu hizmetlerinden sorumlu bir görevli, Demirdağ’a yolculuk sırasında ihtiyaçlarını karşılayıp karşılayamayacağını soruyor. Demirdağ ise herhangi bir problem olmayacağını ve yıllardır her hafta yurtdışı ve yurtiçi maçlara uçakla gidip geldiğini söylüyor. Görevli kişi ikna olmamış olacak ki, pilotların yanına giderek durumu anlatıyor. Söz konusu zat tekrar geliyor ve Demirdağ’a, pilotların, yanında refakatçisi olmadığı için sorumluluk alamayacaklarını ve uçağı kaldıramayacaklarını söylediklerini iletiyor. Saat 10.00’da kalkması gereken uçak 30 dakika sonra Demirdağ’ın indirilmesinden sonra uçuyor.Daha sonra yapılan hatanın farkına varan THY yetkilileri, Demirdağ’dan özür üstüne özür diliyor ve onu bir sonraki uçakla uçuruyorlar. Ama yapılan muamelenin Demirdağ’ın ruhunda açtığı yarayı sarmak bir türlü mümkün olmuyor. Genç sporcu olay sonrası, “Hem seyahat özgürlüğümü kısıtladılar, hem onurumu kırdılar. Benim engelli olmam uçamamam anlamına gelmez. Sonuçta ben bu toplumun bir bireyiyim. Böyle bir şey gerçekten benim çok zoruma gitti. İnanılmaz derecede küçük düşürüldüm” diyor.Böyle bir olay gelişmiş bir ülkede olsa, o uçağı, o pilot ve görevlilerin başına geçirmezler miydi? O havayolu şirketinin yetkililerini tefe germezler miydi? Milyonlarca dolarlık tazminat davası açılmaz mıydı? Hamburgerinden kıl çıkan bir tüketicinin, söz konusu firmanın başına ne çoraplar ördüğünü hepimiz biliyoruz. Çünkü çağdaş toplumlarda bütün hukuksal ve çevresel düzenlemeler insanın refahı ve mutluluğu içindir. Oralarda sistem insanı baz alır. Engelli engelsiz, zengin yoksul, ünlü ünsüz ayrımı yapmaz. Hepsi eşit koşullarda vatandaşlık haklarına sahiptir.Bizde ise, bir engellinin, sırf engelli olduğu için uçaktan indirilmesi gazetelerde kuru bir haber oldu ve kaldı. Kimse umursamadı bile. Oysa o uçaktan indirilen sadece engelli bir sporcu değildi; insanlığımızdı aynı zamanda... Bunun bile farkına varmadık. Farkına varmadığımız bir realite de; bu ülkede yaşayan herkesin hayatın öte yakasına geçmeye aday bir birey olduğudur. Hepimiz o ince kırmızı hatta dolaşıyoruz. Bu yakadan öbür yakaya geçmemiz an meselesi. Asıl o zaman Selim Demirdağ’ı ve onun gibileri anlayabiliriz. İşte o zaman da bizi kimse anlayamayacak!