‘’Bilica'yı da al Polat!‘’
Şan, şeref ve haysiyet dolu bir tarihle anılır Galatasaray. Bu tarihi yazansa salt sportif başarılar değildir. Asalet, tevazu, terbiye, saygı gibi değerlerdir asıl Galatasaray tarihine anlam katan. Terbiye kavramının Galatasaray ismiyle özdeşleşmesi işte bundandır. 'Galatasaray terbiyesi' diye bir olgunun ortaya çıkması bir asrı geçen yoğun çabaların ürünüdür. Bu kulüp yeri gelir yıllarca şampiyonluklara hasret kalır. Yeri gelir, küme düşme noktasına bile gelebilir. Hatta düşebilir de... Ama vakur duruşundan bir şey kaybetmez. Onu ayağa kaldıracak, sonsuza dek baki kılacak olan da bu duruşudur. Gelgelelim, spor terminolojisine 'Galatasaray terbiyesi' gibi bir kavramı sokan bu büyük kulübümüzün adı bugünlerde, Fenerbahçe kulübesine hareket çeken Colin Kazım'la anılır oldu. Tıyneti belli böylesi bir adam alınırken düşünülmesi gereken bir durumdu bu. Ama düşünülmedi. Bu kulübün sahip olduğu unvanlara zarar verebilecek hiç bir şeyin düşünülmediği gibi! Artık ok yaydan çıkmış görünüyor. Galatasaray değerleri her geçen gün ayaklar altına alınıyor. Sırası gelmişken Bilica, hatta Batuhan gibi oyuncular da transfer edilmeli! O zaman sacayağı kurulmuş olur! Geriye ise tabureye tekmeyi vurmak kalır!
Size bir şey söyleyeyim mi sevgili okur! Ne Galatasaray'ın Fenerbahçe'ye her maçta yenilmesi, ne küme düşme potasına gelinmesi, ne Hagi'nin başarısızlığı, ne kadronun kalitesizliği, ne hatalı transferler, ne yönetimin paramparça olması, ne şu, ne bu... Asıl yıkım Galatasaray'ın değerlerinden uzaklaşmasıdır. Adnan Polat ve yönetiminin bu kulübe verdiği en büyük zarar da budur.
‘’Galatasaray Galatasaray'dır!‘’
Hiç bitmeyecek düşsel bir yolculuk gibidir Galatasaraylılık. Yola çıkmanız yeter! Evrenin sonsuzluğuna salınan bir ışık huzmesi, bir radyo sinyali gibi, kendi rotasında bilinmeyen zamanlara doğru yol alır gider Galatasaray tutkusu. Öylesine güçlü bir bağlılıktır ki bu, bir meftun oldunuz mu, gözler artık başka canan görmez.
Galatasaray’a sevdalandığınız andan itibaren, onu yaşar, onu solursunuz. Sahip olduğunuz her şeyden vazgeçersiniz, bir ondan asla! Galatasaraylı için tek gerçek vardır; o da Galatasaray’dır.
Zaman zaman haşarı bir çocuk gibi olur Galatasaray. Yaramazlıklar yapar. Kızdırır kendisine gönül verenleri. Bazen de hercai davranır. Gözü başka yerlere seğirtir sanki! Sevenlerinden uzaklaşır gibi görünür. Kırar kalpleri. Arada bir de derbeder takılır. Döner sırtını her şeye, her yere; çekilir kendi ıssızlığına. Kapanır içine. Yaklaştırmaz yanına kimseyi. Ulaşılmaz olur. Üzer tutkunlarını.
Çok nadir de olsa, değerlerine yabancılaşır. Gücünü, kudretini, kimliğini inkar edercesine tuhaf davranışlarda bulunduğuna tanık olursunuz. Bölünüyormuş, parçalanıyormuş hissi uyandırır, kalbi onun için çarpanlarda. Bunlar hep olur. Olağandır. Hayata dair hallerdir. Ve her ne oluyorsa, gelir geçer. En sonunda su yolunu bulur, kendi yatağında çağlayarak akar. Engin okyanusa kavuşana kadar...
Muhtaç olduğu kudret...
İşte bugünlerde, o hallerden bir hal daha yaşıyor Galatasaray. Fırtınaya yakalanmış tekne gibi alabora olmuş durumda. İnsanlar birbirine küs, birbirine düşman. Kin, nefret, sevgisizlik almış başını gidiyor.
Camia darmadağın. Parça, pinçik. Bölük, pörçük. Paramparça olmuş aşklar gibi. Yere saçılmış elmas taneleri gibi. Umut yok, ışık yok. Gelecek belirsiz. Galatasaraylı elem, keder içinde. Ümitler yitirilmiş, hayaller ölmüş, düşler kurumuş sanki.
Amma velakin, yürekler Galatasaray için atmaya devam ediyor. Mamafih hayat da öyle... Ve bütün bunlar hayatın bir parçası. Yaşanacak ve bitecek, her ne yaşanıyorsa. Galatasaray yine silkinecek. Yine ayağa kalkacak. Tükendi dendiği anda bir kez daha küllerinden doğacak. Bu, hep böyle olmuştur.
Çünkü milyonlarca seveninin ürettiği sınırsız bir sinerji, çevresini bir hale gibi sarmıştır. Galatasaray’ın manyetik alanıdır, atmosferidir, bu sonsuz sevgi, bağlılık, bağımlılık.
En dipten, en zirveye bir roket hızıyla fırlarken ihtiyaç duyduğu enerji, sevenlerinin ruhunda, gönlünde gizlidir. Ve o enerji ateşlenmeyi bekliyor.
Bekliyor, beklemesine de... “Galatasaray, Galatasaray’dır” diyen Aykut Kocaman bunun farkında, Galatasaray’ı bu hale getirenler değil. İnsana en çok koyan da, bu vurdumduymazlık, aymazlık ve iş bilmezlik!
‘’Viva Zapata!‘’
Öncelikle bir konuyu açıklığa kavuşturmalıyım: Futbolda yerli-yabancı ayrımına şiddetle karşı çıkanlardan biriyim. Futbola kabaca bakış açım; iyi futbolcu/kötü futbolcu, iyi takım/kötü takım çerçevesindedir. Elbette bu işin ortası da vardır; 'vasat' şeklinde tanımladıklarımız... Onlar matematikteki 'etkisiz eleman' gibidirler. Sadece fikstür gereği bu oyunun içinde yer almak zorundadırlar. Bu nedenle konumuz dışındalar.
Futbola aşina olan herkesin çok iyi bildiği bir gerçek vardır ki, sezon başında kurulan iyi bir takım diğerlerinin bir adım önünde başlar yarışa. İyi takımın da, iyi futbolculardan ve iyi bir teknik ekipten oluşacağını söylemenin ise manası yok sanırım. Bu sezona bakıldığında da bu realitenin hayata geçtiğini kolaylıkla görebiliriz. Artık belli oldu ki, sezon sonunda ligin en iyi üç takımından biri ipi göğüsleyecek. Ancak 2010/2011, şampiyon olan takımla beraber Galatasaray'ın tarihsel yıkımının da hatırlanacağı bir sezon olarak kayıtlara geçecek.
Bu konuda o kadar çok şey yazılıp çizildi ki, rahatlıkla 'sözün bittiği nokta' klişesine başvurabiliriz. Bu, işin kolayına kaçmak olur. Söylenecek hala çok şey olduğu kanısındayım. Hep Sarı-Kırmızılı takımdaki yerlilerin kalitesizliğinden söz ettik. Peki ya yabancılar? Başlığa çıktığım kaleci Zapata'dan başlayarak bu takımdaki yabancıların katkısını sorgulamak gerekmiyor mu? Şu anda ne katıyorlar takıma? Örneğin; şu Lorik Cana, Bank Asya'da forma giyebilir mi? Neill, ıslıklanan genç Serkan Kurtuluş'tan daha mı iyi oynuyor sağ bekte? Stancu büyük takım forveti mi? Bir var, bir yok Kewell ve Baroş'la hedefe ulaşılabilir mi? İnsua'yı zaten saymıyorum, Culio dışında gelecek sezon için pırıltı veren yabancı oyuncu var mı? Soruları uzatmanın alemi yok. Aslında her şey apaçık ortada. Bu takım yerlisiyle, yabancısıyla, hocasıyla tepeden tırnağa yanlış kurulmuş. Doğru da kurulamazdı zaten. Kongrede oluşan yanlış yönetimin eseri de, doğaldır böyle olacak. Üç yanlış bir doğruyu götürür derler. Bu kadar yanlışın olduğu yerde doğru mu kalır?
Bir gurur, bir dumur!
Değinmeden geçemeyeceğim. Birbirinden taban tabana zıt iki olgu vardı bu hafta. Biri ne kadar gurur duyulacak bir görüntü ise, diğeri de o kadar iç acıtan bir duyarsızlıktı. Fenerbahçe tribünlerini dolduran kadınlarımızın, '8 Mart Dünya Kadınlar Günü' münasebetiyle ülkemizdeki kadına yönelik şiddete dikkat çeken pankartları ve tezahüratlarıyla ne kadar övünsek, gönensek azdır. Hayatı bize zindan eden tribün çetelerini bertaraf etmenin en iyi yollarından biridir, kadınlarımızı statlara çekmek ve onların taşıdığı ince ruhu futbolumuza katık etmek. Hiç kuşkusuz, Fenerbahçe bunu ligimizde en iyi uygulayan kulüptür. Şükrü Saracoğlu'nun her geçen gün Avrupai bir görüntüye kavuşmasının temel nedenlerinden biridir, aile matinesine dönüşmesi. Aziz Yıldırım'ın ülke sporuna çok büyük emekleri vardır, ama böylesi bir zihniyet değişikliği en büyük hizmeti olacaktır. Bu anlayışın önünde saygıyla eğiliyorum.
Gelgelelim, Fenerbahçeli kadınların tribünlerde yaşattığı bu duyarlılığa inat, Futbol Federasyonu'nun Japonya'da yaşanan korkunç felakete olan kayıtsızlığı yüreğimizi burktu. Avrupa'nın önde gelen tüm liglerinde facia nedeniyle saygı duruşları düzenlenirken, takımlar kollarında siyah bantlarla sahaya çıkarken, bizden çıt çıkmadı. Bir deprem ülkesi olmamıza karşın, tribünlerde yaratılacak bir sinerjiyi, edilecek duaları çok gördük deprem mağduru Japon dostlarımızdan. Hani nerde kaldı, bizim geleneksel yardım severliğimiz, dayanışmamız, empati yeteneğimiz? Bu mudur şimdi? Futbolun barış ve kardeşlik şiarı bizim için geçerli değil mi? Neyse, sözü daha fazla uzatmanın alemi yok. Aslında yapacak pek bir şey de yok. Futbol Federasyonu'nu ayıbıyla baş başa bırakmaktan başka... Tabi yüzleşebilmek gibi bir erdeme sahipseler!
‘’Kocaman sessizlik!‘’
Aykut Kocaman özü sözü bir insandır. Bildiği doğruları sakınmadan dile getirir. Trabzonspor'un penaltıları için konuştuğunda da böyleydi, şimdi de. Peki o halde bugünkü suskunluk niye! Ya o zaman da susacaktı, ya da...
İnandığım bir doğru var; dünya durdukça bu ülkede rekabet, kendi özgün koşulları içinde gerçekleşmeyecek. Hakça, adilce, dürüstçe; hileye, hurdaya, kolpaya kaçmadan rakiple baş etmenin yollarını bir türlü öğrenemeyeceğiz. Öğrensek bile genlerimize kazınmış olan şark kurnazlığı baskın çıkacak ve yine arkadan dolanacağız! Elbette rekabetin olduğu her alanda geçerlidir, bu kural/kuralsızlık. Ancak diğerleri bizim konumuzun dışında. Bizi ilgilendiren futboldaki ölümcül yarış. Sezonun ilk yarısında Fenerbahçe 9 puan geriye düştüğünde Trabzonspor lehine verilen penaltılara ilk tepki, beklenmedik birinden geldi: Aykut Kocaman. Genelde sakin ve ilkeli duruşuyla tanıdığımız Aykut Hoca, Trabzonspor'un hakemler tarafından kayırıldığını ima eden sözler sarf etti. Ardından Şenol Güneş'in malum çıkışı geldi. Sonrasında da bir bardak suda koparılan fırtınalarla havanda su dövdük. Gün oldu, devran döndü. Rüzgarın yönü değişti. Hakemler bu kez Fenerbahçe lehine, Trabzonspor aleyhine düdükler çalıyor. Haliyle puan farkı kapandı, koltuk da el değiştirdi. Ama bakıyorsunuz, o zaman bülbül kesilen Aykut Hoca bu kez sus pus! Oysa biliriz ki, Aykut Kocaman özü sözü bir insandır. Öyle kafasında kuyruğu birbirine değmeyen tilkiler dolaşmaz. Doğru bildiklerini sakınmadan dile getirir. Bu Trabzonspor'un penaltıları için konuştuğu zaman da böyleydi, şimdi de. O halde bugünkü suskunluk niye! Ya o zaman da susacaktı, ya da bugün de çıkıp konuşacak. Tabii yine doğru bildiklerini! Aksi takdirde, doğruların Aykut hoca için Konya'da ayrı, İstanbul'da ayrı tecelli ettiğine inanacağız. İnanmak istemesek bile...
‘’Adnan Polat'ın eseri‘’
Bu takım nice finaller, nice final gibi maçlar gördü. Elland Road, Westfallen gibi cehennemlerden çıktı. “Welcome Ali Sami Yen Hell” sözünü, Avrupa devlerinin zihinlerine kazıdı. “Gerçekleri tarih yazar, tarihi de Galatasaray” sloganını yedi düvele ezberletti. Haklı olarak ‘Avrupa Fatihi’ unvanını kazandı. Bütün bu inanılmaz işleri, kuşaktan kuşağa aktardığı büyüklüğü sayesinde gerçekleştirdi. İşte dün gece de en büyük kozu bu büyüklüğüydü. En zor zamanlarda devreye giren büyük takım refleksiydi, Sarı-Kırmızılı renklere gönül verenleri umutlandıran. Ama ne var ki, kupa rövanşında bu silahı da devreye giremedi, Galatasaray’ın. Çünkü bu bilinçten yoksun bir futbolcu topluluğu vardı sahada.
Ligde yaşanan korkunç hüsranın ardından koca bir sezonun bir maça sıkışması, elbette bir stres ve gerilim yaratacaktı, Galatasaraylı futbolcularda. Ancak bunun üstesinden gelmenin yolu da, giydikleri formanın ağırlığını kavramalarıyla mümkündü. Gelgelelim, Sarı-Kırmızılı takımda, sırtında taşıdığı formanın kutsiyetini idrak etmiş görünen futbolcu yok gibiydi. Evet, Avrupa trenini kaçıracak olmanın getirdiği bir ekstra motivasyon, hırs, istek ve mücadele vardı. Ama bir şey eksikti Galatasaray’da: Futbol aklı. Cim Bom yine oyun kurmakta zorlandı. Yine dağınıktılar. Çabuk düşünemediler, çabuk oynayamadılar. Oynamak istedikleri zaman da çabuklukla telaşı birbirine karıştırdılar. Oysa büyük takım futbolcusu, top ayağına gelmeden bir sonraki hamleyi düşünmek, kazanılan duran topları akıllı kullanmak zorundadır. Bütün bunları yapamazsa büyük takım topçusu olamaz. Tıpkı dün Gaziantep karşısına çıkanların olmadığı gibi. Sıradan futbolcuları takıma doldurarak Galatasaray’ın büyüklüğüne halel getiren, takımı büyük hedeflerden uzaklaştıran Adnan Polat’ın eseridir, dün geceki tablo. Hesabını da vermek boynunun borcudur. Kongreyi, imzayı mimzayı beklemeden...
‘’Florya baskını!‘’
Başkan Adnan Polat, iki yıl önce de Florya'ya bir harekat düzenlemiş ve Feldkamp, "Ben bu zihniyetle çalışamam" diyerek çekip gitmişti. Şimdi ise Hagi ve Sezgin'den ses seda yok. Oysa bu baskın onlara yapıldı.
Endüstriyel dünyanın temel ilkesi profesyonelleşmektir. Duygular bir yana bırakılır, akıl, mantık ve prensipler devreye girer profesyonel iş yaşamında. Başarıya giden yol, profesyonel bakış açısının ve ilişkilerin şirket içinde işlerlik kazanmasından geçer. Tabii bunun için önce iş verenin profesyonel anlayışa sahip olması gerekir. Yani önce patron profesyonel olmalıdır. Ne kadar profesyonel ve işini bilen yönetici seçerseniz seçin, eğer kendiniz profesyonel değilseniz, başarma şansınız yoktur. Çağımızda bacasız endüstrinin en önemli parçalarından biri haline gelen futbolda da bu böyledir. Eski alışkanlıkları bir kenara bırakıp, günümüz şartlarına uygun davranmak zorundasınız. Yoksa zamanın bir yerinde takılıp kalırsınız. Tabii başında olduğunuz kurumla beraber. Tıpkı Galatasaray Başkanı Adnan Polat gibi.
Sayın Polat, Belediye yenilgisi sonrası Florya'ya baskın yaparak futbolcuları topladı ve gözdağı verdi. Bu, Başkan Polat'ın ilk baskını değil. Feldkamp zamanında da Florya'ya çıkarma yapmıştı Adnan Polat. Bunun üzerine Alman teknik adam, "Ben bu zihniyetle çalışmam" diyerek çekip gitmişti. Hagi ve Sezgin ise olanları sineye çekmiş gözüküyor. Oysa herkes biliyor ki, bu baskın onlara yapıldı. "İpleri elime alıyorum" demek, Hagi ve Sezgin'e "siz beceremiyorsunuz" diyerek kapıyı göstermektir. Ve bu, profesyonel bir yaklaşım değildir. Bu, 60'lı yılların ilkel zihniyetidir. 21. Yüzyıl'da bu kafayla hareket ederseniz, Galatasaray'ı çağın gerisine itersiniz. Kendi çalışanlarına darbe yapan başkanıyla, başkanına ayağa kalkmayan yöneticileriyle ve paramparça olmuş yönetimiyle Galatasaray freni boşalmış bir kamyon gibi. Yokuş aşağı son sürat yuvarlanıyor. Yazık.
‘’Hagi ve Sezgin için yolun sonu‘’
Çünkü o takımı kuran da, başına sportif ve teknik direktörü atayan da yönetimdir. Eğer bir yönetim nasıl ki başarıda aslan payını kendine çıkarıyorsa, başarısızlıkta da hesabı vermelidir. Bu hesabı verecek olan da Başkan Adnan Polat’tır. Çünkü Galatasaray’da başkanlık sistemi vardır.
Galatasaray’ın elde ettiği 17 şampiyonluktan 4’ünde kendisinin payı olduğunu söyleyen ve bununla övünen Başkan Polat’ın başarısızlık halinde ise faturayı teknik direktörlere ve futbolculara kestiğini geçmişte yaşananlardan biliyoruz. O nedenle bugünden sonra olacakları da kestirmek için ‘bilge kişi’ olmaya gerek yok. Dünkü Belediye maçı gösterdi ki, Hagi bu sezonu çıkaramayacak. Hatta, bu hafta içinde oynanacak kupa rövanşında Gaziantep’e elenmesi -ki kuvvetle muhtemel- halinde Rumen teknik adamın ülkesine dönmesi sürpriz olmayacak. Ancak bu kez diğerlerinden farklı olarak Adnan Sezgin’in de kulüple ilişiğinin kesilmesi büyük ihtimal. Zira, Hagi’nin hafta içinde “ben kurmadım” dediği takımı kuran Adnan Sezgin’dir. Ayrıca Adnan Polat’ın devre arasında, “Başarısızlıkta ikisi de gider!” sözünü unutmayalım.
Şimdi diyeceksiniz ki, “Bütün bunların sırası mı, bize maçı anlatsana?” Hangi maçı, hangi takımı? Üç pas arka arkaya yapamayan, kullandığı korner atışı sonrası kalesinde golü gören, ardından topu arkadaşının ayağına çarptırarak rakibe pozisyon veren ve ikinciyi yediren, doğru dürüst atak ve savunma yapamayan, bir oyun planı, kurgusu, stratejisi olmayan takımı mı anlatmalıyım size? Evlere şenlik orta saha ve savunmadan mı bahsetmeliyim? Yoksa, kenarda acz içinde felaketi seyreden Hagi’den mi? Geçiniz. Bu takım bitmiş. Bu takımın ruhu yok. Sadece isim, arma ve içi boş forma. Hepsi bu.
‘’Hagi'ye ağıt!‘’
Bilim insanlarının anlatığına göre yeryüzünün en görkemli ve sıra dışı kuşu Albatros’muş. 3.5 metreye varan kanatlarıyla havada yıllardır süzülebilirlermiş. Yavru albatros uçmayı öğrenip havalandıktan sonra 10 yıl boyunca yere inmeden uçabilirmiş. Tarih öncesinin efsanevi kuşlarını andıran albatroslar, bu süre boyunca uyku ihtiyaçlarını da havada giderirlermiş. Uyurken beyinlerinin bir yarısı uyanık kalır ve gideceği yönü belirlermiş. Yeryüzünü bir baştan bir başa kat eden bu inanılmaz yaratık, devasa kanatlarıyla rüzgara ve okyanus dalgalarına hükmedermiş. 85 yıla varan ömürleriyle en uzun süre yaşayan kuşlarmış, albatroslar.
Ancak ne var ki, gökyüzüne bakıldığında görüntüsüyle hayranlık uyandıran bu eşsiz hayvan, zaman zaman beslenmek için gemilerin güvertesine indiğinde denizcilerin eğlencesi olurmuş. Çünkü, ömrünün büyük bölümünü havada geçiren ve yıldızların koynunda uyuyabilen albatroslar, yere indiğinde kanatlarının büyüklüğü nedeniyle yürümekte zorlanırmış. Gemiciler onların kemiklerinden yaptıkları pipolarıyla paytak paytak gezinen albatrosları dürter ve kahkahalar atarmış. Muhteşem kanatları nedeniyle gökyüzünün hakimi olan albatroslar, aynı kanatları nedeniyle de yeryüzünde acz içinde dolanırmış.
Galatasaray sevdalısı bütün futbolseverler için Gheorge Hagi’nin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Galatasaray için çarpan her Sarı-Kırmızılı kalpte Hagi’ye ayrılmış müstesna bir köşe bulunur. Orası Hagi’nin kaptan köşküdür. Gönüllerin sultanı, kalplerin efendisi bu unutulmaz futbol fenomeni, dünya durdukça Galatasaraylı’nın içinde yaşamaya devam edecektir. Ancak ne var ki, Hagi de doğası ve kaderi gereği albatros kuşları gibidir. Devasa kanatlara ve görkeme sahiptir. Ama gökyüzündeyken. Çünkü o bir yıldız. Ve öyle kalmalıydı.
Ömrü boyunca göklerde süzüldü. Rüzgara, dalgalara ve yeryüzüne hükmetti. Ama yere inince sıradan insanların eğlencesi oldu. Belli ki teknik direktörlük ona göre değildi. Yapmamalıydı. Kovulduğu Galatasaray’a bir kez daha gelmemeliydi, ıslıklanmak ve yeniden kovulmak için. Galatasaray’ın bu büyük futbol efsanesinin kaderinin bir kupa maçına bağlı olması ne hazin. Kendini bu duruma düşürmemeliydi Gheorge Hagi. O hep içimizde ve ait olduğu o yerde; yıldızların yanında kalmalıydı. Ona ulaşamamalıydık. Ona dokunamamalıydık. Ona zarar verememeliydik. Onu üzememeliydik. Yazık oldu, o harukülade yıllara ve uçuşlara. Çok yazık...