Arama

Popüler aramalar

‘’Galatasaray Metin Oktay'dır‘’

Ama odam onun posterleriyle doluydu. Çünkü o bana Galatasaray’ı sevdiren, içimi Galatasaray aşkıyla dolduran insandı. Sadece bana değil milyonlarca Galatasaraylı’ya... Metin Oktay bu sevgiyi, milyonlara salt futbolu ve attığı gollerle aşılamamıştı. Sahip olduğu değerlerdi asıl Metin Oktay’ı kalbimize kazıyan. Bu, aynı zamanda Galatasaray değerleriydi. Metin Oktay, Galatasaray değerlerini en iyi temsil eden sembollerden biri olduğu için ölümsüzler mertebesine çıktı. Ondaki asalet, terbiye, tevazu, hoşgörü, saygı, sevgi, insan sıcaklığı, Galatasaray kültürünün bir tuvale yansıması gibiydi. Metin Oktay Galatasaray’dı. Galatasaray da Metin Oktay...
Bu, bugün de böyledir. Gel gelelim, o dillere destan Galatasaray imajı her geçen gün yara almaktadır. Galatasaray’ı bekleyen gerçek tehlike budur. Galatasaraylılar kaçan şampiyonluklardan değil, asıl Cemal Nalga skandalı, Ali Sami Yen Stadı’nın terörize edilmesi, yönetim ve amigolar arasındaki sır ilişkiler, Florya’nın basılması, misafir çocukların bir takım ilkel primatlar tarafından dövülmesi, o vahşilerin Metin Oktay’ın adını taşıyan tesislere sokulması, transfer stratejilerindeki yanlışlıklar nedeniyle Anadolu kulüpleriyle ilişkilerin bozulması, futbol takımı kaptanının gece alemlerinin ve magazin basınının starı, yüzme takımı kaptanının da dans yarışmasının yıldızı olması gibi olaylarla anılmaktan endişe duymalıdır. Asıl umut kırıcı olan, Metin Oktay ruhunun, kimliğinin, her yeni günde patlayan skandallarla yerle yeksan edilmesidir. Gerçekte esef duyulması gereken, kırk yıllık Galatasaraylılar’a, ‘Galatasaraylılığımdan utandım’ dedirtmektir.
Seyrantepe’yi hizmete sokacağı için gönenen Adnan Polat ve yönetiminin önündeki hakiki görev, ayaklar altına alınan Galatasaray imajını yeniden düzeltmektir. Bütün bu olanlar onların suçudur, düzeltmek de yine onların boyunlarının borcudur. Çünkü, Galatasaray bu yüz kızartıcı hadiselerle anılmayı hak eden bir kulüp değildir. Galatasaray bu barbarlıklara, ilkelliklere layık bir kulüp de değildir.
Galatasaray, asalet timsali Metin Oktay’dır. Galatasaray, Türk sporunun öncüsü Ali Sami Yen’dir. Galatasaray, Çanakkale şehidi Hasnun Galip’tir. Galatasaray, Han’ı Yağma’nın şairi Tevfik Fikret’tir. Galatasaray, bütün bu ulvi şahsiyetlerin ve adını anamadığımız daha nicelerinin aynı çatı altında toplandığı bir kulüptür. Ve her kulüp sembolleriyle müsemmadır. Galatasaray da öyle... Bunu kimse değiştiremez, kimsenin gücü de yetmez.

30 Aralık 2010, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Cehaletin daniskası‘’

Sporda çağımızın en büyük illeti hiç kuşkusuz dopingtir. Nice büyük sporcunun ilaç kullanımı nedeniyle spor hayatlarının sona erdiğine epeydir şahit oluyoruz.

Özellikle atletizmde çok yaygın bir klişe vardır: “Doping yapan yapmayan yok, yakalanan yakalanmayan var!” Bunun anlamı gayet açık. Yasaklı madde kullanan/kullandırılan sporcular, bunun önlemini alıyorlar. Zira, farmakoloji bilimindeki baş döndürücü gelişmeler sonucu her zehirin panzehiri de üretiliyor ve zehirle birlikte piyasaya sürülüyor! İlacı kullanan sporcu, silicisini de alınca testlerde anasının ak sütü gibi tertemiz çıkabiliyor! Bu bahsettiğimiz bilinçli doping kullanımı. Bir de işin bilinçsiz yanı var. Doktoru, masörü veya Karşıyaka örneğinde olduğu gibi tecrübeli bir sporcu tarafından verilen ilaçları alıp kendilerini yakan sporcular mevcut. Eğer Baykal Can ile Tiago da, Mustafa Sevgi ve Barış Memiş’le aynı ilacı kullanmışlarsa numunelerinin pozitif çıkma ihtimali yüksek. Karşıyaka olayında söz konusu olan cahilce ve başı boş şekilde ilaç kullanımıdır. Burada dikkat çekmek istediğim nokta şudur: Şayet bir sporcunun A numunesi pozitif çıkarsa, B numunesi de pozitif çıkar. Çünkü ikisi de aynı numunedir! Sporcunun verdiği numune iki ayrı kaba bölünüyor ve öyle saklanıyor.

Zaten B numunelerinin ancak itiraz halinde ve sporcunun yanında açılmasının nedeni de budur. Ve B numunesinin açılması istenip sonuç aynı çıktığında ceza da ikiye katlanır.

28 Aralık 2010, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Seyrantepe'nin huzur getirmesi isteniyorsa...‘’

Futbol takımı açısından son 30 yılın en karanlık günlerini yaşayan Sarı-Kırmızılı camia, bir kez daha arka arkaya uçurulan transfer haberleriyle heyecanlandırılmaya, ayağa kaldırılmaya çalışılıyor. Bugün dünyanın en iyi kulüplerine bakıldığında, bir sezon neredeyse bir transferle geçiştirilirken, Galatasaray devre arasında takımın yarısını değiştirmeye hazırlanıyor. Bu, iflasın belgesidir. Lakin bu aşamada yapacak pek fazla bir şey de yok. Devre arası transferlerinin bazı riskleri de beraberinde getireceği hepimizin malumu. Ancak, Galatasaray’ın sezonun ilk yarısında içine düştüğü durumdan daha kötüsü olamayacağı düşünülürse, bu riskleri almak zorunludur.

Bu saatten sonra geçmişin hatalarıyla dövünmenin, cadı avına çıkmanın da kimseye bir fayda sağlamayacağı açıktır. Bugüne kadar yapılan istifa ya da olağanüstü kongre çağrılarına yanıt alınamadığı göz önüne alınırsa, Galatasaray camiasının yapması gereken, bundan böyle kongreye kadar yönetimin arkasında durmaktır. Kaldı ki, mevcut durum Cemal Nalga skandalından daha ağır değildir.

Tabii, burada yönetime de görev düşmektedir. Öncelikle geçmişten ders alınarak yeni bir yol haritası çizilmelidir. Daha barışçıl ve uzlaşmacı olmalılar. Eleştirilere kulak tıkamamalılar. Transferde yapılacak yeni hataları bu bünyenin kaldıramayacağını bilmeliler. Bu nedenle çok dikkatli olmalılar. Takımın kimyasını bozacak, şöhretinin yüzü suyu hürmetine oynayan oyuncular yerine, uzun yıllar katkı sağlayacak isimlere yönelmeliler. İşe yerli futbolcu kalitesini artırarak başlamalılar. Kasımpaşalı Yekta vb. oyuncuları kesinlikle takıma kazandırmalılar. Mutlaka iki tane çok kaliteli forvet almalılar.

Yabancı transferinde ise oyunun her yönünü oynayabilen, teknik, hızlı, güçlü, çabuk ve atletik futbolcuları transfer etmeliler. Bunun için ise adres, teknik özelliklerinin yanı sıra iş disiplini ve meslek ahlakı üst düzeyde olan Orta Avrupa menşeli futbolculardır. Güney Amerika ve Afrika defteri uzun bir süre kapanmalıdır. Kiralık ve bonservisi elinde futbolcular devri de sona erdirilmelidir. Anıl örneğinde olduğu gibi, A2 Takımı’ndan yetenekli gençler kademe kademe A Takım’a çıkarılmalıdır. Amaç, transferde gövde gösterisi yapmak değil, takım kurmak olmalıdır.

Şimdi diyeceksiniz ki, “Yeni bir şeyler söyle, bunlar hepimizin bildiği ve dile getirdiği gerçekler.” Haklısınız. Ben bir kez daha söyleyeyim. Ne kaybeder Galatasaray? Ayrıca Seyrantepe’nin camiaya huzur getirmesi bütün bunlara bağlı değil mi?

25 Aralık 2010, Cumartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kocaman bir ayıp!‘’

Liderlik Trabzon'un hakkı. Lakin Şenol Güneş'in öfkesi anlaşılmaz. Aykut Kocaman'a hafta içinde giydirmişti. Dün de dozu artırdı. Gereksizdi. O Aykut Kocaman değil miydi, Trabzonlular'ın acısına içi yanıp Fenerbahçe'den kovulan.


Hani artık bilmeyeniniz yoktur, Özdemir Asaf'ın şu meşhur dizelerini: "Bütün renkler hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler." O misal. Aykut Kocaman geçtiğimiz hafta Hürriyet'te Feridun Niğdelioğlu'na verdiği röportajda bir laf etti. Trabzonspor'un son üç maçta kazandığı penaltılara gönderme yaptı. Bence de maksadını aşan bir sözdü. Bir hataydı. Zaten Şenol Güneş'in cevabı da gecikmedi. Genç teknik adamı sert bir dille eleştirdi. Bunun üzerine Aykut Hoca sustu. Doğrusu da buydu. Belki hatasını kabul etti, belki de ortamı gerecek, iki kulübü birbirine düşürecek bir polemiği sürdürmek istemedi. Bilinmez. Gelgelelim, Şenol Güneş dün düzenlediği basın toplantısında Aykut Hoca'ya bir kez daha giydirdi. Üstelik dozu artırarak. Belli ki Şenol Hoca'nın öfkesi dinmemiş. Tecrübeli teknik adamın söz konusu toplantıda Trabzonspor'la ilgili tespitleri ve uyarıları ne kadar doğruysa, Aykut Hoca'yla ilgili sözleri o kadar yanlıştır. Bunlar da maksadını aşan laflardır.

Toleranslı olabilirdi

Bu kadar kirin pasın içinde temiz kalmayı başarabilmiş ender değerlerimizden biri olan Aykut Kocaman'a karşı daha toleranslı davranmalıydı. Fenerbahçe'nin kurumsal olarak hakkını verirken Aykut Kocaman'ı bu camiaya layık biri değil gibi göstermek Şenol Güneş'in bilgeliğine, tevazuuna, hoşgörüsüne yakışmayan bir davranıştı. Kaldı ki, o Aykut Kocaman'ın 15 yıl önce Trabzonspor'la empati kurması nedeniyle başına neler geldiğini hepimiz biliyoruz. Bunlar ne çabuk unutuldu? O Aykut Kocaman değil miydi, Şenol Güneşli Trabzonspor'un şampiyonluğu kaybettiği gece Bordo-Mavililer'in acısına içi yanıp da Ali Şen tarafından kapının önüne konulan? Şimdi hak mıdır, en ufak hatasında darağacına gönderilmesi? Yarın bir gün, birileri de Şenol Hoca'ya aynı davranışı reva görse neler hisseder? Şenol Güneş, "Aykut Kocaman sürç-i lisan etmiştir" deyip geçip gitmeliydi. Ama yapmadı. Galiba Özdemir Asaf hep haklı! Birincilik daima beyazındır!

21 Aralık 2010, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Hagi ile yürür mü?‘’

Ancak içlerinden sadece 3 tanesi benim gönlümde taht kurmuştur: Metin Oktay, Hakan Şükür ve Ghergoe Hagi. Belki bunlara Metin Kurt’u da ekleyebilirdim. Şayet Galatasaray’daki futbol yaşantısı çok kısa olmasaydı. Metin Oktay’ı hiç seyredemediğim halde başımın tacı yapan, onun önce bir insan, sonra da bir süper yıldız olarak sahip olduğu benzersiz özellikleriydi. Hala adını duyduğumda içimin ürpermesi bundandır.
Hakan Şükür ve Hagi’yi ise pek fazla anlatmamın alemi yok. Yakın tarihimizin en büyük futbol fenomeni her ikisi de... Türk futbolu, dünyanın doruklarına onların önderliğinde yükselirken, beraber gururlandık, beraber onurlandık, beraber gönendik. Yaşayan her Türk futbolseverin onlara bir minnet borcu vardır.
Gelgelelim, bu üç efsane sporcunun ortak bir özelliği var ki, o da beşeri ilişkilerinde duygusallıklarının ön plana çıkmasıdır. Metin Oktay ile Hakan Şükür, hassas ve kırılgan yapıları nedeniyle pek çok kez baş etmekte zorlandıkları sorunlarla karşı karşıya kalmışlardı. Zaman zaman ruhsal çöküntü yaşamışlardı. Bazen atlatmışlar, bazen de atlatamamışlardı. Onların ki, içe dönük yıkıcı tepkilerdi.

Öfke kontrolü yok
Hagi’nin duygusallığı ise daha farklı bir boyutta tezahür ediyor. Onunki de yıkıcı. Ama dışa dönük. Çünkü çok çabuk parlıyor ve öfke kontrolü yok. Etrafını bir anda yakıp, yıkıyor. Ve zeplin gibi şişmiş bir egoya sahip. Bunun sebebi de futbolculuğunda ulaşmış olduğu mertebe ile futbolu çok iyi bilmesi. Zekası ve kurnazlığıyla, içinde yetiştiği kültürün ona kazandırdığı otoriter eğilimler de bu durumu pekiştiriyor. Çalışkanlığı, disiplini, mesleğini ve Galatasaray’ı çok sevmesi Hagi’nin olumlu özellikleri. Lakin sadece bunlar Galatasaray’da teknik direktörlük yapması için yeterli midir? Teknik direktörlük, salt takımını çalıştırıp maça hazırlamak, kadro yapmak, müsabaka sırasında oyuncu değiştirmek midir? Kuşkusuz hayır. En iyi teknik direktör, en zorlu koşullarda kriz yönetimini başarıyla gerçekleştirerek yalnızca takımı değil, camiayı de ayağa kaldıran teknik direktördür. Büyük hocalığa geçiş böyle olur. Terim, UEFA Kupası’nı kaldırmadan önce kim bilir ne krizler atlatmıştır? Bir anlatsa da öğrensek! Hagi’de ise ne yazık ki bunun emarelerini göremiyoruz. Misimoviç olayı, futbolcuları basın önünde aşağılaması, yönetime yaptığı göndermeler en somut örnekler. Öfke sorunu, geçimsizliği ve egosu nedeniyle şu ana kadar verdiği liderlik sınavından geçerli not alamadı. Bundan sonra olur mu? Umarım olur. Ama yaptıkları yapacaklarının teminatı ise umutlu olmamız için pek fazla sebep yok. Keşke efsane futbolcu Hagi olarak gönlümüzde yaşamaya devam etseydi.

16 Aralık 2010, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Ali Sami Yen'in gözyaşları‘’

Başlığa bakıp hamaset yapacağımı sanmayın. Bahsetmek istediğim, protestonun da akıllıca, zekice, muzipçe yapılabileceğidir. Koltukları söküp sahaya atmak barbarlıktır, vandallıktır. O yere saçılanlar, paramparça edilmiş yarım yüz yıllık anılardır.


Bir kulübün tarihini yazarken, stadıyla birlikte ele alırsınız. Geçmiş zamanın izini sürerken, nice zaferlerin, hüsranların, sevinçlerin, acıların yaşandığı o mekandan ayrı tutmazsınız hiç bir detayı. Çünkü orası tanıktır. Sessiz tanık. O kulübü var eden, varlığına anlam katan değerlerin en önemli parçasıdır, maçlarını oynadıkları statlar. Sesler, renkler, yüzler, geçmiş, gelecek hep oralarda şekillenir. Taraftarın, stat kapısından içeri adımını atar atmaz kendini huşu içinde bulması bundandır. Neredeyse kendilerini evlerinden bile daha huzurlu hissederler. Statların bir mabede benzetilmesi boşuna değildir. Modern çağın trans merkezidir stadyumlar. Taraftar gönül verdiği takımına ancak kendi mabedinde dokunur, ruh üfler, birlikte vecde olur. Endüstriyel futbolun dayatmasıyla bugün o nostaljik dinamiğinden ödün verse de, statlar yine de manevi yönleriyle hayatımızda özel bir yere sahiptirler.

Gel gelelim, bugün tribünlere hakim olan çağ dışı bir anlayış, giderek statlarımızı özünden uzaklaştırmaya, bir terör merkezi haline getirmeye başlamıştır. Eğitimden, kültürden, insanlıktan nasibini almayan bir lümpen kesim, küfretmeye, ölmeye, öldürmeye, kesip biçmeye, çatışmaya geldikleri statları tam anlamıyla cehenneme çevirirken, gerçek taraftarı da evlerine hapsetmiştir. Yöneticilerin koruması, kollaması, güvenlik güçlerinin de göz yumması eşliğinde....

Galatasaray'ın son lig sınavına çıktığı Gençlerbirliği maçında yaşananlar da bu trendin bir parçasıdır. Bir taraftarın takımını alkışlaması kadar protesto etmesi de hakkıdır. Ancak bunun da bir inceliği vardır. Protestonun da akıllıca, zekice, muzipçe yapılanı makbuldür. On yıllar boyunca nice gururun, coşkunun, elem ve kederin yaşandığı bir stadın koltuklarının sökülüp sahaya atılması kelimenin tam anlamıyla bir barbarlıktır, vandallıktır. O yere saçılanlar aslında koltuk parçaları değil, bir kaç dakikada paramparça edilen yarım yüzyıllık hatıralardır. Saygı duyulması, önünde eğilmesi gereken benzersiz anılardır, kırıp döktükleriniz. Ali Sami Yen'e son gününde bunu reva görüyorsanız, Seyrantepe'ye kimbilir neler yaparsınız yarın bir gün. Çünkü siz, ne taraftar, ne şu, ne busunuz. Siz, otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusunuz. Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun deyimiyle...

15 Aralık 2010, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’UEFA Göreve!‘’

Beşiktaş-Bursa olayları bir kez daha gösterdi ki, biz tek başımıza bu işin altından kalkamayacağız. Bir dış müdahale lazım. Tıpkı, AB'nin demokratikleşmeyi dayatması gibi. UEFA, tribün terörünü bitirene kadar bize Avrupa Kupaları'nı yasaklamalı.

Uzun süredir pusuda bekleyen şişedeki cin pazar günü nihayet çıktı. Dolmabahçe meydan muharebesi, tribün terörünün karanlık yüzüyle bir kez daha yüzleşmemizi sağladı. Başta kulüp yöneticileri olmak üzere, Futbol Federasyonu'nun, güvenlik güçlerinin ve hatta Futbolda Şiddet Yasası'nı 1.5 yıldır çıkarmayan hükümetin basiretsiz tutumu nedeniyle sokaklar bir kez daha tribün teröristlerine teslim oldu. Şiddet göz göre göre geldi. Olan oldu, biten bitti. Akacak kan damarda durmadı! Can kaybı olmadığına vurgu yapıldı, bizler de halimize şükretmemiz gerektiğini anladık! Şimdi hararetle tartışma zamanı! Öngörülebilir ve önlenebilir olmasına karşın sorumluların sebep olduğu ihmaller zinciri nedeniyle önüne geçilemeyen bu vahşeti doğuran bir dizi faktörden söz edilecektir. Yöneticilerin himayesinde palazlanarak azgınlaşan çetelerin tribünlerdeki hakimiyetinden, protestocu öğrencileri doğduklarına pişman eden polisin holiganlara karşı sınırsız hoşgörüsünden, işsiz-güçsüz, mesleksiz, eğitimsiz, aidiyetsiz, geleceğe dair hiç bir umut kırıntısı taşımayan lümpen sürüsünün gerçek taraftarın yerini almasından, yeni düzenlemeleri beklerken, mevcut yasanın dahi layıkıyla uygulanmamasından dem vurulacaktır. Stat terörüne dair her şey enine boyuna masaya yatırılacaktır. Çözümler aranacaktır. Tıpkı bundan önceki olaylarda yapıldığı gibi. Yaşananların etkisi bir kaç gün sürecek, sonra da balık hafızamız devreye girecektir. Ta ki, yeni trajediler kapımızı çalana kadar. Oysa gerçek bütün çıplaklığıyla ortada. Tribün terörüne son verecek bir iradeye sahip değiliz. Beşiktaş-Bursa olayları bunu bir kez daha gösterdi. Biz tek başımıza bu işin altından kalkamayacağız. Bir dış müdahale lazım. Tıpkı Avrupa Birliği'nin demokratikleşmeyi dayatması gibi UEFA da bu konuda devreye girmeli. Öyle uyarı filan değil. Yaptırım uygulamalı. Tribünlerdeki yangını söndürene, insanca futbol oynamayı ve seyretmeyi öğrenene kadar Türk takımlarına Avrupa Kupaları'nı yasaklamalı. Çünkü, bu akıl tutulmasının sona ermesi için başka da yol yok.

08 Aralık 2010, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Polat'ın hakkı Polat'a!‘’

Reaksiyonumuz genellikle akıl ve mantıktan yoksun oluyor. Tamamen duygularımızla hareket ediyoruz. Bunu yaparken de hislerimizi kontrol edemiyoruz. Dolayısıyla, karşı çıktığımız ya da taraftarı olduğumuz her ne ise, öfkemiz de, sevinçlerimiz de yıkıcı oluyor. Ya linç ediyoruz ya da kutsuyoruz. İkisinin ortası yok. Makul olmak, soğukkanlı davranmak, sağduyulu hareket etmek, analitik düşünmek bize o kadar uzak ki, her toplumsal ya da sportif olayda kendimizi bir kaosun ortasında buluyoruz. Sürekli kasırgalarla, boralarla, tayfunlarla boğuşuyoruz. Üstelik bu fırtınalar, kendi ektiğimiz rüzgarların sonucu! Böylelikle cehennemimize giden yolun taşlarını kendi ellerimizle döşüyoruz. Bu, kahrolası bir kısırdöngü. Kendimi bildim bileli bu fasit dairenin içindeyiz.
Galatasaray’ın futboldaki başarısızlığı dolayısıyla bu kaotik manzarayla bir kez daha yüzleşme fırsatı bulduk. Özellikle Adnan Polat ismi etrafında koparılan fırtınalar öylesine sert esiyor ki, neredeyse asırlık kulübü önüne katıp götürecek. Adnan Polat’ın futbol yönetiminde ve ekibine hakim olmadaki başarısızlığı tartışılmaz bir gerçek. Futbol olmasa, Galatasaray kulübünün hiç bir popülaritesi, gücü, etkinliği, potansiyeli ve taraftarı olmayacağı da aşikar. Galatasaray salt bir futbol kulübü değil ama futbolsuz varlığını sürdürmesi de imkansız. O nedenle futbolda yapılan hataların, kulübün diğer alanlarına sirayet etmesi, oraları da olumsuz etkilemesi kaçınılmaz.
Bundan dolayı futbolda alınan başarısız sonuçların başkanı ve yönetimi silkelemesi de doğal. Ancak, yapılan eleştirilerde bu kadar acımasız mı olmalıyız? Başkan ve diğer yöneticilerin kişilik haklarına saldırmalı mıyız? Onlara hakaretler mi yağdırmalıyız? Taraftarı göreve çağırarak linç mangaları mı oluşturmalıyız, idam sehpaları mı kurmalıyız? Daha ölçülü olmanın bir yolu yok mu? Futbol nedeniyle yönetimi yerden yere vururken, onların kulüp yapılanmasındaki diğer olumlu icraatlarını görmezden gelmek hakkaniyetle bağdaşıyor mu?
Polat ve yönetiminin, Seyrantepe Stadı’nın tamamlanmasında, kulübe önemli bir nakit girdisi sağlayacak Riva projesinde, şirket birleşmesinde, ürün pazarlamasındaki pazar payını artırmasında, Florya Tesisleri’nin Avrupai hale getirilmesinde, amatör branşların yeniden yapılanmasında ve her birinde iddialı hale gelinmesinde gösterdikleri performansı bir anda elimizin tersiyle itip, bu ekibi ‘tarihin en kötü başkanı ve yönetimi’ diye yaftalamak insafsızlık değilse, nedir?
Ben de eleştirenler arasındayım. Bundan sonra da eleştirmeye devam edeceğim. Ama bardağın dolu tarafını da görmek gerek. Amaç, o bardağı devirmek olmamalı! Bütün bu hoyratlık, ortada dolaşan bu zalim dil, ister istemez insanın aklına şunu getiriyor: Sakın hedef Adnan Polat değil de, Galatasaray olmasın!

02 Aralık 2010, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI