Arama

Popüler aramalar

‘’Bursa United!‘’

Geçtiğimiz yıl henüz daha şampiyonluk potasına yeni girdiği günlerde, “Bursaspor, neden Türkiye’nin Manchester United’ı olmasın” diye sormuştum. Yeşil-Beyazlı camianın bu potansiyeli taşıdığını düşünerek... Şimdi görüyoruz ki, Bursasaspor varolan bu potansiyeli harekete geçirmiş. Bunu, lige yaptığı müthiş başlangıç nedeniyle değil, sahip olduğu bütün futbol değerlerini sahaya yansıttığı için söylüyorum. Bursaspor fenomeninin geçici olmayacağını, gelecek yıllarda da Türkiye’nin ‘5. Büyüğü’ olarak kalacağını ileri sürmek kehanet olmasa gerek.

Bunun işaretlerini dün gece Eskişehirspor maçında da bir kez daha bulmak mümkündü. Tribünleri dolduran seyircinin müthiş desteği, sahada yer alan oyuncuların her birinin kalitelerinin farkında olmaları, kendilerinden emin görüntüleri, birbirleriyle olan uyumları, yardımlaşmaları, Ertuğrul Sağlam’ın kenar yönetimi, Bursaspor’u farklı kılan özelliklerdi.

Türkiye’de ikinci bir Bursa olayını gerçekleştireceği -ki bu potansiyele onlar da sahipler- ümidini taşıdığım Eskişehirspor ise, lige yaptığı kötü başlangıcın sancılarını bu karşılaşmada da yaşadı. Şimşekler, öne geçmelerine, hatta ikinci, üçüncü golü bulacak pozisyonları yakalamalarına rağmen, bu maçı dönüm noktası kılan faktörler yüzünden yaşadıkları strese ve zorunlu değişikliklere teslim oldular.

Anadolu’nun futbol kültürüne sahip iki kentinin buluşmasında adlarına yakışacak derecede zevkli ve keyifli bir mücadele yaşanmasına karşın, gol sayısının üçte kalmasanın tek nedeni, Sercan ve Jaycee’nin son vuruşlardaki fundemental eksiklikleriydi.

11 Eylül 2010, Cumartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Çebi değil Çelebi!‘’

Bizde artık kanıksanan bir durum vardır. Hangi branş olursa olsun, her uluslararası sınav öncesinde seçilen milli takımlar üzerinde tartışmalar yaşanır. Seçilen, seçilemeyen sporcular tartıya konur. Hak, hukuk, adalet kavramları bir kez daha hatırlanır, hatırlatılır. Bir müddet gündem meşgul edilir. Sonra sular durulur. Haksızlığa uğrayanlar varsa -ki muhakkak vardır- unutulur gider. Aslında bütün atışmalar havanda su dövmekten öteye gitmez. Çünkü nihayetinde imam bildiğini okur! Önceki gün Moskova’da Dünya Şampiyonu olarak 47 yıl aradan sonra üst üste iki kez aynı başarıyı elde eden ilk sporcumuz olan Selçuk Çebi de yıllarca bu tartışmaların odağında yer aldı.

Rekabet varmış gibi yapıldı
1982 yılı Trabzon Araklı doğumlu olan Çebi, uzun seneler boyunca Şeref Eroğlu’yla rekabete girmeye çalıştı. Ama o kadar. ‘Girmeye çalıştı’ ifadesini bilerek kullanıyorum, çünkü gerçek bir rekabete hiçbir zaman izin verilmedi. Ortada bir Eroğlu-Çebi rekabeti varmış gibi gösterildi sadece. Eroğlu’na ‘altın çocuk’ muamelesi yapılırken, Çebi’ye hep kapılar gösterildi. Şeref Eroğlu, özellikle kronik hastalığı ortaya çıktıktan sonra bir türlü eski formunu bulamazken, gittiği şampiyonalarda bekleneni veremezken, Selçuk Çebi’nin yüzüne bir kez olsun dönüp bakılmadı bile. Üstelik seçme niteliği taşıyan her organizasyonda rakibini yendiği halde... Oysa parlak bir geleceğe sahip olduğunu ‘gençlerde’ ve ‘ümitlerde’ defalarca ispatlamıştı. 4 kez Yıldız ve Gençler Dünya, 2 kez Gençler Avrupa, 1’er kez de Üniversitelerarası Olimpiyat, Akdeniz Oyunları ve Ordulararası Dünya şampiyonlukları bulunuyordu. Bütün bunlar Selçuk Çebi’nin göze girmesi için yetmedi.

Minderi bıraktı, öğretmen oldu
O da sonunda isyan etti, küstü ve güreşi bırakma kararı aldı. Bir müddet bıraktı da... Köşesine çekildi. Geçimini öğretmenlik yaparak sağladı. Ancak çevresinin ve antrenörü Mustafa Şahin’in ısrarıyla tekrar mindere döndü.

O döndüğü zaman, yıllarca gölgesinde kaldığı Şeref Eroğlu da güreş hayatına noktayı koymuştu. Geçen yıl çağrıldığı milli takımdaki ilk Dünya Şampiyonası sınavından alnının akıyla çıktı. Danimarka’da altın madalyayı boynuna geçirdiğinde bazıları bunun tesadüf olduğunu düşünüyordu. Ancak onun hayatında tesadüflere yer yoktu.. Ve bunu ispatlamak için fazla beklemeyecekti. Bir yıl sonra Moskova’da aynı başarıyı bir kez daha tekrarlayarak güreş tarihine adını altın harflerle yazdırdı. Bu ve bundan sonra elde edebileceği payeler ilelebet onda kalacak. O da Türk güreşinin ölümsüz kahramanları arasında yerini alacak. Ancak ne var ki, 28 yaşına kadar keşfedilemeyen (!) bu değerin uğradığı haksızlıklar da insanın içini acıtmaya devam edecek. Yazık olmadı mı, Selçuk Çebi’nin ve Türk güreşinin kaybolan yıllarına?

10 Eylül 2010, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Geç gelen adalet!‘’

Bursaspor'un Kaptanı Ömer Erdoğan 33 yaşında ilk kez Milli Takım'a çağrıldı. Ligde son 5 sezonun en istikrarlı futbolcusu olan tecrübeli oyuncu, nihayet fark edildi! Volkan Şen'i tartışanlar, meseleye bir de bu yönüyle bakmalı

Milli Takım kadrosu her açıklandığında bir gürültü-patırtı kopar. Özellikle Anadolu takımlarında oynayan futbolculara haksızlık yapıldığı eleştirileri havada uçuşur. Çoğunlukla haklı eleştirilerdir bunlar. Zira, Milli Takım'ın Üç Büyükler'den teşkil edilmesi yıllardır süre gelen bir gelenektir. Anadolu'da oynayan bir futbolcu ağzıyla kuş tutsa kolay kolay Ay-Yıldızlı formayı giyemez. Ne zaman İstanbul'a yolu düşer, bir anda Milli Takım'ın değişmez futbolcusu olur. Türkiye'nin yeni bir maceraya yelken açtığı şu günlerde aynı tartışmalar bir kez daha alevlendi. Konu bu kez de Volkan Şen. Bir sürü formsuz ve yedek futbolcunun çağrıldığı Milli Takım'a genç futbolcunun neden alınmadığı sorgulanıyor. Haklılar da... Ancak Volkan Şen'e yapılan haksızlığı dile getirenlerin gözden kaçırdığı bir nokta var. Bursaspor'un Kaptanı Ömer Erdoğan 33 yaşında ilk kez Milli Takım'a çağrıldı. Bunda ne var diyebilirsiniz? Ömer'in son 5 sezonuna bakıldığında ligin en istikrarlı futbolcusu olduğu ortaya çıkar. Tecrübeli oyuncu, 111 lig maçında 9685 dakika forma giymiş. Buna mukabil Milli Takım'ın değişmez ikilisinden Servet Çetin 108 maç, 9656 dakika, Gökhan Zan ise 74 maç, 6068 dakika sahada kalmış. Ömer Erdoğan'ın hemen hemen her maçta gösterdiği üstün performans, attığı ve attırdığı kritik goller ile örnek kaptanlığını da (Son maçta Volkan Şen'in tribünleri tahrik edebilecek hareketini önlemesi gibi) hesaba katarsak, bu zamana kadar neden fark edilmediğini anlamak mümkün değildir, diyeceğim ama diyemiyorum. Çünkü işin içinde büyük takım baskısı var, ahbap-çavuş ilişkisi var, milli takım futbolcusu palavrası var, menacer tahakkümü var... Var oğlu var! Bir tek adalet yok. Onun için de burnumuz bir türlü pislikten kurtulamıyor.

01 Eylül 2010, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Şenol öğretmen!‘’

Bir futbol takımını ‘takım’ yapan en önemli değerlerden biri, hiç kuşkusuz saha içi ve saha dışı disiplindir. Disiplinin temelini de meslek ahlakı ve yaptığın işe saygı oluşturur. Bugün Avrupa ile bazı alanlarda başedemiyorsak temel sebebi iş disiplinine sahip olamamamızdır. İşte dün gece Trabzonspor’un yaşadığı dramın özü de buydu. Bugün taraflı-tarafsız Türkiye’nin en iyi futbol oynayan, en iyi organize olan olan takımı olarak kabul edilen Bordo-Mavililer’in Liverpool’a kaybetme süreci maçtan saatler önce başladı. Böylesine önemli bir sınavın arefesinde kamp yapılan tesislere menacerleri çağırmak, transfer görüşmesi yapmak büyük bir disiplin zaafiyeti olmasının ötesinde meslek ahlakıyla bağdaşmayan bir durumdur. Bu gelişme üzerine son derece cesur bir karar veren Şenol Güneş, her ne kadar Umut Bulut’un bu disiplinsizliğini affetmeyerek Trabzonspor’un Liverpool’u elemesi yönünde en önemli hamlesini yapsa da, saha içindeki taktik disiplinsizliğe çare bulamadı. Başta Yattara olmak üzere...

Maçın ilk yarısında rakibine önemli derecede üstünlük sağlayan ve bütün futbol değerlerini sahaya yansıtan Trabzonspor, skor avantajını da yakalamasına rağmen, Gineli oyuncunun taktik disiplinden uzak, şova yönelik hareketleri nedeniyle kendisine turu getirecek ikinci ve üçüncü golleri bulamadı. Yattara’nın halı saha futboluna daha fazla tahammül edemeyen Şenol Güneş, turu atlamak için ikinci hamlesini yapmasına rağmen, sahaya sürdüğü Alanzinho da halef-selef durumundan kurtulamadı. İşin içine Ceyhun’un top kayıpları -ki Güneş’in maça üçüncü müdahelesi de onu değiştirmesiydi- ile Egemen ve Giray’ın fundemental eksikliklerden kaynaklanan hataları da girince, Trabzonspor turu adeta eliyle Liverpool’a hediye etti. Ve yazık oldu, gerçekten çok yazık... Hem kaçan tura, hem de verdiği cesur kararlarla herkese önemli dersler veren Şenol Güneş’in futbol felsefesine...

27 Ağustos 2010, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Yükselen değer: Avcı‘’

Üç Büyükler'in 30 yıl aradan sonra ilk kez puansız kapadığı haftanın en sükse yapan ismi hiç şüphesiz Abdullah Avcı'ydı. Belediye gibi mütevazı bir takımda yüzde 48'lik başarı oranı yakalayan genç teknik adam, tırnaklarıyla kazıya kazıya basamakları çıkıyor


Gerek medya, gerekse futbol kamuoyu olarak sürekli Üç Büyükler'e, onların teknik adamlarına, futbolcularına ve yöneticilerine odaklanırız. Doğaldır da... Çünkü en popüler onlardır. Popüler olanın peşinde koşmak yalnız bizim değil bütün toplumların yakalandığı sari bir hastalıktır. Lakin, bir de arka sokaklar vardır. Girmekten korkarız korkmasına ama biliriz ki o sokaklar da kaldırımlarını arşınlamaktan pek hoşlandığımız bu geniş caddeye çıkar. O sokaklar da bizim sokaklarımızdır. Keza oralarda yaşayan insanlar da bizim insanlarımız... Arada bir kafamızı kaldırıp onları da görmemiz, onların da haklarını teslim etmemiz gerekir. İşte onlardan biri de Abdullah Avcı'dır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde 5 sezondur sessiz sedasız önemli işlere imza atan Avcı, 30 yıl aradan sonra Üç Büyükler'in puansız kapadığı haftanın en sükse yapan ismiydi. Sezonun en flaş ekibi Beşiktaş'ı İnönü'de net bir skorla yenmesi bir yana, rakibinden daha fazla gol pozisyonu bulacak kadar takımına cesur futbol oynatması takdire şayandı. Süper Lig'de 4. sezonuna giren Avcı'nın karnesine baktığımızda, aslında yaptıklarının hiç de sürpriz olmadığını göreceksiniz. Bugüne kadar Belediye'nin başında 104 maça çıkan Avcı, 39 galibiyet, 22 beraberlik ve 43 yenilgiyle 139 puan toplamış. Başarı oranı yüzde 48,07. Belediye gibi mütevazı bir takımda bu oran hiç de küçümsenecek bir rakam değil. İlk sezonda 38, ikinci sezonda 42, üçüncü sezonda da 56 puan toplayan genç teknik adamın trendi her yıl biraz daha yükseliyor. Sırtını lobilere, cemaatlere, partilere, mafyaya dayamışlara inat tırnaklarıyla kazıya kazıya geliyor Abdullah Avcı. Yolu açık olsun...

25 Ağustos 2010, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Güneş'in oğlu!‘’

Trabzonspor efsanesinin ‘efsane’ olmasının kilometre taşlarından biri de hiç kuşkusuz 34 yıl önceki Liverpool randevusuydu. 1976/77 sezonunda Şampiyon Kulüpler Kupası’nda karşı karşıya gelen iki takımın arasında pek çok benzerlikler vardı. İki kulübün de bir liman ve futbol kentinin takımı olması, şehre ve kulübe müthiş bir aidiyet duygusuyla bağlı olan ateşli bir taraftar topluluğuna sahip olunması, bu benzerliklerin en belirgin olanlarıydı.

Hepimizin bildiği gibi ilk maçı Trabzon’da 1-0 kaybeden Liverpool ikinci maçı 3-0’la geçerek tur atlayan ve sonunda kupayı kaldıran takım olmuştu.

İşte o günlerden bugünlere kalan iki isimden biri olan Şenol Güneş bir kez daha İngiliz devi karşısına bu kez teknik direktör olarak çıkarken, kendi ruhunu üflediği Onur Kıvrak da dün geceye damga vuran isim oldu. Kurtardığı penaltının yanısıra rakibin kaleyi bulan bütün şutlarında kelimenin tamanlamıyla devleşen genç kaleci, bu sezonun da flaş isimlerinden biri olacağını gösterdi.

Aslına bakılacak olursa Anfield Road’daki randevuya Şenol Güneş cesur bir kadroyla çıkmıştı. Defansta ve orta sahada dirençli oyunculara yer veren teknik adam, ileride Umut-Teofilo-Burak üçlüsüyle gol aramıştı. Tecrübeli teknik adamın ilk yarıda sahaya stratejisini yansıtmamasının tek nedeni Burak’ın savruk futboluydu. İlk yarı sonunda yenen gol ise, kaptırılan bir top sonrası defansın adam paylaşımı ve pozisyon hatası sonucu geldi. Bu tür goller her takım için yıkım ifade eden gollerdir.

İkinci yarı Liverpool’un kulübedeki silahlarını sahaya sürmesi karşısında zaman zaman zor onlar yaşayan Trabzonspor, yine de başta kaleci Onur olmak üzere Glowacki, Serkan Balcı ve Ceyhun’un direnciyle tur ümidini Trabzon’a taşımayı başardı. Umarım 34 yıl öncesinin tekrarı bir kez daha yaşanır!

20 Ağustos 2010, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Galatasaray çöküyor!‘’

Bu iddiamın Sivas maçı skoruyla bir alakası yok. Süreç geçen yılki Fenerbahçe yenilgisiyle başladı. Aradan geçen zaman içinde önlem almak bir yana, işleyen çarklar da durdu. Lafın kısası son 20 yılın en kötü Galatasaray'ı ile karşı karşıyayız

Her yeni sezon yeni bir umut, yeni bir heyecandır. Spor Toto Süper Ligi'nin 53. sezonu da tüm takımlar için aynı duygu ve beklentilerle başladı. Biri hariç: Galatasaray. Çünkü bu sezon sahne alan Galatasaray'a bakıldığında, karşı karşıya olduğumuz tablo hiç de iç açıcı ve ümitvar değil. Sarı-Kırmızılı takımda işleyen bir mekanizma bulmak hemen hemen imkansız gibi. Ne saha içinde, ne de saha dışında organize olamamış, büyük bir çöküşün eşiğine gelmiş bir kulüp var karşımızda. Öyle ki, son 20 yılın en kötü Galatasaray'ı ile karşı karşıya olduğumuzu söylersek abartılı bir ifade kullanmış sayılmayız. Bu tablonun 1-2 flaş transferle düzeleceğini beklemek de fazlasıyla iyimserlik olur. Zira süreç yeni değil. Geçen yıl ki Fenerbahçe yenilgisiyle başlayan ve gerekli önlemler alınmadığı için her geçen zaman daha da kötüye giden bir kaosun tam orta yerinde duruyor Galatasaray. Kulübü ayakta tutacak senkronizasyon yok olmuş, yerini derin bir güven bunalımı almış durumda. Kurtuluş için radikal tedbirler gerekiyor. Ya teknik heyet gidecek, ya yönetim, ya da ikisi birden. Yoksa düşüş çok sert ve ölümcül olabilir.

Aşırı sıcaklar, Teofilo ve Fenerbahçe'deki gel-gitlerin damga vurduğu ilk haftaya yine iki seyircisiz maçla başladık. Federasyon bu cezaya artık bir son vermeli. Seyircisiz maç yerine hasılata el konulup, alt yapı için oluşturulacak bir fona aktarılabilir. Tel örgüler nasıl çağdışı idiyse seyircisiz cezası da öyle. Bu ilkelliğe dur denilmeli.

18 Ağustos 2010, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Trabzon'un hakkıydı‘’

Atatürk Olimpiyat Stadı’na her gelişimde hep aynı şeyleri hissediyorum: Öfke ve isyan. Gelişte ve gidişe saatlerce yollarda harcanan zamanın yanı sıra giriş ve çıkışlarda yaşanan başıbozukluk ve kargaşa insanı çileden çıkartmaya yetiyor da artıyor. Faaliyete geçmesinin ardından geçen bunca zamana karşın stadın ulaşım sorununun çözülememesi akıl alır gibi değil. Stada gitmek zorunda kalan herkes resmen işkence çekiyor. Bir Türk vatandaşı olarak, bu stadı yaptıranların ve yapanların öbür dünyada iki elim yakalarında olacak. Devletin yüz milyonlarca dolarını İkitelli’nin steplerine gömdükleri için...

Havanın aşırı derecede sıcak ve nemli olmasının, oynanacak futbolu olumsuz etki edeceği genel beklenti idi. Nitekim maçın ilk yarısı bu beklentileri haksız çıkarmadı. Trabzonspor’un daha baskılı gözüktüğü, ancak net pozisyonları Bursaspor’un bulduğu bu bölümde oyunun temposu vasatın üstüne çıkmadı. Bunda sıcak havanın yanı sıra her iki teknik adamın da sezona moralsiz başlamamak için kaybetmemeye yönelik oyun stratejilerinin de payı büyüktü. İki takımın da Vederson ve Glowacki dışında geçen yılki kadrolarıyla sahaya çıkmaları maçın en ilginç notlarından biriydi.

Futbolun garip cilvesi...
İkinci yarı ise daha etkili bir Trabzonspor vardı sahada. Erken gelen golle skor avantajını ve oyun inisiyatifini eline geçiren Bordo-Mavili takımda ilk yarının en etkisiz oyuncusu Teofilo’nun hat-trick yapması futbolun garip cilvelerinden biriydi. Kolombiyalı golcü, fırsatçılığını göstererek Bursaspor’un ipini çeken adam oldu.

Bursaspor’a nazaran çok daha kalabalık olan Bordo-Mavili tribünlerin coşkusu ise görülmeye değer bir tablo oluştururken, yarattıkları meşale terörü bir o kadar çirkindi. Sağlığa zararlı olduğu için dünyanın her yerinde yasak olan meşalelerin böyle büyük bir organizasyonda stada nasıl sokulduğu ise çok bilinmeyenli bir denklem değil elbette! Demek ki birileri göz yummuş ya da görevini yapmamış.

08 Ağustos 2010, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI