Arama

Popüler aramalar

‘’Kumsaldaki adam!‘’

Yazı yazmak için okyanus sahillerine giden bir yazar, sabaha karşı kumsalda dans eder gibi hareketler yapan birini görür. Biraz yaklaşınca, bu kişinin sahile vuran denizyıldızlarını, okyanusa atan yaşlı bir adam olduğunu fark eder.

Yaşlı adama yaklaşır:

- Neden denizyıldızlarını okyanusa atıyorsun? Yaşlı adam yanıtlar;
- Birazdan güneş yükselip, sular çekilecek. Onları suya atmazsam kumsalda ölecekler. Yazar sorar;
- Kilometrelerce sahil, binlerce denizyıldızı var. Ne fark eder ki?
Yaşlı adam eğilir, yerden bir denizyıldızı daha alır, okyanusa fırlatır.
- Onun için fark etti ama...

Yukarıdaki öyküyü bir kez daha sütunlarıma taşımamın sebebi yine Yavuz Kocaömer’dir. Çünkü onu tarif edecek en iyi hikayedir. Yavuz Kocaömer de o ıssız kumsaldaki ihtiyar gibidir. Milyonlarca denizyıldızı vardır Kocaömer’i bekleyen... Her gün, gün ağarınca kumsala iner Kocaömer. Güneşin altında kavrulmak üzere olan biçare denizyıldızlarını teker teker toplar ve yeniden hayat bulacakları can suyuna geri gönderir. Onlara bir yaşam bahşeder. Tek işi budur. Yetişebildiğine yetişir, kurtarabildiğini kurtarır. Hepsine ulaşamayacağını anladığı zaman da, aylak aylak gezen başka yaşlı adamları kollarından tutar sahile indirir. Çünkü bilir ki, bu ülkede denizyıldızlarına sahip çıkacak birilerine ihtiyaç vardır. Onlar olmazsa öleceklerdir. O, sahipsizlerin sahibi, kimsesizlerin kimsesidir. O gerektiğinde bir babadır, gerektiğinde bir ağabeydir, gerektiğinde bir kardeştir, gerektiğinde bir dosttur, gerektiğinde bir yoldaştır, gerektiğinde bir hamidir. O, her gün görmezden gelinen, yok sayılan engellileri hayata bağlayan bir ‘Cesur Yürek’tir. Gün gelir devlete bile kafa tutacak kadar asi olur, gün gelir yel değirmenlerine karşı savaşan bir ‘Don Kişot’ kesilir. O, hayatın iki yakası arasında savrulan bir sarkaç gibi yaşar ömrünü. O ömür ki, hem adanmıştır, hem de kutsanmış. Daha ne olsun?

24 Şubat 2011, Perşembe 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Şeref tribünü!‘’

Son yılların en heyecanlı derbisinin keyfini sürmek isterdik. Ama Protokol tribününe kendi maçlarını yapmaya gelenler yine engel oldular. Stat terörünün kaynağını arayanların bakması gereken adres gayet açık değil mi?


Siz ne kadar yasalar çıkarırsanız, çıkarın. Yaptırımları ne kadar artırırsanız, artırın. Cezaları üçe beşe, sekize ona katlayın. Statlara sokmayın isterseniz, tribün çetelerini ve çete başlarını. Hatta hapis cezası bile getirin. Sürüm sürüm süründürün, meçhul failleri! Söndürebilir misiniz, tribünlerdeki yangını, yangının kaynağına inmeden? Sonuçları düzeltebilir misiniz, nedenleri ortadan kaldırmadan? İşte görüyorsunuz. Neredeyse her hafta gözümüzün içine sokuyorlar, "Biz buradayız" diyorlar. "Her şeyin müsebbibi biziz" diye adeta haykırıyorlar. Sahadaki oyun, oyuncular, oynatanlar zerre kadar umurlarında değil. Onların oyunu kendine! Kendi maçlarını yapmak için 'Şeref Tribünü'nde (!) yerlerini alıyorlar. Kimdirler, nedirler, nerelidirler, nereden gelirler, parayı nereden bulurlar; isimleri, cisimleri, güçleri nedir? Bunların önemi yok. Bakın yüzlerine, hepsinin birbirine benzediğini göreceksiniz. Aynı tornadan çıkmış gibi! Dikkatlice inceleyin, önemli adam vehmiyle nasıl kasım kasım kasıldıklarını, kibirden gerilmiş gerdanlarını kaldırarak nasıl etrafı göz ucuyla müstehzi bir şekilde süzdüklerini fark edeceksiniz. İşte onlardır her şeyin başı! Bize son yılların en heyecanlı derbisini zehir edenler de onlardır, eylemiyle, söylemiyle sıradan taraftarı kışkırtanlar da... Bu ülkede yıllardır stat terörünün neden sona ermediğine kafa yoranların bakması gereken yer gayet açık değil mi? Çevirin projektörleri protokol tribününe; her şeyi göreceksiniz. Fitil orada ateşleniyor. Terörün kıblesi orasıdır. Ve oralar yerle yeksan edilmeden, bu ülke futbolu gün yüzü görmez.

23 Şubat 2011, Çarşamba 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Yazık bu stada‘’

Galatasaray’ın geçtiğimiz hafta Gaziantepspor’a 1-0 kaybettiği maçı doğru ve objektif analiz edemediğim ve “Böyle oyna canımı ye!” şeklinde bir yazı yazdığım için siz okurlarımdan özür dilerim. Söz konusu maçı daha sonra bir kez daha izlediğimde gerçekten de çok yanlış bir değerlendirme yaptığımı anladım ve üzüldüm. Hem kendi adıma, hem de Galatasaray...
Eskişehirspor maçında sergilenen futbolun ve alınan galibiyetin yalancı bahar olduğu, ardından oynanan iki karşılaşmada apaçık ortaya çıktı. Devre arasında yapılan transferlerin yalan olduğu da... Şu bir gerçek ki, Galatasaray ligin en kötü futbol oynayan iki üç takımından biri. Eğer bugün ligde küme düşme korkusu yaşamıyorsa bunu formasının ağırlığına borçlu.
Bucaspor ligin mütevazı ve toplama takımlarından biri. Sezon başında ve ortasında yaşadığı kadro sirkülasyonu nedeniyle ligde bir türlü dikiş tutturamamış bir ekip. Küme düşme korkusunu iliklerine kadar hissediyor. Ve Galatasaray bu takım karşısında bile sahaya futbol adına herhangi bir şey yansıtamıyor. Orta alandan ileriye doğru dürüst bir top çıkmıyor. Sabri topları eziyor, yanlış paslar, gelişi güzel şutlar atıyor. Neil baskıyı yiyince geriye ve yana oynuyor. Culio da onlara ayak uyduruyor. Kanatlardan orta yapılamıyor, Baroş güçsüzlükten stoperlerin arasında kayboluyor. Gol umudu olarak milyonlarca Euro’ya alınan Stancu sol kanada, Yekta kulübeye hapsoluyor, ucuz (!) diye alınmayan Cenk Tosun Gaziantep’te harikalar yaratıyor. Velhasıl neresinden tutsanız elinizde kalacak bir durum söz konusu. Ne yönetimi yönetim, ne kulübesi kulübe, ne de takımı takım. Büyüklüğünü kaybetmiş, mazisini arayan, gelecek adına da hiç bir umut ışığı vermeyen bir Galatasaray var karşımızda. Yazık, bu muhteşem stada da, her şeye rağmen umudunu kaybetmeyen coşkulu taraftara da...

20 Şubat 2011, Pazar 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Florya değirmeni!‘’

Futbolcunun attığı iyi/kötü pas, forvetlerin attığı/kaçırdığı goller, kalecilerin tuttuğu/tutamadığı toplar, teknik adamın doğru/yanlış takım tertibi, oyuncu değişiklikleri ve taktiği gibi oyuna direkt etki eden faktörleri eleştiririz, çoğunlukla... Çünkü bize görünen bunlardır. Ve sonuçtur aslında ilgilendiğimiz. Bütün bir hafta ya da bir sezon boyunca yapılan hazırlıkların bir sonucu. Ama asıl giz, göremediklerimizdedir. Yani antrenman tesislerinde olan bitende... Yaşanan zaferlerin de, hüsranların da temeli orada atılır. Bir sezon orada kazanılır veya kaybedilir. Yıldızlar orada doğar ya da ölür. Her şey nasıl bir ortam yaratıldığıyla ilgilidir.

Bu sezon aldığı yenilgilerle yeni bir tarih yazmaya hazırlanan Galatasaray’ın yaşadığı ve yaşattığı kabusa bu açıdan bakmakta ve şu soruyu sormakta fayda var: Florya’da neler oluyor? Çalışkanlığına toz konduramayacağımız Hagi, hiç kuşkusuz takımı da iyi antrene ediyor. Mutlaka, uyanık olduğu günün her saatinde Galatasaray’ı soluyor. Lakin, Florya’ya hakim mi? Giden Rijkaard hakim miydi? Fatih Terim’in Florya’nın anahtarını da istemesi boşuna mıydı? İşte işin can alıcı noktası burasıdır. Florya’nın nasıl dizayn edildiğiyle alakalıdır, bugün Galatasaray’ın yaşadığı dram.

Ve görünen o ki, Galatasaray’ın yatak odasında yolunda gitmeyen bir şeyler var. Bir şeyler eksik yapılıyor Florya’da. İdman sahası, 45 dakika istasyon çalışması, 45 dakika da çift kale maçtan ibaret değildir. Olmamalıdır da... Futbolcuların günün büyük bölümünü birlikte geçirdiklerdi bir iş ortamı, yaşam alanıdır antrenman tesisleri. Teknik adamıyla, yardımcılarıyla, futbolcularıyla, malzemecisiyle, masörüyle, sağlık ekibiyle; dostluğun, yoldaşlığın, kaynaşmanın, paylaşmanın pekiştirildiği cephe gerisidir, aynı zamanda Florya, Ümraniye, Samandıra vs. Orada dert üretilmez, bilakis varsa, futbolcunun özel hayatında yaşadığı sorunlara çözüm üretilir. Gerekirse bir nevi rehabilite merkezi, sıcak bir yuva olur kulüp tesisleri.

Elbette bütün bunları sağlayacak, böylesi bir atmosferi yaratacak olan da, aynı zamanda lider özellikleri taşıması gereken takımın teknik direktörüdür. Mourinho’nun da, Guardiola’nın da, Alex Ferguson’un da, Arsene Wenger’in de, Fatih Terim’in de, Mustafa Denizli’nin de farkı buradadır. İş salt teknik bilgi ve donanımla bitmiyor. Hayatı, insanı, felsefeyi, psikolojiyi de bilmek gerekiyor. İşte Hagi’de eksik olan ve Florya’da da hayata geçmeyen bütün bu değerlerdir. Galatasaray’a yıldız olarak gelenlerin bir anda buharlaşması, gidenlerin gittikleri yerde yeniden kendilerine gelmeleri, yıldız adaylarının tekrar A2’ye savrulması boşuna değildir.

Florya üretmiyor, tüketiyor. Florya değirmen gibi adam öğütüyor. Ve Aslan yattığı yerden belli oluyor!

17 Şubat 2011, Perşembe 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Faşizme geçit yok!‘’

Kavramlar üzerinden tartışmayı çok seviyoruz. Çünkü kavramlara elastikiyet katarak işimize geldiği yere çekebiliyoruz. İçini boşaltmak pahasına... Futbolda son zamanlarda siyasi kavramlar üzerinden yürütülen atışmalarda da yapılan aynen budur. Futbol Federasyonu Başkanı Mahmut Özgener, Üç Büyükler'e posta koyarken, "Futbolda demokrasi yoktur, kurallar vardır" şeklinde bir fetva verdi. Oysa demokrasinin bi zatihi kendisi bir kurallar manzumesidir. Sistem, başkalarının haklarına saygı, eşitlik, dürüstlük ve adalet üzerine kuruludur. Ve kurallarla sabitlenir her şey. Hakça mücadele üzerine inşa edilmiş bir oyun olan futbol da böyledir. Bir kurallar manzumesidir. Tıpkı demokrasi gibi. İkisi birbirinden koparılamaz. Bu, meselenin bir yanı. Diğerine gelince...

Beşiktaş Başkanı Yıldırım Demirören'in Sayın Özgener'e cevabı daha gösterişliydi. "Demokrasi yok diyorsanız, siz faşistsiniz, diktatörsünüz" diye yüksek perdeden buyurdu Sayın Demirören. Faşist diktatörlüğe karşı bu onurlu duruşu nedeniyle Başkan Demirören'i kutlamalı. Lakin, bir de madalyonun öbür yüzü var. Demokrasiye sahip çıktığı günlerde, 10 yıllık kaptanını yüz kızartıcı bir suçu olmadığı halde bir çırpıda kapı önüne koymanın hangi rejimde yeri olduğunu, hangi kitapta yazdığını açıklayabilir mi Yıldırım Demirören? Hangi demokratik ülkede böyle bir tasarrufta bulunabilirdi? Demokrasi, İbrahim Üzülmez'in de haklarının teminat altında olduğu bir rejimdir. Bakalım Özgener'in kurallarında bunun karşılığı var mıdır? Kim faşist, kim demokrat o zaman göreceğiz!

16 Şubat 2011, Çarşamba 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Böyle yenil canımı ye!‘’

Galatasaray bu sezon içeride dışarıda rekor sayıda yenilgi aldı. Ali Sami Yen’de kaybedilen bazı maçlarda seyirci tarafından yuhalandığı da oldu. O maçlarda gösterilen tepki, alınan yenilgilere değil, takımın ruhsuz futboluna idi. Koşmayan, mücadele etmeyen, savaşmayan, geriye ve yana paslarla izleyenleri çıldırtan, dolayısıyla pozisyon da üretemeyen bir Galatasaray’ı istemiyordu, taraftar. Takım ile tribünler arasındaki bozulan ilişkinin asıl sebebi buydu.

Geçtiğimiz hafta Eskişehir maçıyla başlayan kimlik değişimi yalnız tabelada karşılığını bulmamış, taraftar ile takım arasındaki buzların çözülmesine de neden olmuştu. Daha da önemlisi gelecek maçlar için bir umut rüzgarı estirmişti. Nitekim dün gece de ligin en dişli takımlarından biri olan Gaziantepsor karşısında Galatasaray yeni formatıyla sahada yer aldı. Maça hızlı ve tempolu başladı. İleride ve orta alanda rakibe uyguladığı baskıyla ilk dakikalarda Gaziantep’e sahasından çıkma şansı tanımadı.

Gelgelelim, maçın 4. dakikasında atılan bir uzun pasta Servet’in hava topunu alamaması, ardından da Cenk’in pasında Sosa’nın kalecinin üzerine yaptığı vuruşun ağlarla buluşması, bu sezon ki alışılageldik gollerin bir kopyası gibiydi. Anlaşılan, kalesine gelen ilk topta golü yiyen Galatasaray’ın kaleci sıkıntısı bu sezon sona ermeyecek.

Yenilen erken gole rağmen oyundan kopmayan, kora kor mücadelesini sürdüren Galatasaray’ın, bulduğu pozisyonlardan yararlanamamasının temel nedeni, Anıl’ın tecrübesizliğiyle, Baroş’un maç performansının istenilen düzeyde olmamasıydı. Sarı-Kırmızılı takımda Culio oynadığı futbolla yıldızlaşırken, Lorik Cana da kendisine eşlik etti.

13 Şubat 2011, Pazar 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Truva atı!‘’

Bunun üzerine Menelaos ve diğer Yunan kralları birleşerek Truva’ya saldırırlar. Böylece 10 yıl sürecek kanlı bir savaş başlar. Savaş boyunca iki taraf birbirine kesin bir üstünlük sağlayamayınca, Akhalılar Truvalılar’a kurnaz bir oyun planlar. Akhalılar’ın en akıllı krallarından Odysseus, bir tahta at yapma fikrini ortaya atar. Plana göre Akhalılar savaştan çekiliyor gibi gözüküp, geride çok büyük bir tahta at bırakırlar. Odysseus ve diğer seçkin komutanlar atın içine gizlenirken, diğerleri denize açılıp gemileri Bozcaada’nın arkasına, Truvalılar’ın onları göremeyeceği bir şekilde gizlerler.

Planın yürümesi için, görevi tahta atın Truva’nın surlarından içeri girmesini sağlamak olan bir Akhalı askeri atın yanında bırakırlar. Akhalılar’ın çekildiğini gören Truvalılar, şaşkınlık içinde dev tahta atın yanına giderler. Atın yanındaki Sinon ismindeki Akhalı asker, ağlayıp, sızlanarak Yunanlılar’dan nefret ettiğini, onu Akhalılar’ın geri dönüşleri için gerekli rüzgarın çıkması adına kurban seçtiklerini, ancak kendisinin kaçarak kurtulduğu yalanını söyler ve şöyle devam eder: Tahta at Tanrıça Athena’ya kutsal bir sunak olarak yapılmıştır. Akhalar’ın beklentisi Truvalılar’ın bu atı yakıp yıkmalarıdır. Böylece Tanrıça Athena’nın öfkesini Truva üzerine çekmiş olacaklardır. Ama Truvalılar atı şehrin içine alıp onu korurlarsa Athena’nın lütfu Truvalılar’a yönelecektir.

Askerin bu sözlerine kanan barış özlemi içindeki Truvalılar tahta atı içeri alırlar. Gece barış kutlamalarıyla çoşan ve alkolün etkisiyle sızan Truvalılar, atın içindeki Akhalı savaşçılara gafil avlanırlar. Bu sırada Truva’nın surlarına yaklaşmış olan Akha ordusunun da takviyesiyle Truva şehri düşer. Truva’nın baştan sona yakılıp yıkıldığı bu korkunç katliam sonrasında Menelaos Helen’i alarak Yunanistan’a yelken açar.

Sevgili Galatasaraylılar! Tarihin en hazin savaş hikayelerinden biri olan Truva Destanı, toplumlar var oldukça hep kendini tekrar edecektir. Birileri birileriyle daima savaşacaktır. Aynı camianın birer parçası olsalar da... Savaşlar her zaman kora kor olmaz. İşin içine bazen çeşitli hile ve desiseler de girer. Ve kurnazlar göreceli de olsa kazanır. Bu bir ‘Pirus Zaferi’dir. Ama etkisi yıkıcıdır. Galatasaray’da da saçma sapan, anlamsız ve kulübü için için kemiren bir savaş 10 yıldır sürüyor. Bitip bitmeyeceğini, biterse hangi tarafın kazanacağını pek yakında göreceğimizi düşünüyorum. Bu gereksiz savaşta kimler Truvalı, kimler Akhalı, kim Priamos, kim Odysseus, kim veya kimler Truva Atı? Yorumu sizlere bırakıyorum. Saygılar.
NOT: Truva Atı, günümüzde en etkili bilgisayar virüsünün de adıdır ve işlevi sistemi içeriden çökertmektir.

10 Şubat 2011, Perşembe 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Yavuz hırsız!‘’

Bu ülkede değişmeyen tek olgu, muktedirlerin 'mağdur edebiyatı'dır. Hakem tarafından darmadağın edilen Karabük, soyunma odası basmaya hazırlanan ve taraftarı kışkırtan Beşiktaş! Mağrur olmuş mağdur! Sizce tribün terörü biter mi?

Futbolda çok basit bir denklem vardır: Sonucu her zaman hatalar belirler. Onun için de, "Futbol hatalar oyunudur" demiş, bu işin teorisyenleri! Futbolun bütün aktörleri, her zaman irili ufaklı hatalar yaparlar. Yönetim transferde, teknik adam taktik anlayışında, futbolcu sahada, kaleci kalesinde, hakem de yönetiminde... Kim az hata yaparsa, o kazanır. Hata yapmak, bu işin doğasında vardır. Aslolan, olan biten her şeyi sahada bırakıp yapılan hatalardan ders çıkarmaktır. Medeni toplumlar zaten bunu yapıyorlar. Bunu yaptıkları için de medeni oluyorlar. Biz de ise babadan kalma yöntemler hala geçer akçe. Bu ülkede her şey değişiyor da, bir tek muktedirlerin oyunları yerinde sayıyor. Biraz işler ters gitmeye görsün, aniden 'mağdur edebiyatı' başlayıveriyor. Adı ne olursa olsun fark etmiyor; yöntemler aynı. Çıkarılan gürültünün desibeli ne kadar yüksekse, kendilerini o kadar haklı addediyorlar! Şu son patırtıya bakar mısınız? Eşine az rastlanır türden. Ortada her iki tarafa karşı yapılan, ancak Karabükspor aleyhine misliyle gerçekleşen fahiş hakem hataları var. Yani hakemin sahada asıl derdest ettiği takım Karabükspor, fakat soyunma odası basmaya hazırlanan ve taraftarı provoke eden ise Beşiktaş. Mağrurla mağdur yer değiştirmiş! Hani teşbihte hata olmaz derler, 'Yavuz hırsız ev sahibini bastırır' atasözü vardır ya; o misal! Susması gerekenler konuşuyor, konuşması gerekenler de susuyor. Olası tribün terörünün fitili işte böyle ateşleniyor. Sizce bu ülkede tribün terörü biter mi? Ve gerçek suçlular kimlerdir?

08 Şubat 2011, Salı 11:00
YAZININ DEVAMI