Arama

Popüler aramalar

‘’Skor aldatmasın‘’

Bu maçı seyretmeyen birine skoru söylediğiniz anda aklına ilk gelecek olan, Galatasaray’ın tıpkı eski günlerdeki gibi Avrupa’nın tozunu attığı düşüncesi olacaktır. Her ne kadar rakip sıradan bir takım olsa da deplasmanda alınan 5-1’lik skorun görkemine ve büyüsüne kapılmamak mümkün değildir bir Galatasaraylı için...

Gelgelelim, aynı düşünceye karşılaşmayı seyreden bir Galatasaraylı’nın sahip olacağını söylemek safdillik olur. Zira sahada gözle görülen bazı gerçekler vardı. Sarı-Kırmızılı takıma gönül veren herkesi rahatsız edecek gerçeklerdi bunlar. Penaltıya kadar defansta ve orta alanda tel tel dökülen, bir türlü ayağında top tutamayan, iki pası arka arkaya yapamayan, oyun kuramayan, rakibe sayısız pozisyon veren, her an ikinci, üçüncü golü yiyerek elenecek endişesi yaratan bir Galatasaray’ın rasyonel düşünen hiçbir taraftarı memnun ettiğini söyleyemeyiz.

Sezonun başlamasına bir haftalık bir zaman kala Galatasaray’ın çok ciddi sorunları olduğu göze çarpıyor. Dördü savunmacı, üçü ön libero olmak üzere sahada defans karakterli yedi oyuncu olmasına karşın, bunlar arasındaki uyum sorunu ve ciddiyetsizlik nedeniyle Belgrad takımı elini kolunu sallaya sallaya pozisyonlar buldu. Karşısında daha ciddi ve dişli bir rakip olmaması Sarı-Kırmızılı takımın şansıydı.

Galatasaray’ı olası bir kâbusa yuvarlanmaktan kurtaran Mustafa Sarp’ın iyi oyunu ile Hary Kewell’ın büyük ustalığıydı. Futbolunun sonbaharındaki bir yıldızın bile bir maçı nasıl çevireceğini örnekleyen dün geceki karşılaşmanın öğrettiği ders şudur: Galatasaray Yönetimi, 2 ya da 3 yıldız futbolcuyu acilen kadroya katmak zorundadır. Yoksa hüsran dolu günler kapıda...

06 Ağustos 2010, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Elvan yetmez!‘’

Elvan yetmez!Süreyya Ayhan’ın 2002 yılında Münih’te elde ettiği Avrupa Şampiyonluğu’ndan sonra ikinci kez bir Türk atletinin Avrupa’nın zirvesine çıkması elbette anlamlı ve tarihi bir başarı. Her ne kadar Avrupa Şampiyonaları günümüzde Olimpiyat ve Dünya Şampiyonaları ile Grand Prix’lerden sonra gelse de Türk atletizminin spesifik durumuna bakacak olursak, Elvan’ın elde ettiği birincilikle övünmeliyiz, gönenmeliyiz, gururlanmalıyız. Gelgelelim, katıldığımız tüm büyük uluslararası organizasyonlarda neden Elvan’ın dışında şampiyon çıkaramadığımız sorusunu da başta Atletizm Federasyonu olmak üzere hepimiz kendimize sormalıyız. Elvan gibi sporcuların Türk yapılarak atletizme ivme kazandırma düşüncesi ne kadar makulse, Süreyya’nın sahneden çekilmesinin ardından aynı standartları yakalayacak yeni atletler çıkaramayışımız o derece düşündürücüdür.

Burada belki 100 metre engelli koşucumuz Nevin Yanıt için ayrı bir parantez açılabilir. Avrupa Takımlar Ligi Yarışları’nda 12.74’lük derecesiyle birinci olarak Barcelona için madalya umutlarımızdan biri haline gelen Nevin’in kendisine güvenenleri mahçup etmemesini diliyoruz. Nevin Yanıt, Avrupa Şampiyonası’nda yapacağı bir patlamayla beklentilerimize yanıt vereceği gibi, kendisini de bir anda elit sporcular arasında bulacaktır.

Nevin Yanıt dışında madalya umutlarımız ise diğer iki devşirme sporcumuz 5 bin metrede Alimutu Bekele ve tabii bir de 5 binde koşması halinde Evan Abeylegesse... Bu durumda son gün koşulacak olan 5 bin metre yarışının iki Türk’ün çekişmesine sahne olmasını bekleyebiliriz. Gerisi ise büyük sürpriz olacaktır.

Bütün bunlar gösteriyor ki, biz hala taşıma suyla değirmen döndürüyoruz. Kendi kaynağımızı yaratmaktan bugün de çok uzağız. İşin en kolayına kaçıyoruz. Getir, Türk yap, sonra da onların aldıkları madalyaların arkasına saklan.

Türk sporunu yönetenlerin şunu görmesi lazım: Avrupa Şampiyonluğu Elvan’ın ilk büyük başarısı değil. Daha önce Olimpiyat ve Dünya Şampiyonaları’nda da Elvan ilkleri başardı. Hiç birinde Süreyya Ayhan’ın estirdiği fırtınayı kopartamadı. Amacım yeniden devşirme sporcu tartışması başlatmak değil. Ki, ben buna karşı da değilim. Lakin görünen o ki, Türk insanı, kendisinden olan bir sporcuyu sahiplendiği gibi sonradan Türk yapılan bir sporcuyu sahiplenmiyor. Gururlanıyor belki, ama bir yerlerde bir eksiklik, bir ince sızı hissediyor. Artık kendi yıldızımızı kendimizin yaratma zamanı geldi de geçiyor.

30 Temmuz 2010, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Cuma babaları‘’

Her hafta cuma günleri Edirnekapı Şehitliği’nde bir hareketlilik yaşanır. Boş mezarların her geçen gün azaldığı şehitlikte evlatlarını teröre kurban veren anne-babalar görürsünüz. Her mezarın başında bir bayrak asılıdır. Şehitlik, gelincik tarlası gibidir.

Anne-babalar, bir çiçek bahçesine çevirdikleri mezarların toprağını okşarlar; çocuklarının başını okşar gibi; sevgiyle, şefkatle...

Diktikleri gülleri, karanfilleri koklarlar; çocuklarını koklar gibi; kederle, acıyla...
Mezar taşına sarılırlar; çocuklarına sarılır gibi; hüzünle, hasretle...
Çocuklarının saçını tarar gibi parmaklarıyla çapaladıkları toprağı, gözyaşlarıyla sularlar.

Her şey derin bir sessizlik içinde olur. Mezarın etrafı adeta tavaf edilir, ayrık otları toplanır, mermerler yıkanır. Ardından dualar okunur ve ebeveynler sonsuz kederlerini sırtına vurarak evlerinin yolunu tutar. Paramparça olmuş ruhlarını mezarın başında bırakarak...

Her cuma günü, dünyada eşi, benzeri olmayan bu ritüeller tekrarlanır durur. Anneler çoğunluktadır. Lakin son yıllarda babaların da bir hayli arttığı göze çarpar. Oysa bize yıllardır babaların ağlamadığı öğretilmişti. Meğer onlar da ağlarmış. Ancak biz görmezmişiz. Bize göstermezlermiş ağladıklarını. Anne yüreği kadar baba yüreğinin de yandığını öğrendik, genç ölülerimiz sıkça toprağa düştüğünden beri. Evet, şehit anneleri kadar şehit babaları da var bu memlekette. Ve onların da kanı çekiliyor, adres soran kurşunlar çocuklarını bulduğunda. Onlar da darmadağın oluyor. Onların da bedenini, ruhunu ağu gibi bir acı kavuruyor. Onlar da kan göz yaşlarını içlerine akıtıyor. Onlar da ellerinden alınan evlatları için ağıtlar yakıyor. Onlar da hayata küsüyor. Zifiri bir karanlık, onların da ömrüne kıyamet bulutları gibi çöküyor. Gece olduğunda bir battaniyeyle mezara gidip, üşümesin diye oğlunun üstünü örten, sabahleyin de onu uyandırmak için kara toprağa bir şeyler fısıldayan şehit babaları duydum ben. Yıllardır odasına kapanıp bir yorganın altında saklanan ve hiç kimseyle, bir daha hiç bir şey konuşmayan, hayatı susarak protesto eden babalar olduğunu da biliyorum; bu ülkenin köylerinde, kasabalarında, şehirlerinde...

Her cuma günü gerek Edirnekapı, gerekse diğer şehitliklerde anneler kadar babalarla da karşılaşırsınız. Yumruk şeklindeki elleri göğüslerinin üzerinde kavuşmuş, sarsıla sarsıla ağlayan şehit babalarıdır onlar. O kadar çoğaldılar ki, saklayamazlar artık hıçkırıklarını, gözyaşlarını... Babaların da insani duyguları olduğunu, metanetlerinin asaletlerinden geldiğini çok daha iyi anlarsınız, o zaman. Bu gün de istedim ki, bir babalar gününü daha geride bıraktığımız şu günlerde, şehit babalarını bir hatırlayalım. Bundan böyle babalarımızın ellerini öperken, onlara sarılırken, hediyeler sunarken, şehit babalarının da tarifsiz acılarına ortak olalım. Onları da kendi babamız gibi kucaklayalım, bağrımıza basalım. Onlara da evlatlık yapalım. Ve bu trajedinin daha fazla devam etmemesi için taşın altına elimizi sokalım. Aklımızı, sağduyumuzu, geleceğimizi yitirmeden...

NOT: Bu yazı üç yıl önce bir babalar günü münasebetiyle yazılmıştır. Bugün de değişen bir şey yok. Yine terör, yine şehitler, yine ocağına ateş düşen anne babalar. Bugün de babalar günü. Ve evlatlarını toprağa verecek babaların sayısı bir hayli fazla. Artık onlar da cuma babası. Yazımı bir kez daha sayfalara koyma nedenim, içimdeki isyanımı bastıramayışımdandır. Başka ne desem bilmem ki...

20 Haziran 2010, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Bursa'da bir aziz!‘’

Ertuğrul Sağlam'a salt bir antrenör olarak bakanlar büyük fotoğrafı göremeyebilir. Kontratına şampiyonluk primini koyduracak kadar bu işe inanan, 1.5 yıldır tesislerde yatan, kapısına gelen herkesi kucaklayan, hiç bir daveti geri çevirmeyen, felsefesini saygı, hoşgörü, tevazu ve centilmenlik üzerine bina eden bir çelebiyle karşı karşıyayız.

Hiç bir başarı tesadüfi olmadığı gibi, tarihte hiç bir devrim de spontane gelişmemiştir. Her ihtilalin bir temeli, bir hazırlık süreci ve arka planı vardır. Ve elbette öncü güçleriyle, her şeyi koordine eden bir mimarı, lideri, kahramanı da mavcuttur. Futbolumuzdaki 2.Anadadolu İhtilali de karakteristik özellikleri bakımından diğer tüm tarihsel dönüşümlerden farklı değildir. Bursaspor'un gerçekleştirdiği futbol devriminde, yöneticisiyle, hocasıyla, futbolcularıyla, taraftarıyla, kulüp çalışanlarıyla kuşkusuz herkesin payı var. Ancak hiç kimsenin inkar edemeyeceği bir gerçek ise, aslan payının Ertuğrul Sağlam'a ait olduğudur. Ertuğrul Sağlam'ın bu başarıya sadece antrenörlük yetenekleri ve bilgisiyle ulaştığını düşünüyorsanız fena halde yanılıyorsunuz.

Sağlam'a salt bir teknik direktör olarak bakanlar ortadaki büyük fotoğrafı kaçırabilir. Kaos ve kargaşa nedeniyle parçalanmanın eşiğindeki Bursaspor'a imza attığında kontratına şampiyonluk primini koyduracak kadar bu işe inanan, ailesinden, çocuklarından uzakta kalmayı göze alarak 1.5 yıldır tesislerde yatıp kalkan, kapısına gelen herkesi kucaklayan, kendisine yapılan en ufak bir daveti bile geri çevirmeyen, bu vesileyle Bursa halkıyla bütünleşen, hayat felsefesini saygı, sevgi, hoşgörü, tevazu ve centilmenlik üzerine bina eden bir çelebi var aslında karşımızda. Onun yarattığı sinerji Bursa'dan sonra tüm Anadolu'yu saracaktır. Bütün taşların yerinden oynadığı Türk futbolunda artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır. İnönü'de Yıldırım Demirören'in havalandırdığı kelebeğin etkisi Bursa'da fırtınaya dönüşmüştür. İstanbul'u yerle yeksan eden bir fırtınaya... Kasırgaya dönüşmesi de kuvvetle muhtemel...

18 Mayıs 2010, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Vefasız Galatasaray!‘’

İnsanı insan kılan temel özelliklerinden biri de vefa duygusudur. Belki diğer canlılardan ayıran belirleyici bir nitelik değildir vefa, ama insanlığın olmazsa olmaz koşullarından biridir. Vefa, genellikle kişinin bir başkasına karşı hissettiği bir duygu olmakla beraber, başta aile olmak üzere aidiyet bağıyla bağlı bulunulan kurumlara karşı da duyumsanabilir. Vefalı olmak bir bakıma medeniyet ölçütlerinden biridir. Tıpkı başkalarının haklarına saygı duymak gibi. Bu bağlamda, çağdaşlaşmaya giden yollardan biri olarak kabul edebileceğimiz 'vefa'nın insani bir durum olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Dahası bir olgunluk göstergesi, adamlık belirtisi... Peki ya tersi? Tersi ise, elbette ki insani zafiyettir.

Eğer bir kişi iyilik gördüğü ya da maddi-manevi borçlu kaldığı bir başka kişiye veya kuruma karşı minnet duygularıyla hareket ederse onu rahatlıkla 'vefalı' olarak nitelendirebiliriz. Kişi, çok fazla bir özelliği olmasa dahi salt bu davranışıyla bile gönüllerde taht kurabilir. Vefasızlık yaptığında da tam tersi bir sürecin işlemesi kaçınılmazdır. Çünkü bireyin toplumdaki değerini belirleyen mihenk taşıdır vefalı olmak.

Bu uzun girişi yapmamın sebebi, son zamanlarda Galatasaray kulübünün vefasızlığına dair yapılan çeşitlemelerdir. Başta eski futbolcuları olmak üzere... Zaten benim de sözüm onlara. Bir kere yaratılan şu kavram kargaşasını açıklığa kavuşturmak gerekir: Kurumlar; yani kulüpler vefalı ya da vefasız olamaz. Bu tanımlamayı kişiler üzerinden yapabilirsiniz; ama kulüpler üzerinden değil. Adnan Polat'a vefalı-vefasız diyebilirsiniz, fakat Galatasaray'a diyemezsiniz. Polat ya da Haldun Üstünel veya diğer yöneticiler gelip geçicidir. Lakin Galatasaray bakidir. Bugünkü yönetime muhalif de olabilirsiniz. Sevmeyebilirsiniz de... Hatta gerçekten vefasız da olabilirler. Ancak sırf onlara karşı olumsuz duygularınız nedeniyle 'Galatasaray vefasız' şeklinde bir argümanla ortaya çıkarak, yıllarca ekmeğini yediğiniz, suyunu içtiğiniz, havasını soluduğunuz bir kurumu medya yoluyla yıpratamazsınız. Bunu yaparsanız asıl 'vefasız' siz olursunuz. Sizlere Polat ve arkadaşları tarafından vefasızlık yapılmış olsa bile, Galatasaray kulübünü temsil ettikleri için 'kan kustuk ama kızılcık şerbeti içtik' demelisiniz. Asalet bunu gerektirir. Milyonlarca dolarlık profesyonel ilişkilere ise değinmeyeceğim. O başka bir boyut!
Son olarak Yılmaz Özüak nedeniyle vefa duygusunu gündeme taşıyan ve kılıçlarını çekenlere bir lafım var: Bir antrenöre 57 yıl görev yaptıran bir kulübe vefasız denebilir mi? Sultan Süleyman bile bu kadar hüküm sürmedi şu yalan dünyada. Bu ne kindir, ne düşmanlıktır, ne insafsızlıktır? Hiç mi vicdan yok sizde?

16 Mayıs 2010, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Büyük takım refleksi‘’

Pusu kültürüne sahip bir toplum olmamız hasebiyle Fenerbahçe etrafında koparılan yaygaralara şaşmamak lazım. Bel altı saldırılarının bu kadar ayyuka çıktığı bir ortamda ayakta kalmak ancak büyük kulüplere özgüdür

İşte görüyorsunuz Deniz Baykal'ın başına gelenleri. Kurulan sinsi bir tuzakla nasıl alaşağı edildiğini ibretle takip ediyoruz. Aslında bu yöntemler bizim için yeni değil. Gerek politikada, gerek ekonomide, gerekse sporda; kısaca yarışın olduğu her alanda belden aşağı vurmak adeta genlerimize işlemiş. Rakibimizle baş edemeyeceğimizi anladığımız anda devreye soktuğumuz silahlarımız üş aşağı beş yukarı aynıdır: Yalan, iftira, şantaj, entrika, hile, desise... Yeryüzünde 'pusu kültürü'ne sahip belki de tek millet olma onuru (!) ne de olsa bize aittir.

Bu bağlamda Fenerbahçe etrafında koparılan yaygaralara şaşırmamak lazım. Asıl şaşırmamız gereken, Sarı-Lacivertli kulübün bunca çirkin ve hain provokasyonlar karşısında nasıl ayakta kalabildiğidir. Bana kalırsa bunun tek bir sebebi var: Fenerbahçe büyüklüğü. Ancak bir büyük takım bu kadar fırtınalı bir denizde rotasını bulabilir. Pazar gecesi Fenerbahçe şampiyon olur ya da olamaz. Bu hiç önemli değil. Önemli olan bunca saldırı karşısında dimdik ayakta kalabilmesidir. Tarih bu sezonu bu yönüyle de yazacak. Ellerinde hiç bir kanıt, belge, somut bir bilgi olmadan, salt dedikodular, duyumlar, rivayetler üzerine yorumlar yaparak, beyanatlar vererek koskoca kulübün ve oynadığı rakiplerinin haysiyetiyle oynayanların gideceği yer ise bellidir: Tarihin çöp sepeti.

12 Mayıs 2010, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Çivisi çıkmış‘’

Antalyaspor için prestijden öte bir anlam ifade etmeyen maç, Galatasaray açısından sezonu erken açma tehlikesinin bertaraf edilmesi bakımından son derece önemliydi. Zira bu karşılaşmada yaşanacak puan kaybı, Sarı-Kırmızılı takımın ligi dördüncü sırada bitirmesine neden olabilecek kadar ciddiydi, ki bu da tıpkı geçen sezon olduğu gibi Haziran’ın ortasında top başı yapmak demekti.

Gelgelelim Galatasaraylı futbolcuların, Rijkaard’ın bu sezon şampiyonluğun kaçmasında en önemli faktörlerden biri olarak işaret ettiği bu tehlikenin farkında olduğunu söylemek mümkün değildi. Sezonu kapamış bir görüntü içerisindeydiler. Ne defansta, ne orta alanda, ne de hücumda organize olabildiler. Sahada ne yaptığını bilen futbolcu hemen hemen yok gibiydi. Arda’daki düşüşün zirve yaptığını, Keita’nın zamanlama ve koordinasyon konusundaki fundemental yetersizliğinin iyice sırıttığını, bazı oyuncuların gün saydığını gözlemlediğimiz karşılaşmada koskoca Galatasaray’ın futbol adına hiçbir değer üretememesi en iç acıtıcı olanıydı. Bir takım düşünün ki, organize hücum edemiyor, kanatları kullanamıyor, uzaktan-yakından etkili şut atamıyor, duran topları amatörce heba ediyor, defansın arkasına sık sık adam kaçırıyor. Başarılı olması mümkün mü? Bu maç da gösterdi ki, Galatasaray’ın kaleciye, stopere, sağ-sol beke, ön liberoya, oyun kurucuya, kanat oyuncusuna ve santrfora ihtiyacı var! Çünkü bu takımın çivisi çıkmış. Sil baştan yapmaktan başka çare yok.

09 Mayıs 2010, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Neredesin Aydın Örs?‘’

Bazen hayatın yükü ağır gelir; çekemezsin. Kurtulmak istersin o meşum yükten; kurtulamazsın. Durduk yerde seni ezer, boğar. Sebebi her ne olursa olsun; ister kaybedilen bir yakının, eşin, dostun; ister elinden alınan işin, gücün; isterse sana yaşatılan ağır düş kırıklıkları... Her ne ise yaşadığın travma; attığın her adımda, aldığın her nefeste, gök kubbenin başına çökmesine neden olur. Sebebi ortadan kaldırmaya gücün yetmez. Bu, canını daha da acıtır. Artık tek çare vardır: Kaçmak. Yaşadığın diyardan, tanışlarından, ahbaplarından, dostlarından... Kimseye görünmek istemezsin; kimsenin seni görmesini de... Konuşmak sana zül gelir; dinlemek de... Susmak, içine gömülmek, kendi ıssızlığında kaybolmak, sana tek çözüm gibi gelir. Belki ruhunda açılan o ağır yarayı kapatamazsın, ama bir nebze olsun acılarını hafifletmeyi umarsın. Derin bir inziva deriz, genellikle buna... Münzeviler, hayatla baş edemeyenlerdir. Kimi bir müddet ara verdiği hayat yolculuğuna, yeterli bakım ve onarımdan sonra devam eder. Kimi de bir daha çıkamaz münzevi yaşamından. Kendi fişini kendi çeker.

Türk basketbolunun gelmiş geçmiş en önemli iki-üç figüründen biri olan Aydın Örs de, mesleğinin zirvesindeyken kifayetsiz muhterislerin ‘Ali Cengiz Oyunları’yla alaşağı edileli beri çekildiği inzivadan çıkamayanlardan. Kaldıramayacağı kadar ağır düş kırıklıkları yaşadığı aşikar. Onun, riyakarlığın, kabalığın, hoyratlığın gemi azıya aldığı bir toplumda münzevi olması da gayet doğal. Ama bu inziva, bana artık çok uzadı gibi geldi. Aydın Örs’ün, bundan sonra devam etmekle, sonsuza kadar çekilmek arasındaki o kritik eşiğe yaklaştığını hissediyorum. Ve bunun hem kendisi için, hem de Türk basketbolu için telafisi imkansız sonuçlara yol açacağını düşünüyorum. Aydın Örs artık geri dönmeli. Bir yerlerden yine başlamalı. Çünkü Türk basketbolunun hiç olmadığı kadar onun bilgi, birikim ve tecrübesine ihtiyacı var. Dünya Şampiyonası için artık tren kaçtı. Zaten o istese de, ipini çeken bugününün muktedirleri, onu hiç bir şekilde organizasyona yaklaştırmaz. O zaman kah bir kulüpte görev alarak, kah önümüzdeki seçimlerde federasyon başkanı olarak kaptan köşküne yeniden çıkmalı Aydın Örs. Zira yalpalayan bu geminin yeniden rotasını bulması için, bu denizleri çok iyi bilen bir kaptanın dümene geçmesinden başka çıkar yol yok. Dön artık Aydın Örs!

05 Mayıs 2010, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI