Arama

Popüler aramalar

‘’Bursa'nın golcüsü yok‘’

İlk altı haftanın kayıpsız geçilmesi, Ertuğrul Sağlam ile tribünlerde anlaşılmaz bir gerilime neden olmuş. Bursaspor tribünleri, alevi körüklenmiş kazan gibi fokur fokur kaynıyor. Eğlenmek, coşmak varken, maç öncesi İstanbul takımlarına ve medyasına ana avrat düz gidiyorlar. Yetmiyor, kendi aralarında kavga çıkarıyorlar, ardından da müdahale eden polisi hedef alıyorlar.

Ertuğrul Sağlam ise, ‘Dr. Jekyll, Mr. Hyde’ gibi! Saha dışında ne kadar centilmen ve mütevazı ise sahada o derece agresif. Hırsla, öfkeyi birbirine karıştırıyor. Takımı aleyhinde verilen her karar sonrası hakemlere bağırıp çağırıyor, el kol hareketleriyle tacizde bulunuyor. Sağlam’ın öfkesinden zaman zaman futbolcular da payını alıyor. Oysa Türkiye’de en relaks olması gereken hoca, sanırım Ertuğrul Sağlam’dır. Elde ettiği başarılar ortada. Ve bu başarıların onu çelebi olgunluğuna kavuşturması gerekir.

Ligdeki son yenilgisini aldığı Belediye karşısında yine rotasyona giden ve Ali Tandoğan, Sercan, Batalla gibi isimleri yanında oturtan Ertuğrul Hoca’nın stratejisi bu kez tutmadı. Yeşil-Beyazlı takım, Belediye’nin sert oyunu, presi, canlı ve diri savunması karşısında ilk yarıda pozisyon üretemedi. İkinci yarıda ise maç, iki takım için de gitti geldi. Kale önlerinde ciddi pozisyonlar yaşandı. Ancak iki takım forvetleri de final paslarında ve gol vuruşlarında becerili değildi. Zaten içeride dışarıda hedefleri olan Bursaspor’un en büyük eksiği de, bitirici vuruşları iyi, gol yüzdesi yüksek ‘striker’ tipi bir forvete sahip olmaması. Kora kor mücadelenin yaşandığı maçın en başarılı ismi önce Volkan’ı, sonra da Sercan’ı etkisiz hale getiren Ekrem Ekşioğlu’ydu.

04 Ekim 2010, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Tecrübe farkı‘’

Bursaspor’un, kendi evinde aldığı Valencia yenilgisi Glasgow maçı için en önemli dezavantajıydı. Çünkü Şampiyonlar Ligi’ne böylesine ağır ve beklenmedik bir mağlubiyetle başlamak Yeşil-Beyazlı takımı bir anda Sırat Köprüsü’ne getirmişti. Her ne kadar Bursaspor kurmayları Devler Ligi’ndeki ilk sınavlarını bir tecrübe basamağı olarak görseler de Avrupa’ya açılan her Türk takımı sahaya kazanmak için çıkmalıdır.

Aslına bakılacak olursa Ertuğrul Sağlam da böyle düşünmüş olmalı ki sahaya, Valencia maçındaki kırılgan takımın yerine daha dirençli bir 11 sürmüştü. Temsilcimiz, en etkili silahlarından biri olan, ikinci ve üçüncü bölgede yapılan presin ardından kazanılan toplarla baskın hücum planını Glasgow karşısında da uygulamak istedi. Nispeten başarılı da olundu. Ancak takımın en etkili ismi olan Volkan Şen’in yapmış olduğu ortalarda ceza sahasında çoğalamadılar. Sercan’ın da her zamanki gibi son hamlelerdeki yetersizliği Glasgow’da da ortaya çıkınca, geriye puan ya da puanlar için diğer etkili silah, duran toplar kaldı. Ancak tecrübesi ve hava toplarındaki üstünlüğü Bursa’dan daha fazla olan Rangers ölü toplarda da başarılı olunca yediğimiz acemice bir gole teslim olduk. Bu yenilgiyle üçüncülük şansını zora soksa da Bursa’nın yine de kendi sahasında iki maç daha oynayacağını hesaplarsak az da olsa umut taşımalıyız. Glasgow Rangers maçında özellikle ikinci yarıda sergilediği futbolu bundan sonraki maçlara da yansıtırsa, Bursaspor yine de sıralamada Avrupa Ligi’ne kalabilecek bir derece elde edebilir.
Hem umutsuz da yaşanmaz ki...

30 Eylül 2010, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Canaydın'dan Kızıl'a‘’

Özhan Canaydın ölmeden önce bir sohbetimizde şakayla karışık, 'Kanser olmamda Ribery ile Sahip Som'un da payı var' demişti. Bilinmez. Ancak yaşanılan sıkıntılar aşikar. Şimdi de İbrahim Kızıl'ın beyin kanaması. Hiç bir şey hayatımızdan daha değerli değildir. Buna futbol da dahil

Sahip ya da ait olduğumuz şeylerle zamanla öylesine özdeşleşiriz ki, bütünleştiğimiz her ne ise, bizim için hayatın özüyken bir anda ta kendisi haline gelebilir. Bu, hayata anlam katmanın ötesine geçen bir yaşantı biçimidir. Ve oldukça yoğundur. Genellikle bir inanç, ideoloji, kurum; veya tapınılan bir kişi ile severek yapmış olduğumuz iş olabilir bizi kendisine ölümüne bağlayan... Böylesi bir adanmışlık halinin en fazla yaşandığı alanlardan biri hiç kuşkusuz futboldur. Taraftarından yöneticisine, futbolcusundan teknik adamına kadar her şey abartılı yaşanır futbol dünyasında. Tuttuğumuz ya da görev aldığımız kulüp öylesine bir çekim merkezi haline gelir ki, gözümüz başka hiç bir şeyi görmez. Kendimizi dahi... Yaşanması gereken bize ait bir hayatımız olduğunu unuturuz. Kendimizi ihmal ederiz. Futbolu, kulübümüzü kendimizden daha çok severiz. Benliğimizi, ruhumuzu, bedenimizi aidiyet duyduğumuz kulübümüze adeta kurban ederiz.

Bir kaç ay önce kaybettiğimiz Özhan Canaydın ömrünü Galatasaray'a adamış bir spor adamıydı. Kulüp tarihinin en sıkıntılı döneminde görev aldı. Türlü zorluklara göğüs gerdi. Uykusuz geceler geçirdi. Sonunda amansız hastalığa yakalandı. Ölmeden önce bir sohbetimizde yarı şaka, yarı ciddi, "Beni Ribery ile Sahip Som kanser etti" demişti. Bilemeyiz. Ancak yaşananlar ortada. Şimdi de Gaziantep Başkanı İbrahim Kızıl. Beyin kanaması geçiren Başkan'a acil şifalar diliyoruz. Tatil edilen Bursa maçı sonrası gördüğümde, saha içinde kulağında telefonla çırpınıyordu. Adeta kendini yırtıyordu. Rahatsızlığında kulübün yaşadığı zorlukların payı olduğunu düşünüyorum. Ve soruyorum: Değer mi? Bu dünyada sahip olduğumuz en değerli varlığımız hayatımızdır. Hiç bir şey onun yerini alamaz. Futbol bile...

29 Eylül 2010, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Çoban'ın asası!‘’

Deniz Çoban'ın Gaziantep-Bursa maçını tatil etmesi futbol kamuoyunu ikiye böldü. Haklı bulanlar çoğunlukta olmakla berber şov yaparak seyirciyi tahrik ettiğini söyleyenler de var. Artık bu konuda karar verme zamanı. Tribün terörüne karşı mıyız, değil miyiz? Mesele bu!

Tahrik, ilkel toplumlara özgü bir reflekstir. İşlenen suçlara gerekçe hazırlayan, cezayı hafifletmeye yarayan bir kamuflaj aracıdır tahrik. Kişiyi veya toplumları sorumluluk almaktan alı koyan ve kolaylıkla suç işlemeye meyilli birer mekanizma haline getiren tahrik unsuru, toplumların çağdaşlaşmasının önündeki en büyük engellerden biridir. Bir de tabii, tahrike prim tanıyan, onay veren zihniyet. Toplumun kalıplaşmış geleneksel değer yargılarının dışına çıkarak modern dünyaya adapte olmaya çalışanların vicdanlarını da kanatan bir durumdur, işlenen suçlarda tahrike sığınmak. Hayatın her alanında karşımıza çıkan bu fenomen, son yıllarda varlığını en fazla tribünlerde hissettiriyor. Tahrik üzerinden seyircinin yaptıklarını mazur gösteren bir dil kullanılıyor. Neredeyse suçu işleyenler değil de mağdur olanlar suçlu ilan ediliyor. Gaziantep-Bursa maçını yardımcı hakemin tribünden atılan bir cisim nedeniyle tatil eden Deniz Çoban'ın kararı da bu kangrenle yeniden yüzleşmemize neden oldu. Çoban'ın kararı futbol kamuoyunu ikiye böldü. Haklı bulanlar da oldu, hakemin şov yapıp tribünleri tahrik ederek olaylara sebebiyet verdiğini ileri sürenler de... Velev ki, öyle olsun. Hakem art niyetli ya da şov meraklısı diyelim. Bu, sahaya yabancı madde yağdırarak yardımcı hakemlerin ya da sahada görevli başka insanların yaralanmaları için geçerli sebep midir? Kimden yanayız? Suçludan mı, mağdurdan mı? Tribün terörüne karşı mıyız, değil miyiz? İşte bütün mesele bu. Eğer tribün terörüyle baş etmek istiyorsak, 'ama'lı cümleler kurmaktan vazgeçmeliyiz. Tahrike ya da başka hakemlerin, özellikle büyük takımlar lehine verdikleri yanlış kararlarla yarattıkları çifte standarda sığınmak sadece bu canavarı biraz daha semirtmeye yarar. Gün gelip hepimizi parçalayacak büyüklüğe ulaşana kadar...

22 Eylül 2010, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Antep'in intiharı!‘’

Sık sık Gaziantep’e gelen bir basın mensubu olarak en çok eleştirdiğim konuların başında tribünleri boş bırakan Gaziantep halkının takımlarına yeterince sahip çıkmaması geliyordu. Gaziantepspor’un, şehrin taşıdığı önemli potansiyele rağmen bir türlü gerekli sıçramayı yapamayışının altında yatan en önemli faktörlerden biri olarak kent-takım bütünleşmesinin sağlanamamasını görüyordum. Dün gece uzun bir aradan sonra tribünleri dolu görmek bir futbol sever olarak beni oldukça mutlu etmişti. Maçın başında Bursaspor’a gösterilen ilgi ve sahadaki dostluk görüntüleri keyifli bir futbol akşamı geçireceğimizi düşündürtüyordu ki, maçın 62. dakikasına geldiğimizde bir anda her şey ters yüz odu. Sıradan bir pozisyonda taraftarın gösterdiği aşırı reaksiyon, sahaya atılan yabancı maddeler geceyi bir anda kabusa çevirdi. Hakemin atılan maddeleri toplayarak sahayı enine koşarak geçmesi ve karşı taraftaki dördüncü hakemine vermesi, tribünleri yatıştıracağına daha da provoke etti. Taraftarın aut diye itiraz ettiği kornerden gelen faulle karışık gol de olaylara adeta tuz biber ekti. Galeyana gelen taraftar bir kez daha sahaya yabancı madde yağdırıp yardımcı hakem Muharrem Yılmaz’ı başından yaralayınca Deniz Çoban’a maçı tatil etmekten başka seçenek kalmadı.

Şimdi burada kim suçlu? Hakem maçı kötü yönetti, hatalı kararlar verdi deyip sorumluluktan kurtulabilir misiniz? Velev ki hakem maçı kötü yönetse, haksız yere gol yenmesine sebep olsa dahi, verilecek tepki bu mu olmalı? Böyle taraftarlık olur mu? Meğer tribünlerin boş kalması Gaziantepspor’un lehineymiş! Gaziantep’in bir futbol kenti olmasını en çok isteyenlerden biri olarak dünkü taraftar profili karşısında derin bir umutsuzluğa kapıldım. Protokol tribünlerinden bile hakemlere yabancı madde yağdığına şahit olduktan sonra bu sorunun köklerinin daha da derinlerde olduğunu fark ettim. Sezona zaten kötü bir başlangıç yapan Gaziantepspor’un dün geceki maçı da bu şekilde kaybetmesi ve alacağı muhtemel ceza, sezonun bundan sonraki bölümünde telafisi imkansız bir tahribata yol açacak. Gaziantep’i zor ve çalkantılı günler beklerken, Bursaspor ise şampiyonluğun en büyük adaylarından biri olduğunu dün gece bir kez daha ispatladı.

21 Eylül 2010, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Haldun Üstünel'in derin suskunluğu‘’

Her kulübün sahip olduğu değerler sistemini sembolize eden sloganları vardır; ‘Fenerbahçe Büyüklüğü’, ‘Beşiktaşlı Duruşu’, ‘Galatasaray Terbiyesi’ gibi... Bunlara her ne kadar son yıllarda ‘Fenerbahçe Cumhuriyeti’, ‘Galatasaray Türkiye’dir’, Beşiktaşlı Olunmaz, Beşiktaşlı Doğulur’ gibi post modern s1oganlar eklense de, ilk ifade ettiklerimiz, Üç Büyükler için adeta bir kimlik gibidir. Öyle de olmalıdır. Zira, kendilerini diğerlerinden farklı kıldıkları her üç ifade biçimi de, bu kulüplerimizin yaşadığı tarihsel süreçlerin imbiğinden süzülüp ortaya çıkmış sloganlardır.

Mekteb-i Sultani ile özdeşleşmiş bir slogan olan ‘Galatasaray Terbiyesi’, aslında tüm Galatasaraylılar’ın sahip olması gereken bir davranışlar silsilesidir; içinde ‘Galatasaray Asaleti’ni de barındıran... Tüm Galatasaraylılar’ın uyması gereken kurallar manzumesi de diyebileceğimiz ‘Galatasaray Terbiyesi’ne sahip olmak için bugün ille de Mekteb-i Sultani’de okumak ya da bitirmek gerekmiyor. Galatasaray’ın temsil ettiği değerleri özümsemek yeterlidir.

Kendimi bu uzun uzun girizgahı yapmak zorunda hissetmemin sebebi Haldun Üstünel’dir. Başkan Adnan Polat’la yönetimsel ilke ve prensiplerde ters düşerek görevinden istifa eden Üstünel’in, bütün bu sancılı süreç ve sonrasında derin bir suskunluğa bürünmesinin tek bir izahı vardır: Sahip olduğu ‘Galatasaray Terbiyesi’.

Camiaya yakın olanların çok iyi bildiği gibi, Avrupa’daki başarılı modellerin incelenerek Galatasaray’daki futbol yönetiminin çağdaş bir norma oturtulmasını savunan Üstünel, Başkan Polat’ın 90’lı yıllarda takılı kalan vizyonunu aşamamış ve en verimli olacağı dönemde köşesine çekilmek zorunda kalmıştı. Üstünel bugün hala o münzevi köşesinde oturuyor.

Bunca gürültü-patırtı arasında sessizliğini koruyor. Peşinde koşan medya ordusuna rağmen camiaya zarar verebilecek her türlü söylemden ve eylemden kendini uzak tutuyor. Hatta kötü sonuçlar sonrası tribünlerde oluşabilecek infialin müsebbibi olarak gözükmemek için maçlara dahi gitmiyor. İşte Galatasaraylılık budur. Galatasaray’a hizmet budur. Geçmiş yıllarda örneklerine sık sık rastladığımız, ‘medya gülü’ yöneticilerden sonra Haldun Üstünel’in tarzını belki anlamakta güçlük çekebiliriz, ama saygı, tevazu, terbiye, adam olmak bunu gerektiriyor.

Adnan Polat ‘devrim’ diye yola çıkmıştı. Sözünü ettiği devrimin ne menem bir devrim olduğunu henüz bilmiyoruz. Ancak, Galatasaray’ı temsil görevini Haldun Üstünel’den alıp ne idüğü belirsiz bir takım menajerlere devrederek, ‘Her devrim önce kendi evlatlarını yer’ özdeyişini Galatasaray’da hayata geçirmeyi başardı. Üstelik nehri tersine akıtmayı başararak...

18 Eylül 2010, Cumartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kalibre farkı‘’

Bu tanımlamayı Şampiyonlar Ligi’nde oynayan ilk Anadolu takımı olan Bursaspor ile Valencia arasındaki güç ve denge farkından dolayı yaptığımı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Fark, Türk futbolu ile Avrupa arasındadır. Ortaya çıkan şok skor bunun sonucudur. Daha 20 gün önce Fenerbahçe ile Galatasaray’ın sıradan rakiplere elenmesi de Avrupa ile aramızda giderek açılan bu makasın sahaya yansımasıydı. Ligin marka değerini yükselttik gibi illüzyonist söylemlerle Türk futbolseverini uyutmaya çalışanlar, öncelikle futbolumuzdaki bu serbest düşüşe çare bulmalıdır. Mesela; işe yabancı transferine kota getirerek başlayabilirler. Bursaspor gibi gerek yönetim, gerekse kulübe bazında iyi yönetilen, iyi organize olan bir kulüp bile takıma doğru dürüst katkı yapmayan yabancıları ülkemize getirip çuvalla para saçıyorsa, oturup iki değil, bir kaç kez düşünmemiz gerekir.

Eski gücünden uzak olan Valencia’ya bu kadar kolay teslim olmamızın en önemli nedenlerinden biri, Ertuğrul Sağlam’ın yerli oyunculara tercih ettiği İnsua, Nunez, Ergiç gibi yabancıların maça ve sahaya gerçekten de yabancı kalmalarıydı. Valencia’nın orta alanda ve ileride yaptığı baskıya boyun eğmemizi elbette bu üç yabancıya fatura edemeyiz. Bursaspor’da Hüseyin, Ozan ve Vederson da İspanyol ekibinin presi karşısında pas yapmakta, topu ileriye taşımakta çaresiz kaldılar. Geriye Bursaspor’un en önemli silahlarından biri olan rakip defansın arkasına atılan uzun toplar kalıyordu. Ki, Yeşil-Beyazlılar bunu de gerçekleştiremedi. Çünkü bu toplara hamle yapabilecek Sercan ve Turgay gibi isimler ilk 1 saat kenarda oturdu. Temsilcimizde rakibi tehdit eden ve sahada bir yıldız gibi parlayan Volkan Şen ile ona ayak uydurmaya çalışan Ömer ve Ali vardı. Onların da gücü İspanyol ekolüne yetmedi.

15 Eylül 2010, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Alex'e hayır!‘’

"Alex'ten kurtulmanın zamanı geldi" şeklinde fetva veren tuhaf bir dil türedi son zamanlarda... Aykut Hoca'nın yol arkadaşlığına soyunan bu yeni ulema takımının hedefindeki Sambacı, 551 golün 231'ine (124 gol, 107 asist) imza atmış. Yani yüzde 42! Eh haklılar; yüzde 58'i bulamamış!

Son günlerde futbol gündeminin en önemli meselelerinden biri de hiç kuşkusuz Alex'tir. Aykut Kocaman'ın göreve gelmesiyle birlikte kendini sık sık yedek kulübesinde bulan Brezilyalı yıldız, bazı yeni yetme futbol ulemalarının diline pelesenk oldu. Kendilerini Aykut Kocaman'ın yol arkadaşı olarak niteleyen bu yoldaş tayfası, Fenerbahçe'nin Alex'ten kurtulması gerektiğini buyuruyor; değişim, dönüşüm, devrim gibi dışı yaldızlı, içi boş iksir sloganlar eşliğinde... Aslında neye hizmet ettikleri belli. Alınan başarısız sonuçların faturasını Alex'e keserek, bir nevi Aykut Hoca'nın günahlarını tolere etmeyi kendilerine amaç edinmişler. Bunun ne kadar haksız ve insafsız bir yaklaşım olduğunu görmek için Alex'in 7 sezonda takıma kattığı değere bir göz atmak yeter de artar bile. Fenerbahçe forması altında resmi maçlarda 124 gol, 107 asistlik bir performans sergileyen yıldız oyuncu, takımının attığı toplam 551 golün yarısına yakınına (231) imza atmış. Bir başka deyişle yüzde 42'lik bir katkı sağlamış takımına. Belli ki bu yetmemiş futbol alimlerine! Gözlerine girmesi için yüzde 58'i tutturması gerekiyormuş! Yazıktır, günahtır beyler. Alex'in de miadı elbette dolacak. Ama Fenerbahçe tarihinin en efektif futbolcusuna karşı böylesine zalim bir dil kullanmanın iler tutar bir tarafı var mı? Koşmadığı, pres yapmadığı, temposuz olduğu gibi gerekçelere sığınıyorsunuz. Peki, 41 sarı, 2 kırmızıyla Türkiye'de stoperlerden bile fazla kart gören bir futbolcu, koşmadan, pres yapmadan nasıl bu kadar kart alır? Matematiğiniz de mi yok sizin? Yoksa mantığınız mı eksik? Ya da her ikisi birden mi?

15 Eylül 2010, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI