‘’Arda'nın dönüşü‘’
Galatasaray, Dr. Jekyll-Mr. Hyde gibi. Bir yanı aydınlık, bir yanı karanlık! Ancak hangi karakterinin ne zaman baskın çıkacağı belli olmuyor! İlk yarıda Dr. Jekyll’dı Galatasaray. Işıl ışıldı. Arda başroldeydi. Takım halinde kusursuzdular. Koşan, yardımlaşan, savaşan, pas yüzdesi yüksek bir takım vardı sahada. Gerek hücumda, gerek savunmada çok iyi organize oldular. Bunun yanı sıra son iki sezondur alışık olmadığımız bir görüntü sergilediler, ki bu da duran topları etkili kullanmalarıydı. Nitekim atılan iki gol de duran top organizasyonlarından geldi.
Gelgelelim, ikinci yarıda Mr. Hyde oluverdiler! Bu sezon taraftarına kâbus yaşatan o karanlık yönü ortaya çıktı. Manisa’nın agresif futboluna boyun eğdi. Oyunu kendi yarı alanında kabul etti. Pas yüzdesi düştü. Dalga dalga gelen Manisa ataklarında defans alarm zilleri çalmaya başladı. Ev sahibinin kullandığı bütün duran toplarda kalesi gol tehlikesi yaşadı. Bunda yanlış adam paylaşımı ile savunmanın zamanlama hatalarının payı vardı. Nitekim, iki duran toptan iki gol yediler. Manisaspor’un risk aldığı bölümlerde ise bırakılan boş alanları etkili kullanamadılar. Buldukları pozisyonlarda da gerek final paslarındaki başarısızlık, gerekse Stancu’nun yetersiz kalması nedeniyle farkı açacak golleri bulamadılar. Oyunun son bölümlerini ise rölantide geçirmeyi başararak, uzun zamandır arzu edilen deplasman galibiyetini elde ettiler.
Bunda hiç kuşkusuz Arda Turan’ın rolü çok büyüktü. Kaptan oynadı, oynattı. Uğradığı bütün saha dışı saldırılara rağmen, taraftarın sahip çıkması nedeniyle ayakta kalmayı başardı. Darısı yeni sezona!
‘’Baros'a sevgi Arda'ya küfür!‘’
Hakan Şükür’den sonra Türkiye’nin dünyaya sunduğu en önemli yıldız adayını nasıl yerle yeksan ettiğimize tarih önünde şahitlik ediyoruz. Sadece tanık değiliz ki... Fail de biziz. Suça bir şekilde iştirak ediyoruz; ya fiilen ya da susarak. Çünkü linç kültürü genlerimize kazınmış. ‘Vurun abalıya’ şiarı en geçerli düsturumuz olmuş. Hayallerini gerçeğe dönüştürmeyi başarmış bir genç adamı çepeçevre çevirmiş, insafsıca vuruyoruz. Hem de bel altı. Az sayıdaki vurmayanlar da, vuranların safında yer tutuyor. Onu tepelersek, bitirirsek, kaçırırsak başımız göğe erecekmiş gibi. Ve bu hep böyle oluyor. Sürekli kendini tekrarlayan tarihsel bir süreç bu.
Artık belli oldu ki, Arda Turan arkasına bile bakmadan kaçıp gidecek bu ülkeden. Bundan böyle yeni bir Arda Turan kaç yıl sonra yetişir, bilinmez. Oysa onu sevaplarıyla, günahlarıyla sevebilmeli, bağrımıza basabilmeliydik. Onu sevgimizle yüceltmeliydik. Milan Baros’a gösterdiğimiz hoşgörüyü ona da gösterebilmeliydik. Yaptığı hataları bir bilge tevazuuyla ona anlatmalıydık. Akılla, bilgiyle, sağduyuyla ona rehber olabilmeliydik. Ama yapmadık. Kolay olanı seçtik.
Belki de hazmedemedik. Başarı öyküsünü çekemedik. Yeteneklerini, zekasını kıskandık. Hep hayal ettiğimiz ama asla ulaşamadığımız o görkeme sahip olmasını içimize sindiremedik. Bir varoş çocuğunun tırnaklarıyla kazıya kazıya zirveye çıkmasını kabullenemedik. İçimizdeki düşmanı böyle semirttik ve sonra Arda Turan’ın üzerine salıverdik. Ne onun yetersiz altyapısını dikkate aldık, ne toyluğunu, ne cahilliğini, ne de çevresini saran kifayetsiz ordusunu... Hiçbirini önemsemedik. Sadece kazandığı parayı, çıktığı kızı, kullandığı arabayı, yaşadığı pırıltılı hayatı dilimize doladık. Sanki onun yerinde olsak biz yapmayacakmışız gibi.
Ama heyhat, biz böyleyiz işte. Kendimize layık gördüğümüzü kendi öz evlatlarımıza görmeyiz. Kendi hatalarımıza hoşgörü bekleriz, çocuklarımızı affetmeyiz. Gönül kapımız bize ikinci sınıf muamelesi çeken yabancılara ardına kadar açıktır da, kendi değerlerimize duvar öreriz. Bir buçuk yıldır kulağının üstüne yatan, en hayati maçlar öncesinde hakeme küfrederek arkadaşlarını yalnız bırakan sorumsuzluk abidesi Milan Baros’a, bir görünüp bir kaybolan istikrarsız Harry Kewell’a şarkılar yazar, türküler derleriz; ama Arda Turan’ı linç ederiz.
Daha ne diyelim? Öyleyse öl Sezar!..
‘’Taşralı Burak!‘’
Her futbolcunun rüyasıdır, büyük takım forması giyebilmek. Kimi bunu başarabilir, kimi de bir ömür boyu beyhude bekler. İş tabi o formayı sırtına geçirmekle bitmiyor. Asıl görev ondan sonra başlıyor. Önemli olan büyük takımda kalıcı olabilmektir. Sonuna kadar o formayı taşımaktır. Ve iz bırakarak ayrılmaktır. İster jübile olsun, isterse transfer... Bu, bütün dünyada böyledir.
Ülkemizde de futbolcuların ilk hedefi Üç Büyüklere kapağı atmaktır. Bunda hiç kuşkusuz, para, şan, şöhret, ışıltılı bir hayat, İstanbul'un büyüsü gibi etkenler önemli rol oynar. Futboldan ziyade önceliği bütün bunlara verenler kısa bir süre içinde sabun köpüğü gibi kaybolurlar. Bazıları ise ikinci, hatta üçüncü kez şans bulur. Ama her seferinde bir adaptasyon sorunu yaşar ve tekrar taşranın yolunu tutarlar. Burak Yılmaz bu tür futbolculara en iyi örnektir. Beşiktaş'ta 1.5 sezon oynadıktan sonra Holosko karşılığında takas olarak kullanıldı. Başarılı bir Manisa macerasının ardından Fenerbahçe'ye geldi. Bir sezon sonra Eskişehir'e kiralandı. Burada da başarılı oldu. Buna rağmen Fenerbahçe'de tutunamadı ve Gökhan Ünal'a karşılık Trabzon'a gönderildi. Hüsranla biten iki İstanbul macerasının ardından kırılan gururunu tamir etmek için Trabzon'da bir varoluş mücadelesine girdi. İşte onun sıra dışı performansına şaşıranların gözünden kaçan ayrıntı budur: Burak'ın savaşı, bir onur savaşıdır. Kendisine reva görülen muameleye başkaldırıdır. Kaderin garip bir cilvesi olacak ki, takas olduğu oyuncular bugün İstanbul Belediye'de mazilerini ararken, o iki sezondur ligin kaderini belirliyor. Üstelik kovulduğu takıma karşı!
‘’Faruk Süren göreve!‘’
UEFA Kupası, Galatasaray adını tüm dünyaya ezberletip, marka değerine tavan yaptırırken, Seyrantepe Stadı’nın hizmete girmesi de, aydınlık bir geleceğin kapılarını ardına kadar açmıştır. Tabii kulübün çağdaş bir idari yapıya kavuşturulması şartıyla...
Peki, bu yapılanma mümkün müdür?
Bugüne kadar yaşanan gelişmeler ışığında bu soruya olumlu cevap vermek ne yazık ki mümkün değil. Çünkü bu iki tarihi olayın mimarları Faruk Süren ile Adnan Polat, kulüp içindeki ‘derin mekanizma’ tarafından benzer yöntemlerle derdest edildi.
Galatasaray’a tarihinin en büyük sportif başarılarını yaşatan, kulübün kurumsallaşması ve profesyonelleşmesi için projeler geliştiren Faruk Süren, hiç kimsenin anlamadığı bir şekilde, bir oldubittiye getirilerek görevden uzaklaştırıldı. Kulübü batırdığından, zimmetine para geçirdiğine kadar bir yığın çirkin iddia ortaya atıldı. Sonuçta Sayın Süren haklarındaki bütün iddialardan mahkemelerde aklandı. Başta, adını ‘Naylon Süren’e çıkaranlar olmak üzere hiç kimse çıkıp da, Faruk Başkan’a iade-i itibarda bulunmadı. Üzerine sıçratılan çamurla kaldı. Aradan geçen 10 yılda kulübün borçları katlanarak yüz milyonlarca dolara ulaştı. Karşılığında Süren dönemindeki sportif başarıların yanına bile yaklaşılamadı. Bilakis, kulübün vizyonu küçüldü, marka değeri düştü. Bugün gelinen nokta herkesin malumu...
Süren’den sonra darbe yapılarak görevinden uzaklaştırılan Adnan Polat da, kulübün en zor dönemlerinde elini taşın altına sokup birçok ‘idari’ başarıya imza atmanın karşılığını küfür yiyerek ve yönetimi düşürülerek aldı. Üstelik ironik bir şekilde, ‘idari olarak ibra edilmemek’ yoluyla! Seyrantepe’nin yanı sıra, Riva ve şirketlerin birleştirilmesi gibi camianın sırtında kambur olan büyük sorunları çözen Polat’ın, bu muameleye maruz kalması tarihi bir haksızlıktır. Stat açılışında protestocu taraftarına karşı takındığı ‘jandarmavari’ tutumuna, bazı fahiş hatalarına ve bu sezonki inanılmaz sportif çöküşe rağmen...
Şimdi yeni bir süreç başlıyor. Başkan Polat, dünkü basın toplantısında 14 Mayıs’ta yapılacak seçime girmeyeceğinin sinyallerini verdi. Ancak, mücadelesini sürdüreceğinin ipuçları da vardı, açıklamasında....
Gelgelelim, Faruk Süren’in seçime girmemesi için hiçbir neden yok. Sayın Süren bu seçimde mutlaka aday olmalıdır. Kendisine yapılanları içine sindiremediğini ve yıllardır hazırlık yaptığını biliyorum. Ayrıca onun vizyonuna ve tecrübesine sahip bir ikinci kişinin olmadığını da... Faruk Süren, yarım bıraktığı işi tamamlamak üzere tekrar dümenin başına geçmelidir. Camianın ona itibar borcu vardır. Onun da camiaya misyon borcu... Bu hesap kapatılmalıdır.
‘’Galatasaray kümeye!‘’
Sezon sonu Trabzonspor veya Fenerbahçe'den biri ipi göğüsleyecek. Normal şartlarda bu iki kulübümüzün gündemde olması gerekir. Ama olamıyorlar! Çünkü, küme düşme potasının sınırına gelen Galatasaray, şampiyon adayı bu iki takımımızdan daha fazla sayfaları, ekranları ve kahvehane ile meyhane masalarını meşgul ediyor. Bu da doğaldır. UEFA Şampiyonu bir kulübün tersine tarih yazması çok konuşulur. Herkes merak ediyor. Acaba bu sezon bir ilk yaşanabilir de Galatasaray küme düşer mi, diye... Bu hiç önemli değil. Bir takım, adı ve büyüklüğü ne olursa olsun, kötü bir sezon planlaması yapıldı mı, sıradan bir takıma da dönüşebilir, küme de düşebilir. Bu, futbolun doğasında var. Burada Galatasaray'ın Bank Asya'ya gitmesinden daha önemli olan, kulübün içinde bulunduğu durumdur. Camianın neredeyse dörtte üçünü karşısına almış, ancak buna rağmen koltuğu bırakmak istemeyen ve mali kongrede darbe yiyen başkanıyla, yönetimi için için çürüten, başkanına ayağa kalkmayacak kadar Galatasaray geleneklerini ayaklar altına alan yöneticileriyle, başkanına ve futbolcusuna küfür eden kongre üyeleri ve taraftarıyla bu kulüp zaten klasman düşmüş. Daha nereye düşebilir ki! Düşecek bir yer kaldı mı ki? Zihniyet olarak küçülmekten, büyüklüğünü kaybetmekten daha ötesi olabilir mi?
Bakın size resmin tamamlanması için bir şey daha söyleyeyim: Bu hafta oynanacak Trabzonspor maçında Galatasaraylıların büyük çoğunluğu Trabzonspor'u tutacak! Fenerbahçe şampiyon olmasın diye! Daha ne diyebiliriz ki? Koca Galatasaray tarih önünde diz çökmüş vaziyette. Dizlerini dövsen, başını duvarlara vursan ne fayda...
‘’Sözün bittiği yer!‘’
Yaşanılanları futbol terimleriyle izah etmek mümkün değil. Neresinden tutsanız, elinizde kalıyor. Dibe vurmanın sonu bir türlü gelmiyor.
Kulüp, yönetimi ile muhalefeti ile liselisi, alaylısı, üniversitelisiyle paramparça olmuş durumda. Yukarılarda iktidar kavgası olanca hızıyla sürüyor. Bunun takıma yansıması da facia boyutlarında oluyor. Futbolcularda özgüven kaybı tavan yapmış durumda. Tam bir mental çöküş yaşanıyor. Milli takımlarda harikalar yaratan adamlar, Sarı-Kırmızılı forma ile topu 1 metreye itemiyor. Tümü acemiler mangası gibi.
Bülent Ünder’in, Cüneyt Tanman’ın iyi niyetli çabaları, uygulamaya çalıştıkları rehabilitasyon da ne yazık ki yeterli olmuyor. Onlara da yazık oluyor. Bu nasıl travmadır anlamak mümkün değil.
Sahip olduğu tüm birimleri ile unsurlarıyla büyüklüğünü kaybetmiş ve küme düşmüş bir camia var karşımızda. Daha ne söylesek, ne yapsak bilmem ki. İyisi mi susmalı! Ya da ne bileyim, gülmeye falan başlanmalı. Zira susmak ve olan biteni dalgaya almak, bazen bir camiayı hatta bir ulusu dahi, ayağa kaldırabilecek en etkili silah olabiliyor. Geldiğimiz nokta bu...
Galatasaraylı’nın bundan böyle her şeyi zamana bırakması en iyisidir. Kahırlanmanın, saçbaş yolmanın, öfkelenip debelenmenin hiç alemi yok. ‘Su akar, yolunu bulur’ diyelim ve kapatalım.
‘’Galatasaray Türkiye'dir (2)‘’
Dönemin başbakanı Adnan Menderes ve iki bakanının idam edilmesiyle sonuçlanan bu trajik süreç, daha sonra kendini, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1995 darbeleriyle yeniledi. Bilim ve teknolojinin baş döndürücü bir hızla ilerlediği, insanoğlunun evrenin derinliklerini keşfe çıktığı şu milenyumda dahi darbe bulutları ülkemizin üzerinde dolaşmayı sürdürmektedir.
Şu bir gerçek ki, hayata geçirilen her darbe, demokrasi yolculuğumuzu sekteye uğratmakla kalmaz, geride tarifi imkansız acılar ve hiçbir zaman yeri doldurulamayacak kayıplar bırakarak tarihteki yerini alır. Son 50 yılında 4 darbe yaşamış olan Türkiye, bu konuda dünyanın en bahtsız ülkelerinden biridir.
Gerçekleştirilen her darbenin arkasında belli bir zümreyi temsil eden oligarşik güçler vardır. Seçimle işbaşına gelen yönetimleri, çoğunlukla kendilerinden olmadıkları, bazen de kendi çıkarlarına ters düştükleri anda devirmek için her an pusuda bekleyen, sıkı işbirliği içindeki gizli güçlerdir bunlar. Yaptıklarının tek bir karşılığı vardır: İhanet. Bu nedenle Türkiye tarihi, bir bakıma darbeler ve ihanetler tarihidir.
Süren’den sonra Polat’a darbe
Türkiye’nin dünyada en çok tanınan markası Galatasaray’da da bir darbe geleneği vardır. En bilineni, Galatasaray’a tarihinin en parlak dönemini yaşatan, kulübü dünyaya açan ve adının yeryüzünün dört bir yanında duyulmasına neden olan Faruk Süren’in hiç kimsenin çözemediği bir liseli darbesiyle devrilmesidir. Galatasaray bunun bedelini çok ağır bir şekilde ödedi ve hâlâ da ödemeye devam ediyor. Her geçen gün sıradanlaşarak...
Başkan Adnan Polat’ın bugün başına gelenler de bir liseli darbesinden başka bir şey değildir. Hiç kuşkunuz olmasın, Polat liseli olsaydı 2012 Mayısına kadar, hatta belki de daha uzun yıllar görevde kalabilirdi. Bütün hatalarına ve günahlarına rağmen... Son gelişmeler ortaya çıkardı ki, Galatasaray liseliler ve alaylılar olmak üzere karpuz gibi ortadan ikiye bölünmüş durumda. Bugün eli güçlü olan liseliler darbe yapıyor. Yarın da eli güçlenirse, aynı darbeyi alaylılar da yapabilir. Zira Galatasaray’ın anayasası buna izin veriyor. Tıpkı Türkiye’nin anayasanın darbecilere aynı izni verdiği gibi.
7000 bin üyesi ve milyonlarca taraftarı olan bir kulüpte mali genel kurula gelen 600-700 kişinin el kaldırmasıyla başkan indiriliyorsa, kimse o kulüpte demokrasiden söz edemez. Tıpkı anayasanın verdiği yetkiye dayanarak darbe yapılan bir ülkede söz edilemeyeceği gibi.
06.05.2008’de ilk kez ‘Galatasaray Türkiye’dir’ diye yazmıştım. Doğru yazmışım. Galatasaray her bakımdan Türkiye’nin ta kendisidir. Ve Galatasaray tarihi de, Türkiye gibi darbe ve ihanetler tarihidir. Bu Türkiye de, bu Galatasaray da benim Türkiye’m, benim Galatasaray’ım değil. Ama ne yaparsın? Sevdim bir kere. O sevgim her geçen gün azalsa dahi yine de katlanacağım, çekeceğim. Çekeceğiz...
‘’Hagi'nin yerine kim geçmeli?‘’
Diyelim ve geçelim esas konumuza...
Bir sezonu daha büyük bir hüsranla kapayıp, önümüzdeki yıl için yeniden yapılanmanın hesapları içerisine giren Galatasaray’da en önemli mesele teknik direktör seçimidir. Öyle ki, olası bir erken seçimden dahi önemlidir bu durum. Çünkü ne kadar güçlü ve uyum içinde çalışan bir yönetim kurarsanız kurun, teknik adam seçimini doğru yapamadığınız takdirde başarılı olmanız mümkün değildir. Galatasaray’ın bugün içine düştüğü vahim duruma bakılırsa, takıma salt bir teknik direktör değil, gerçek anlamıyla bir ‘kurtarıcı’ bulunması gereği apaçık ortadadır. Kulübü ve Türkiye şartlarını iyi bilen, ligimize yabancı olmayan, yerli ve yabancı oyuncuları kaynaştırabilecek lider özelliklere sahip olan, çağdaş/bilimsel metotlarla çalışan, teknik/taktik zekası üst düzeyde, hırslı ve vizyon sahibi bir teknik adam, ancak dibe vurmuş Galatasaray’ı ayağa kaldırabilir. Futbolla az buçuk ilgilenen hemen herkesin aklına gelebilecek bir kaç tanıdık isim var elbette, bu işin altından kalkabilecek... Başta Fatih Terim ve Mustafa Denizli olmak üzere.
Lucesce veya Yanal olmalı
Ben her ikisinin de bu kaotik ortamda taşın altına ellerini sokacağını sanmıyorum. Üstelik bu isimlere camia içinden yüksek sesle itirazların olacağı da sır değil. Abdullah Avcı ve Tolunay Kafkas’a ise yeterince sabır gösterilmeyeceğini düşünüyorum. Bülent Korkmaz örneği ortada. Geriye iki seçenek kalıyor: Mircea Lucescu ve Ersun Yanal. Her ne kadar Shaktar Donesk ile mutlu bir beraberliği olsa da, Lucescu’nun aklının ve gönlünün Türkiye’de olduğunu bilmeyen yok. Türkiye’de haksızlığa uğraması ve gerçekleştirmek istediklerinin yarıda kalması, Rumen hocanın jübilesini ülkemizde yapması için yeterli gerekçelerdir.
Halen Milli Takımlar Genel Koordinatörlüğü yapan Ersun Yanal ise yerli teknik adamlar içerisinde en uygun ve en hazır olanıdır. Bir kaç yıldır kulvar dışında kalarak ligi uzaktan gözlemleyen Yanal’ın, bazı şeyleri çok daha net olarak gördüğü ve kendisini bu yönde de geliştirdiği göz önüne alınırsa, Galatasaray’a yepyeni bir vizyonla geleceği ortadadır. Milli takımların altyapısını da yakından takip etmesi nedeniyle gelecek vaat eden bazı gençleri Galatasaray’a kazandırabileceğini, futbolculara yaptığı fiziksel ve zihinsel yüklemeyi, oynattığı coşkulu futbolu, hırsını, arzusunu da hesaba katarsak, Yanal’ın Florya’ya ve Seyrantepe’ye yeni bir sinerji katacağı aşikardır. Tek yapılması gereken, -Lucescu ya da Yanal fark etmez- rahat çalışabilecekleri olanakların sunulması ve onlara güvenilmesidir. Hangi yönetim olursa olsun...