Arama

Popüler aramalar

‘’Emre'nin isyanı!‘’

Emre Belözoğlu'nun takım arkadaşlarına yönelen öfkesini iyi analiz etmek lazım. Konu, onun hırçınlığıyla geçiştirilecek kadar basit değildir. Kaptan'ın başkaldırısı, Fenerbahçe formasının ağırlığını hissetmeyenlere karşı bir duruştur.

Türkiye'de ayağını topa değdiren hemen herkesin rüyasını süsler Üç Büyükler'in formasını giymek. Kimi yeteneğiyle, kimi de şansıyla bu onura erişir. Lakin iş, formayı giymekle bitmez. Bilakis her şey ondan sonra başlar. O formalar kutsal emanetler gibidir. Manevi ağırlıklarını ölçecek tartı aleti henüz icat edilmemiştir. O nedenle formayı sırtına geçirenler, altında ezilmemek için güçlü, dirayetli ve sorumluluk sahibi olmalıdır. Giydikleri formanın hakkını vermek boyunlarının borcudur. Bundan dolayı canla başla çalışmak, terinin son damlasına kadar mücadele etmek, kafalarını, gözlerini yararcasına savaşmak zorundadırlar. Aksi takdirde o formanın içinde kaybolurlar.

Bu sezon sergilediği sıra dışı performansla 'Fenerbahçe ruhu'nu temsil eden Emre Belözoğlu'nun son haftalarda arkadaşlarına yönelen öfkesini anlamak için meseleye bu yönüyle bakmakta fayda var. Çünkü olay, tecrübeli futbolcunun hırçınlığıyla geçiştirilemeyecek kadar girift ve karmaşık. Sahanın içinde varını yoğunu ortaya koyan, tekmeye kafa atan, kaybetmemek için tek kişilik ordu gibi savaşan Emre Belözoğlu, diğer oyuncularda aynı çabayı görmediği zaman çileden çıkıyor. İşini doğru yapmayana, sorumluluğunu yerine getirmeyene, sahada vurdumduymaz, lakayt davranana sert ikazlarda bulunuyor, bağırıyor, çağırıyor. Görüntüsü her ne kadar dışarıdakilere itici gelse de Emre haklıdır. İsyanı, Fenerbahçe formasının hakkını vermeyenleredir. O formanın ağırlığını hissetmeyenlere karşı bir duruştur Emre'nin başkaldırısı.

Fenerbahçe sahada kaybedebilir; ama aslolan, kaybederken sonuna kadar direnebilmektir. Fenerbahçe formasını giydiğin zaman asla pes etmeyeceksin, baş eğmeyeceksin, kolay teslim olmayacaksın, yenilsen bile rakibini yara bere içinde bırakacaksın. Fenerbahçelilik budur, Fenerbahçe büyüklüğü bundan gelir. Emre'nin çırpınışı, arkadaşlarına bu bilinci aşılama çabasıdır. Saygı duyun, şapka çıkarın.

03 Kasım 2010, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Galatasaray'daki değer erozyonu‘’

Bu dünyada her şeyinizi kaybedebilirsiniz. Malınızı, mülkünüzü, servetinizi, sevdiklerinizi, dostlarınızı, geçmişinizi, geleceğinizi... Sıfırı da tüketebilirsiniz. Lakin sahip olduğunuz değerlere sımsıkı sarılabiliyorsanız, kaybettiklerinizi tekrar geri kazanabilme şansına sahipsiniz demektir. Aslolan, sizi siz yapan değerlerinizi, kimliğinizi, karakterinizi kaybetmemektir. Dipten dibe savrulsanız bile ayağa kalkma gücünü, ancak ve ancak var oluşunuzun teminatı olan hasletlerinizden alırsınız. Bu kişiler için de böyledir, kurumlar için de... Ve hayatın şaşmaz kurallarından biridir.

Ülkemizin en önemli varlıklarından biri olan Galatasaray da değerleriyle anlam kazanan bir kulüptür. Galatasaray ismi ile özdeş olmuş asalet, terbiye, ruh, büyüklük gibi kavramlar, Sarı-Kırmızılı camianın olmazsa olmazlarındandır. Galatasaray camiası bu değerlere bugün de sıkı sıkı sarılmaya devam ediyor. Ancak ne yazık ki, 2000 yılından beri yapılan yönetimsel hatalar nedeniyle özellikle büyüklük konusunda müthiş bir erozyon yaşıyor. Galatasaray yine büyük, büyük olmasına, lakin her geçen gün bu kimliğinden ödün veriyor. Bunun saha içinde alınan başarısız sonuçlarla ya da yıllardır kötü giden mali tabloyla -ki şu anda bu meseleyi çözmüş durumda- hiç bir alakası yok. Sorun zihniyette. Başarısızlıklar sadece tetikleyici ve besleyici unsurlardır. Eğer büyük düşünüyorsan, büyüklüğüne yakışır planlamalar yapıyorsan, ne başarısızlık, ne de parasızlık seni hedefinden alı koyamaz; bulunduğun yerden de aşağı çekemez.

Galatasaray’da son 10 yıldır yöneticilerden başlayarak, futbolculara ve taraftara kadar sirayet eden bir zihniyet değişikliği yaşanıyor. Ligdeki ve Avrupa kupalarındaki durumu ne olursa olsun, ezeli rakibine karşı hangi sonucu alırsa alsın her daim büyük düşünen Galatasaray camiası giderek hedef küçültüyor. Saracoğlu Stadı’nda alınan son beraberliğe Galatasaray camiasının verdiği tepki bunu açıkça ortaya koyuyor. Şartlar bu kadar aleyhteyken Fenerbahçe’den puan almak önemlidir önemli olmasına ama bu sonuç herkesi bu kadar rahatlatmalı mıydı? Sabri taraftara o üçlüyü çektirmeli miydi? Taraftar Florya’da kutlama yapmalı mıydı? Bir Fenerbahçe beraberliğine bu kadar sevinilmeli, bu kadar methiyeler düzülmeli miydi? Galatasaraylı bu soruları kendine sormalı ve samimi cevaplar vermeli. Ve şunu düşünmeli: Büyük Galatasaray, küçük mutluluklarla yetinmeli mi?

28 Ekim 2010, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Cim Bom'un onuru‘’

Toplum olarak pençesinde kıvrandığımız sari hastalıklarımızdan biri de, kendimizden olmayanları, kendimiz gibi düşünmeyenleri ya da iştigal ettiğimiz alanda bize rakip olanları küçümsemek, aşağılamak ve onlarla alay etmektir. Elimize geçirdiğimiz her fırsatta onurlarını çiğner, gururlarını kırarız. Bunu rakiplerimize karşı uyguladığımız psikolojik savaşın bir parçası olarak görürüz. Hayatın her alanında karşımıza çıkan bu olgu, özellikle politikada ve sporda sık sık başvurduğumuz bir yöntemdir. Karşımızdakini yok saymak, değer vermemek, saygı duymamak, içine hapsolduğumuz kısır döngüden başka bir şey değildir. Beraberinde ölümcül bir kibri de barındıran...

Ve bu hastalık öylesine bulaşıcıdır ki, gün gelir aşağılanan, onuru çiğnen de kendisini güçlü hissettiği anda karşısındakine aynı davranışı reva görebilir. Yıllar önce Galatasaray'ın Türkiye'yi ve Avrupa'yı salladığı zamanlarda bazı densizler, kendi içindeki sorunlarla boğuşan Fenerbahçe'ye tepeden bakmışlar, aşağılamışlardı. O günlerin metaforu 'Annenizin Ligi' idi. Bu snop tavır, derbilerde Fenerbahçe'ye adeta doping etkisi yapıyordu. Gün geldi, devran döndü, roller değişti. Galatasaray, son 20 yılın en kötü günlerini yaşadığı, tam anlamıyla dibe vurduğu şu günlerde aynı davranışa maruz kaldı. Her ne kadar olaylar Fenerbahçe kulübünün dışında gelişse de, Galatasaraylı futbolcuların onurlarının ayaklar altına alındığı bir hafta geçirdik. 'Rakip kaleye pota asalım','Maçı Abdi İpekçi'de oynayalım' tarzındaki zevzeklikler, Sarı-Kırmızılı oyuncular için en büyük motivasyon kaynağı oldu. Ardından da olay, Saracoğlu Stadı'nda duygusal bir patlamaya dönüştü. Aslında olan biten budur: Aşağılanan insanların başkaldırısı. Umarım herkes bundan bir ders çıkarır da, uygarlığın temel ölçütünün rakibe saygı olduğunu kavrarız. Hele bu rakip ezeli rakibimizse...

27 Ekim 2010, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Muhteşem Bursa‘’

Futbola dair ne varsa, hemen hemen hepsini görmek mümkündü, Ankara 19 Mayıs Stadı’nda... Hırs, arzu, istek, tempo, mükemmel hücum organizasyonları, birbirinden güzel goller, kaçan pozisyonlar ve rakibe saygı... Rakibe saygı kısmı hariç, bu söylediklerimizin tamamı ilk 45 dakikada yaşandı. Böyle olmasının nedeni ise, iki kulüp arasındaki dostluk ve kardeşlik bağlarıydı. İlk yarıyı 5-1’lik skorla kapayan Bursaspor’un ikinci yarıda frene basması, Yeşil-Beyazlı futbolcuların buldukları pozisyonlarda topu boş kale yerine dağlara taşla atmaları, Ankaragücü’nü tarihinin en farklı yenilgisinden kurtardı. Öyle ki, 8-0’lık Galatasaray mağlubiyetini bile gölgede bırakacak bir skor çıkabilirdi ortaya.

Oysa Ankaragücü maça fırtına gibi başlamış ve Sestak’la müthiş de bir gol bularak zevkli ve çekişmeli bir karşılaşma geçeceğinin sinyallerini vermişti. Ne var ki, Ankara fırtınası sadece 15 dakika sürdü. Yine bir duran top organizasyonundan, yine bir stoperiyle skora denge getiren Bursaspor, bu golden sonra sazı eline aldı ve çaldı da çaldı. Sağdan, soldan, ortadan; bulabildiği her boşluktan rakip kaleye akan Yeşil-Beyazlılar, Ankaragücü’nün üstüne adeta kabus gibi çöktü. 15 ile 45. dakikalar arası Başkent ekibi için alacakaranlık kuşağı gibiydi. Battala’nın önderliğinde hücum futbolundan nefis örnekler sunan Bursaspor, arka arkaya bulduğu gollerle farka koşarken, 19 Mayıs tribünlerini dolduranlara adeta bir görsel şölen sundu. Bunda, maç boyu sadece 4 faul yapan Ankaragücü’nün yumuşak oyununun katkısı olsa da, asıl etken Bursaspor’un alışılmadık hücum zenginliğiydi. Ertuğrul Sağlam’ın dört hücumcuyla sahaya çıkması ve bunlar arasındaki kolektif uyum, genelde az gol atıp, az gol yiyen Bursaspor’a bambaşka bir kimlik kazandırmıştı. Darısı, kalan Şampiyonlar Ligi maçlarına...

25 Ekim 2010, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Adnan Polat'ın vizyonu!‘’

Galatasaray'da fatura Rijkaard'a kesildi. Ancak gözden kaçan bir şey var: Saftig, Kuzmanovski ve Mapeza facialarının sorumluları bugün de icranın başında. Cana, Pino derken şimdi de Hikmet Karaman! Bu vizyonla bu kadar olur

Her zaman savunduğum bir ilke vardır: Büyük kulüplerin büyük hocaları, büyük futbolcuları olmalıdır. Ve büyük düşünen başkanları. Zaten büyüklük düşüncede başlar. Büyük düşündüğün oranda büyüme şansın olur. Hele bir de büyük bir kulübün başına geldiysen, büyük düşünmekten başka çaren yoktur. Son 20 yılın en kötü günlerini yaşayan Galatasaray'da asıl sorun budur. Sorun, Başkan Adnan Polat'ın vizyonsuzluğudur. Ve bu yeni değildir. 1994/95 sezonunda da Adnan Sezgin ile birlikte iş başında olan Adnan Polat bugünlere benzer icraatlar sergilemişti. Takımı Alman Saftig'e emanet eden ikili, yabancı transferinde de büyük hünerler sergileyerek Kuzmanovski ve Mapeza'yı takıma kazandırmıştı! Sonuç malum: Kısa süren bir fetret devri. Polat/Sezgin ekürisi bugün de icranın başında. Son iki yılda sergiledikleri performansa bakıldığında bir arpa boyu yol aldıklarını görebiliyoruz! En azından hoca konusunda aşama kaydetmişlerdi. Rijkaard doğru seçimdi. Ancak Hollandalı'nın tutuculuğu nedeniyle kan uyuşmazlığı yaşandı ve takım dibe vurdu. Doğal olarak fatura da ona kesildi. Peki, Rijkaard gidince Polat ve Sezgin günahlarından arınacak mı? Birden bire piru pak mı olacaklar? Hadi geçen sezon harala gürele gitti diyelim. Başarısızlık da ortadayken bu sezon alınan önlemlere bakalım: Keita'nın yerine Pino, Mehmet Topal'ın yerine Cana! Ve kelepir diğer transferlerle alınmayan santrafor. Haldun Üstünel olayı da cabası! Tek doğru Misimoviç. Ona da zaman lazım. Şimdi ise gündemde Saftig'in tercümanı Hikmet Karaman! Şimdi bu mudur? Galatasaray başkanının vizyonu bu mu olmalıdır? Nerede büyüklük, büyük düşünce? Hepsi bir yana, asıl tehlike ne biliyor musunuz? Galatasaray 80'li yıllara doğru son sürat yuvarlanıyor. Yeni 14 senelere hazır olun!

20 Ekim 2010, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Florya'yı kapatın!‘’

Sezon açılışlarının yılın en önemli spor olaylarından olduğu zamanlardan biriydi. Son iki yılı şampiyon kapayan Galatasaray, Ali Sami Yen’de 1988-89 sezonunu açıyordu. 1987-88’de 14 branşın 13’ünde kazanılan şampiyonluklar nedeniyle açılış tam bir görsel şölene dönüştürülmüştü. Şampiyon takımlar geçit töreni yapıyordu. Altyapı gruplarının tamamı, kendi kategorilerinde sezonu zirvede bitirmişti. Statta en büyük alkışı da onlar aldı. O gündür bugündür Galatasaray’ın altyapısı, elde ettiği şampiyonluklar ve Türk futboluna armağan ettiği yıldızlarla anıldı. Bu, altyapının Jup Derwall tarafından yeniden yapılandırılmasının sonucuydu. Derwall’in o günlerde temellerini attığı Florya, halen Türkiye’nin en önemli futbolcu fabrikalarından biridir.

Gel gelelim, Florya son yıllarda futbolcularda yaşanan kalıcı sakatlıkların yegane sebebi olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. Emre Belözoğlu’nun son açıklaması ile Arda’nın sakatlığı objektiflerin bir kez daha Florya’ya çevrilmesine neden oldu. Doğrudur, Florya’da yetişip de pubis denilen kasık sorununu yaşayan futbolcuların sayısı bir hayli fazladır. Ancak nedeni, Emre’nin işaret ettiği gibi sentetik çim midir, yoksa yetişme çağındaki çocuklara aşırı yükleme yapan alt yapılardaki yarışmacı zihniyet midir?

Tarihi zaferlere Florya damgası
Adnan Polat yönetiminin, Tugay Kerimoğlu ve Hollandalı Evert Jan Derks’i futbol akademisinin başına getirerek, tüm altyapıda yeniden yapılanmaya gitmesinin sebeplerini iyi irdelemek lazım. Teşhisi koyup neşteri vuran Başkan Polat’ın bu hamlesi, tıpkı eğitim sistemimizde olduğu gibi, futbol okullarında da çocukları yarış atı gibi yetiştirip elde edilecek derecelerle kendilerine kariyer yapmaya çalışan eğitmenlerin devrinin kapandığının bir göstergesidir. Altyapının başarısı, şampiyonluklardan çok, A Takım’a kaç futbolcu kazandırdığıyla ölçülmelidir. Galatasaray altyapısındaki dönüşümün kodları, bu mantalite değişikliğinde
saklıdır.

Burada dikkat çekmek istediğim asıl konu ise şudur: Son gelişmeler üzerine malum mihraklar Florya’yı ‘günah keçisi’ ilan ederek karalama kampanyası başlattılar. Oysa Galatasaray alt yapısında yaşanan sorunlar, genelde tüm kulüplerimizde ve milli takımlarda yaşananlardan farklı değildir. Ki, Galatasaray yönetimi sorunu çözmek için gerekli adımları da atmıştır. 4-5 yıl sonra meyveleri toplanacaktır. Florya üzerinden ahkam kesenlerin unuttuğu gerçek ise, futbol tarihimizin en parlak başarılarındaki imzanın Florya’ya ait olmasıdır. Bir kez daha hatırlatmakta fayda var: 2002 Dünya Kupası üçüncüsü takımda Galatasaray altyapısından 5 futbolcu vardı. 2008 Avrupa Şampiyonu üçüncüsünde ise bu sayı 3’tü. Buna mukabil 2002’de Fenerbahçe ve Beşiktaş’tan 1, 2008’deise 3 futbolcu bulunuyordu. UEFA Kupası sahibi Galatasaray’da alt yapıdan 8 futbolcunun yer aldığını da anımsarsak, o zaman Florya kapatılmayı hak ediyor! Vurun kilidi, yıkın gitsin!

16 Ekim 2010, Cumartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Maske!‘’

Her birimiz hayatı bir ‘maskeli balo’ gibi yaşarız. Gardırobumuz çeşit çeşit maskelerle doludur. Hangisini kullanacağımız, günü kiminle geçireceğimize bağlıdır. O nedenle karşımızdakilerin aslında kim olduğunu asla bilemeyiz. Gördüklerimiz, görmek istediklerimiz değildir genellikle... Hayatın bir parçası olan futbol da bu kumpanyadan fazlasıyla payını almıştır. Kimin gerçekten başkan, teknik adam ya da futbolcu olduğunu anlamamız için bir ömür yetmeyebilir. Dün geceki Azerbaycan maçı da işte böylesi bir ‘orta oyunu’nun rezalet dolu son perdesiydi. Siz sanıyor musunuz ki, sahadaki maskeli tek futbolcu Servet Çetin’di. Onun ki, en sahici maskeydi!

Başta, teknik adam maskesiyle kulübede oturan Hiddink olmak üzere forvet, orta saha, defans oyuncusu maskeleriyle dolaşan Ay-Yıldız formalı bir yığın adam vardı Tevfik Behramov Stadı’nda. Hep birlikte bir utanç gecesi yaşattılar 70 milyonluk ülkeye. O ülke ki, taşıdığı potansiyelle bugün yeryüzünün en önemli futbol ülkelerinden biri olmaya namzettir. Yeter ki, doğru bir organizasyonla yönetilsin.

Aslında salının gelişi cumadan belliydi. Almanya karşısında tarihi hezimetten kurtulan Milli Takım’ın Azerbaycan’dan da çıkamayacağı ortadaydı. İlk 11’de yapılan 5 değişiklik, günü kurtarmak için sarf edilen beyhude bir çabadan başka bir şey değildi. Çünkü sorun, milli takıma alınan oyuncular değil, alınmayanlardı. Sorun, hemen herkesin vicdanını sızlatan, hakkaniyete, adalete, mantığa sığmayan yanlış seçimlerdi. Adaletin olmadığı yerde de doğruyu bulamazsınız. Doğru ise, insanın sol yanındaki yüreğinin derinliklerinde; vicdanındadır.

13 Ekim 2010, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Gole yabancı kaldık!‘’

Ligde ilk 7 hafta sonunda 'Gol Krallığı' sıralamasının ilk 8'inde Türk oyuncu yok. Son 4 sezonun 3'ünde de yabancıların Kral olduğunu göz önüne alırsak, Türk futbolunun ciddi bir forvet krizi yaşadığı açıkça görülüyor

Trabzonsporlu Şota Arveladze'nin 25 golle ligi zirvede tamamladığı 1994/95 sezonuna kadar Türk Futbolu yabancı 'Gol Kralı'yla tanışmamıştı. Şota'dan sonra da yerli krallarımız koltuğa ambargo koydu. Ancak ne var ki son 4 sezona girildiğinde Türk golcüler sahneden birer birer çekildi. Fenerbahçeli Alex 2006/07'de ligimizin ikinci yabancı kralı olurken, onu Milan Baroş ile Ariza Makukula takip etti. 2007/08 sezonunda 17 golle tahta çıkmayı başaran Semih Şentürk, seriyi bozan tek yerli malı golcümüzdü.

Yedinci haftasını geride bıraktığımız 2010/11 sezonunda da krallık yarışı yabancı golcüler arasında geçeceğe benziyor. İlk 7 hafta itibariyle 'Gol Krallığı' sıralamasına baktığımızda ilk 8'deki golcülerin tamamının yabancı olduğu göze çarpıyor. Fenerbahçeli Niang 7 golle ilk sırada yer alırken, onu 5'er golle Beşiktaşlı Bobo ile Manisa'lı Simpson takip ediyor. Fenerbahçeli Alex, Galatasaraylı Baroş, Trabzonlu Teofilo, Antalyalı Tita ve Karabüklü Emenike 4'er golle sıralamada yer alan diğer yabancı golcüler.

Ortaya çıkan bu çarpıcı tablo da gösteriyor ki, Türk futbolu ciddi bir forvet krizi yaşıyor. Hakan Şükür'den sonra uluslararası çapta, istikrarlı bir forvet oyuncusu yetiştirememizin nedenlerini bir an önce masaya yatırmalıyız. Ve öz kaynak düzenimizi çağın gereklerine uygun şekilde revize etmeliyiz. Hem kulüpler, hem de milli takım bazında... Aksi takdirde, kendi takımlarında bile forma şansı bulamayan oyuncular, nasıl oluyor da milli takıma seçilebiliyor türünden kısır tartışmaların içinde boğulup gitmeye devam edeceğiz.

05 Ekim 2010, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI