‘’Fenerbahçe'nin kibri!‘’
Hıristiyanlık öğretisinde insanoğlunun kendini sakınması gereken 'Yedi Ölümcül Günah'tan söz edilir. İlk kez 13. Yüzyıl'da İtalyan filozof ve din adamı Thomas Aquinas tarafından dile getirilen ve Dante'nin, 'Cennet, Cehennem ve Araf'ı anlattığı 'İlahi Komedya'da da anlatılan bu günahlar şöyle sıralanır: Lust (Şehvet), Greed (Bencillik), Gluttony (Açgözlülük), Pride (Kibir), Sloth (Tembellik), Wrath (Nefret), Envy (Kıskançlık). Diğer semavi dinlerde de günah olarak addedilen bu fenomenlerin her birinin ayrı ayrı tahribatı vardır insan üzerinde. Ama bir tanesi vardır ki, 'Yedi Ölümcül Günah'ın en ölümcülü olmaya namzettir. Kibir dediğimiz bu davranış biçimi, süreklilik arz ettiği takdirde yalnız sahibini değil, onun çevresini de çürütmeye başlar. Narsizmin doruk noktasına ulaşmış kişilerde görülen kibrin sonuçları nefret ve dışlanmaya kadar gidebilir. Tıpkı Başkan Aziz Yıldırım ile Fenerbahçe'nin bugünkü durumu gibi.
Aziz Yıldırım'ın kendi kulübüne ve Türk sporuna katkıları inkar edilemez bir gerçektir. Yalnız Sarı-Lacivertli kulübün bahçesine değil, gönül bahçelerine de heykeli dikilmelidir. Lakin, Aziz Bey bunu istemiyormuş gibi bir davranış sergiliyor yıllardır. Öylesine kibirli, öylesine müstehzi ki, bu karakterini zamanla kulübüne de sirayet ettirdi. Futbolcusundan yöneticisine, taraftarından spor yazarına kadar camianın önemli bir kesimi kibre bulanmış vaziyette. Fenerbahçe adeta matruşka gibi olmuş. Aziz Yıldırım'ın içinden binlerce Aziz Yıldırım çıkmış sanki. Büyüklükle kibir birbirine karıştırılmış. Rakiplerle alay etmek, bütün takımları küçümsemek günlük alışkanlıkların birer parçası olmuş. Elbette bu durum, Fenerbahçe aleyhinde bir sinerji de yarattı. Özellikle de Anadolu'da... Son haftada kaçan iki şampiyonluğun nedenlerinden biri de budur. Fenerbahçe'nin bu ruh hali ne yazık ki bu sezon da katlanarak devam ediyor. Ve Fenerbahçeliler de kendilerine karşı oluşan cepheyi, kibrin dozunu artırarak 'Tek büyük biziz’ yanılsamasıyla açıklamaya çalışıyor. Oysa gerçek başka yerde. "Biz Anadolu'da neden sevilmiyoruz" sorusunun cevabını arayanlar aynaya bakmalı. Aradıkları orada; sırların arasında!
‘’Tantana Mustafa‘’
İstanbul’un en eski semtlerinden biri olan Rami’de ‘Tantana Mustafa’, nam-ı diğer Mustafa Kurtuluş (!) isimli nevi şahsına münhasır bir zat-ı muhterem yaşar. Yaşının 60 civarında olduğu rivayet edilmekle beraber gerçek yaşını kendisinden başka kimse bilmez! Birçok sıra dışı özelliğe sahiptir. Bunlardan birkaçını sıralamak gerekirse, işe 70’li yılların başından 80’li yılların ortalarına kadar işlettiği ‘Tantana’ isimli Türkiye’nin ilk rock cafesinden başlamak gerekir. Rock cafelerin daha esamisinin okunmadığı yıllarda normal bir semt kahvesini rock kültürünün filizlendiği ve yoğrulduğu bir mekana çeviren Tantana Mustafa aynı zamanda çok iyi gitar çalmasıyla da bilinir. Her ne kadar kendisi bu konuda mütevazı davransa da, Türkiye’nin en iyi gitaristlerinden biri olduğu su götürmez bir gerçektir. İbanez gitarını çaldığına denk gelirseniz, gitarı sanki konuşturuyormuş hissine kapılırsınız.
Semtte ‘Reis’ olarak da bilinen Tantana Mustafa, birikimini başta çocukları olmak üzere Rami’nin gençlerine aktararak birçok müzisyenin yetişmesine ön ayak olmuştur. Müziğin yanı sıra motosiklet tutkusuyla da tanınan Tantana Mustafa, aynı zamanda briç, bilardo, bezik, king gibi oyunlarda da oldukça ustadır. Her yaştan insanla kolaylıkla irtibat kurabilen Tantana Mustafa, özellikle gençlerin adeta sevgilisidir. Oldukça nüktedandır. Zekice yaptığı esprilerle çevresindekileri kırar geçirir. Kendisine yapılan espri ve şakaları da bir mutasavvıf olgunluğuyla karşılamakla kalmaz, anında karşılık vererek ortamı neşeye boğar.
Onun en büyük tutkusu Galatasaray
Gündüzleri pek ortalarda görünmez. Çünkü günün yarısına kadar uyur! Geceleri ise sabahlara kadar kitap okuyarak kendini geliştirmeye çalışır. Onu sık sık felsefe, din, siyaset, spor gibi konularda başkalarıyla tartışırken görebilirsiniz. Tartışmalarda genelde kimse onunla baş edemez. Bilgisinin yetmediği durumlarda kıvrak zekası ve hazır cevaplığı devreye girer.
Tantana Mustafa’nın sahip olduğu en önemli özelliklerden biri de Galatasaray tutkusudur. Öyle ki, semtte Galatasaray denince akla Tantana Mustafa, Tantana Mustafa denince de Galatasaray gelir. Yani öylesine özdeştir. Güne Galatasaray’la başlar ve Galatasaray’la bitirir. Ömrü Galatasaray’ı sevmek ve savunmakla geçmiştir. Galatasaray sevgisi Tantana Mustafa’nın ruhunda, gönlünde, kılcal damarlarında dolaşır. Gururunu da yaşar, coşkusunu da, hüznünü de... Galatasaraylı olmaktan hep onur duymuştur. Çünkü Galatasaray onu hiç bir zaman utandırmamıştır.
Gelgelelim Tantana Mustafa’nın bugünlerde gönlü kırık. Buruk, keyifsiz, tatsız... Bir düş kırıklığından söz ediyor. İçinin acıdığını söylüyor. Bu Galatasaray’ın onun Galatasaray’ı olmadığını dile getiriyor. Hayatının anlamının kaybolduğunu belirtiyor.
Neden böyle oluyor? Çünkü Tantana Mustafa’nın hayatına anlam katan en önemli fenomen Galatasaray, kum taneleri gibi avucunun içinden kayıyor. Sebep sportif başarısızlık değil. O gelir, geçer. Tantana Mustafa’yı ve onun gibi yüreği Galatasaray sevgisiyle çarpan milyonlarca Galatasaraylı’yı kahreden, camianın zirvesinde yaşanan tepişmedir, bölünmedir. Sevginin, saygının yerini kin ve nefretin, zerafetin yerini kabalığın almasıdır. Galatasaray’ın içinin, özünün boşaltılmasıdır. Kafatasçı, ayrımcı bir zihniyetin tekrar hortlamasıdır. Ey sorumsuzlar... Galatasaray’a verdiğiniz zarar ne büyük bir bilseniz; gerçek taraftarı soğutarak...
‘’Alex Barça'ya mı!‘’
Sizi bilmem ama benim sıdkım sıyrıldı. Her sezon sonu yaşanan ilkellikler, bu sezon dozunu artırarak devam ediyor. Fenerbahçe ve Trabzonspor arasındaki şampiyonluk yarışında rekabetin çirkinliği öyle boyutlara ulaştı ki, insanın aklı havsalası almıyor. Ölçü o kadar kaçtı ki, iş koca bir camianın 'günahkar' ilan edilmesine kadar vardı. Aykut Kocaman gibi aklı selim bir adam bile akıl tutulmasına yakalanıp, komplo teorilerine sığınabiliyor. İnsanı ikrah getirten bir çapaçulluk. O yüzden bu işi burada kesip futbola dönelim istiyorum. Rıdvan Dilmen, Belediye maçının ardından 'Alex Nou Camp'a' başlıklı yazısında, "Nüfus kağıdında doğum yılı 1985 ile 1990 arası yazsa, Barcelonalı onu alıp Nou Camp'a götürmüştü. Bence şu anda da oynar da..." diye yazdı. Sizce bu gerçekçi bir yorum mu, yoksa abartı mı? Gelin bir fikir jimnastiği yapalım:
Hemen herkesin görüş birliğine vardığı bir konu var ki, Alex'in zekasıyla diğerlerinin bir adım önüne geçtiğidir. Temposu ve fizik gücü düşük olmasına karşın, çabuk düşündüğü için hamle üstünlüğünü elinde bulunduruyor. Bir bakıma bu konuda Türk futbolcularının fundemental eksikliğinden faydalanıyor. Ligde rekorları alt üst etmesine, hatta Avrupa'da da en çok gol üreten yabancı futbolcu olmasına rağmen (57 maç, 14 gol, 18 asist) Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi çeyrek finalinden başka kayda değer başarısı yok. O maçların kahramanı da Uğur Boral ve Volkan! Elbette futbol bir takım oyunudur. Ancak lider de önemlidir. Alex geçmişte Barça'da oynayabilirdi muhakkak. Ama siber çağın futbolunu oynayan bugünkü Barcelona için bu düşünce biraz fantezi değil mi? Tamam sevelim, hakkını verelim. Ama ilahlaştırmayalım. Hem günümüzde bunu hangi futbolcu hak ediyor ki? Messi ve Ronaldo'dan başka...
‘’Çılgın proje!‘’
Futbolda bir takım için en zor durumlardan biri kaderinin başkalarının elinde olmasıdır. Bu durum, ligin ikinci yarısına 9 puan farkla girip de finişe 4 hafta kala kendi kaderini kendi tayin etme hakkını yitiren Trabzonspor için oldukça tatsız bir pozisyon olsa da, kaybetme korkusunu üzerinden atmasına yol açmıştı. Dolayısıyla bir rahatlama söz konusuydu Bordo-Mavili takım için. Aynı psikoloji teknik direktör Şenol Güneş’e de sirayet etmiş olacak ki, ikinci yarının flaş takımı Gaziantepspor karşısında maça çılgın bir taktikle başladı. Elinde ne kadar forvet oyuncusu varsa sahaya süren tecrübeli teknik adam, yılların stoperi Egemen’i de Cale’nin yerine sol bek mevkiinde görevlendirmişti. Güneş’in oyun planı, Olcan, Cenk, Sosa gibi hızlı ve çabuk oyuncularla, Wagner gibi etkili servis yapan bir virtüöze sahip olan Gaziantepspor’un kolaylıkla cezalandırabileceği bir risk taşıyordu. Üstüne üstlük orta alan hakimiyetini de rakibine kaptırması söz konusuydu. Nitekim maçın ilk 20 dakikasında Trabzonspor istekli ve arzulu görünmesine karşın üretkenlikten uzaktı. Brozek, Umut ve Burak’tan oluşan ileri üçlü sık sık alan değiştirmesine rağmen defans kilidini açmakta zorlandılar. Ta ki 22. dakikaya kadar... Bu dakikada Burak’ın defansın arkasına yaptığı koşunun ardından kaleci ile karşı karşıya kaldığı anda Dany tarafından düşürülmesiyle pozisyonun penaltı ve kırmızı kartla cezalandırılması maçı adeta kopardı. Rakibin 10 kişi kalmasını iyi değerlendiren Trabzonspor’un ilk yarı bitmeden iki gol daha bulması kalan dakikaları angaryaya çevirdi. Her ne kadar Gaziantep’in 10 kişi kalması Trabzonspor’un umulmadık ölçüde rahat bir galibiyet almasına yol açsa da, ligin ilk yarısındaki coşkulu futbolundan örnekler sergileyen Bordo-Mavili ekip, rakibi eksilmese de bu maçı kazanabilecek güçte ve formdaydı. İnsanın aklına, “daha önce neredeydiniz” sorusu da gelmiyor değil hani...
‘’Başbakan'a ayıp!‘’
Şirazesinden çıkmış bir toplumun kendi içindeki sportif rekabetin hangi boyutlara ulaşabileceğini ibretle izliyoruz. Haftalar tükenip finişe yaklaşıldıkça, delirmenin eşiğine gelmişçesine paranoyak bir ruh haliyle birbirimize saldırıyoruz. Yalanın, iftiranın, komplo teorilerinin bini pir para. Belli ki gıdamız bu. Bundan besleniyoruz. Dürüst, adil, karşılıklı saygı çerçevesinde yarışamadığımız için fasit bir dairenin içinde dönüp duruyoruz. Yıllardır kendini tekrarlayan bir kısırdöngüye hapsolmuş durumdayız. Akla ve mantığa aykırı suçlamalar, karalamalar bir kez daha havada uçuşuyor. Öyle ki, işin içine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı bile karıştırdık. Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım ile Kaptanı Alex'in Başbakan Erdoğan'a yaptıkları ziyareti şampiyonluk yarışına tevil ettik. Bu ziyaretten hakemlerin işaret aldığı ve Fenerbahçe'yi kolladığı yorumlarını yaptık. Ardından mahalle baskısına dayanamayan Trabzonspor Başkanı Sadri Şener de Başbakan'ın huzuruna çıktı, iyi dileklerini aldı. Sıradan bir ziyaretin yol açtığı paranoyaya bakar mısınız? Oysa Sayın Başbakan'ın her kulübe eşit mesafede olduğunu bilmiyor muyuz? Tayyip Bey'in memleketi Rize onun zamanında küme düştü, semti Kasımpaşa ikinci kez düşüyor, takımı Fenerbahçe iki kez son hafta şampiyonluk kaybetti. Keza Galatasaray'ın stadını da o yaptırdı. Başbakan'ı her konuda eleştirebilirsiniz, ama bu alanda asla. Eğer bunu yaparsanız, ona büyük haksızlık yapmış olursunuz.. Ve çok ayıp edersiniz.
‘’Işte asıl engel!‘’
Bedensel Engelliler Spor Federasyonu, önce kulüplere kendilerinden izin almaksızın yardım almalarını yasakladı, ardından da milli sporculardan 8 bin liralık tekerlekli sandalyelerin yarısını ödemelerini istedi.
Bu ülkenin neresine el atsanız, çözüm bekleyen binlerce sorunla karşılaşırsınız. Kimi işsizlikten yakınır, kimi yoksulluktan, kimi fırsat eşitsizliğinden, kimi adaletin tesis edilemediğinden... Örnekleri çoğaltmak mümkün. Buna gazete sayfaları yetmez. Bütün bu sorunların kaynağı, Türkiye’nin gelişmişlik düzeyinin çağdaş ülkelerin çok altında kalmasıdır. Şimdi önümüzde genel seçimler var. Partilerin tümü dağ gibi biriken devasa problemleri çözebileceği iddiasıyla çeşitli vaatlerde bulunuyor. Ancak bu vaatler arasında toplumun önemli bir kesiminin yine ıskalandığı görülüyor. Sayıları 8.5 milyona varan engelli vatandaşlarımızın yaşadığı sorunlara çözüm üreteceğini belirten bir parti lideri duymadım şu ana kadar. Çünkü, böyle bir vaadi gerçekleştirebilmek için ülkeyi yeniden dizayn etmek gerekecek! Hani işsizlik, yoksulluk vs. bir süre sonra çözelebilir, ama bırakın iş aş gibi dertlerden muzdarip olmayı, engellilerin bu ülkede günlük yaşamlarını idame ettirmeleri dahi başlı başına büyük bir sorun. Ondan dolayıdır, milyonlarca engelli bir köşeye atılmış, kendi kaderleriyle baş başa bırakılmış durumda.
Engeller nasıl kalkacak?
Hal böyle olduğu için engellileri hayata bağlamak için bir takım sivil örgütlenmelerin devreye girmesi gerekiyor. Onların ihtiyaçlarının karşılanması ve seslerinin duyurulması için bazı vakıf ve derneklere gereksinim duyuluyor. Zaten bugün ortada somut bir takım engelli spor faaliyetleri varsa, böyle taşıma suyla oluyor. Gelgelelim, engelli sporlarının önemli bir kısmını koordine eden Bedensel Engelliler Spor Federasyonu akıllara ziyan bir genelgeyle engelli spor kulüplerinin bir takım kamu kuruluşları ile dernek ve vakıflardan para ve malzeme yardımı almasına kısıtlama getiriyor. 20.01.2011 tarihli genelgede söz konusu yardımların önce federasyonun bünyesinde toplanması gerektiği belirtilerek, buna uymayanların cezalandırılacağı belirtiliyor. Kulüpler neye uğradığını şaşırırken, federasyon ikinci bombayı patlatıyor ve 8 bin lira tutarındaki tekerlekli sandalyelerin parasının yarısını milli sporculardan talep ediyor. Daha fazla söze gerek var mı? Sizce engellilerin önündeki engeller kalkar mı? Bu kafayla!..
‘’Taraftarın Arda sınavı‘’
Fiziken dimdik ayakta görülse dahi, ruhunu paramparça edebilirsiniz. Kısa süre içinde bir enkaza çevirebilirsiniz. Bu, saldırının nereden geldiğine ve saldırılan değerlere bağlı bir olgudur.
Düşman bellediklerinizin size yaptığı tüm kötülüklere katlanabilirsiniz, dayanabilirsiniz, direnebilirsiniz, hatta yediğiniz her darbede daha da güçlenebilirsiniz. Lakin, çok sevdiğiniz ve hiç ummadığınız bir kişiden/kişilerden aldığınız beklenmedik bir darbenin yarattığı travma öylesine ağır olur ki, acısı bir ömür boyu geçmez. Sonsuza dek yüreğinizde ince bir sızı olarak taşırsınız. İçin için sızlar durur.
Arda Turan’ın Türkiye’de yaşadığı trajedi işte böyle bir vak’adır. Hiç kuşkunuz olmasın, onu en çok yaralayan, en çok güvendiklerinden, en çok sevdiklerinden, kendisini en yakın hissettiklerinden gelen darbelerdir. Onu bu ülkeden kaçıracak kadar yıkan, yerle bir eden, kendisine sahip çıkması gerekenlerin arkadan hançerlemesidir. Onu dış saldırılara karşı pamuklara sarmalayıp koruması gerekenlerin, ‘recim güruhu’na katılarak taşlamasıdır, asıl Arda’nın bu ülkeyle gönül bağını koparan. Kim mi bunlar? Taraftarıyla, yönetimiyle, muhalefetiyle, teknik kadrolarıyla (şimdiki hariç) Galatasaray camiasıdır elbette. Arda’nın hayatının anlamı olan Galatasaray’a gönül verenlerin ihanetidir, onun gülen yüzündeki gülleri solduran. Ona yapılan riyakarlıklardır, onu kahreden, yalnızlaştıran.
İzmir’de başlayan flört!
“Sana Paris Hilton yakışır” diye tezahürat yapıp da, sevgilisine sinema kapattığı için Arda’yı yuhalayanlarla, koluna kaptanlık pazubandını takıp da, Galatasaray kaptanının küfür ve hakaretlere maruz kalmasına ses çıkarmayanlar, bilakis hak verenlerdir, son 30 yılda ülkemizde yetişen ikinci dünya yıldızına bu hayatı zehir eden. Arda’yı tüketmek, bitirmek, yok etmek için pusuda bekleyenleri cesaretlendiren de, Galatasaraylıların bu aymazlığıdır.
Ben de Arda’nın Türkiye macerasını kafasında bitirdiğine inanlardanım. Son zamanlarda hatalarını anlayıp da onu kucaklayanların, Arda’nın fikrini değiştirip değiştiremeyeceklerini bilemiyorum. Eminim, önümüzdeki Kayserispor maçı başta olmak üzere bundan sonraki haftalarda başta taraftar olmak üzere Galatasaray camiası Arda’ya hak ettiği değeri verecek, ilgisini esirgemeyecektir. Belki ondan özür de dilenecektir. Olması gereken, yakışanı da budur. Ama kırılan kalp tamir olur mu, o şüpheli. Tespih taneleri gibi dört bir yana saçılan ruh parçaları toplanabilir, bir araya getirilebilir mi, bilinmez. En iyisi işi zamana ve oluruna bırakmak. İzmir’de başlayan, Manisa’da az da olsa alevlenen taraftar-Arda flörtünün yeniden aşka dönüşmesi muhtemeldir. Bu sevgi belki kanayan yarayı da durduracaktır. Ancak onu Türkiye’de tutmaya yetecek midir? Bu, Arda’nın yüreğinin sesini dinlemesine bağlı. O yürek kırıktır kırık olmasına ama Galatasaray sevgisiyle dolu olduğunu da unutmamak gerek. Bilirsiniz, aşk söz dinlemez!
‘’Anti-Fener sendromu!‘’
Bir zamanlar Beşiktaş modaydı. Gordon Milne döneminde zaferden zafere koşan Siyah-Beyazlılara diğer takımlar gıptayla bakıyordu. Dolayısıyla bir kıskançlık vardı. Başarılar katlandıkça futbolseverler Beşiktaş'a karşı şampiyonluk mücadelesi veren takımları destekler oldu. Bir bakıma Anti-Beşiktaş cephesi oluştu! Beşiktaş'ın başarılarının altında hep bir çapanoğlu arandı. Bu sendrom Beşiktaş zirveden düşene ve yerini bir başkası; Galatasaray alana kadar sürdü.
Bu kez süreç Galatasaray için çalıştı. Aynı senaryolar, aynı paranoyalar, aynı komplo teorileri havada uçuştu. Fatih Terim ve talebelerinin emeklerine, çabalarına gereken saygı gösterilmedi. Yerel başarıyı evrensele taşımalarına rağmen...
Bugün ise devir Fenerbahçe'nin devri. Türkiye'nin maddi, manevi ve kurumsal açıdan en iyisi. Çünkü Aziz Yıldırım kulüpleşmek için doğru olanları yaptı. Yalnız futbolda değil, diğer branşlarda da her sezon yarışın içindeler. Bu sezon futbolda Trabzonspor ile çekişiyorlar. Ancak yine aynı hastalığımız nüksetti. Toplum ikiye bölündü; Fenerbahçe ve karşıtları diye.. Ve bir kez daha gerçeğin yerini paranoya aldı. Fenerbahçe'ye karşı Trabzon'un yanında saf tutanlar her taşın altında Aziz Yıldırım'ı arıyor. Fenerbahçe ise düşman bir dünyada yaşadığının vehmine kapılmış durumda. Giderek kendine kibirden bir koza örüyor.. Ve kendini içine hapsediyor. Karşılıklı saflaşmalar, karşılıklı atışmalar. Her hakem hatasının altında bir komplo teorisi aranıyor. Bir akıl tutulmasıdır gidiyor. Bu gidiş sağlıklı bir gidiş değil. Hepimiz birer amok koşucusu olmuşuz! Birbirimizi yok etmeye programlanmış gibi. Kanlı finişe ramak kaldı!