‘’Çare insana yatırım‘’
Meslek hayatım boyunca bıkmadan, usanmadan kullandığım argümandır; insana yatırım yapmak. Çünkü modern toplumların gerisinde kalmamızın en büyük nedenlerinden biridir insana değer vermemek, insan odaklı yatırım yapmamak. Doğa, çevre, diğer canlılar gibi konulara hiç giremiyorum bile! Zira önce sağlıklı bir toplum meydana getirmeliyiz ki, sıra diğerlerine gelsin! İnsan odaklı düşünmemenin en son yansımasını sporda; Paris 2024 Olimpiyat Oyunları’nda gördük. Paris’te yine bize hüsran düştü. Tıpkı daha öncekilerde olduğu gibi. Aslında biz olimpiyatlarda hep başarısızdık. Madalya sayımız 8-10 bandındaydı.
Tokyo’dan farkımız karateydi
Güreşte dünyanın tozunu attığımız yıllar hariç bunların biri ya da bazen iki-üç tanesi altın olurdu; o da sıra dışı sporcularımız sayesinde. Bu kez 40 yıl aradan sonra bir altın çıkaramadık; Paris’te üç olimpiyat şampiyonumuz sahne almasına rağmen... Tokyo’yla tek farkımız altın madalya değildi tabii. Tokyo’da alınan 13 madalyanın 4’ü karateydi. Paris’te ise karate yoktu. Breakdance gibi bir saçmalığı olimpiyat programına alıp da karate gibi kadim bir sporu devre dışı bırakmak IOC’nin ayıbı tabii, o ayrı mesele.
Gerçek olan şu ki 64.sıradayız!
Paris’in bir farkı ise sporculara sunulan imkanların diğer oyunlara nazaran çok daha fazla olmasıydı. Hemen hemen her şehirde yapılan modern tesisler, 5 yıldızlı kamp merkezleri, olimpik branşlarda da devreye giren sponsorlar Paris öncesi beklentilerimizi yükseltti. Ancak bütün bunlar madalya sayımızın artmasına yetmedi, bilakis daha da iç karartıcı bir tablo ortaya çıktı. Her ne kadar birçok branşta ilk 8’lerde kendimize yer bulduysak, Kuzey Tunçelli, Ersu Şaşma gibi gelecekte madalya adayı genç sporcularımız ortaya çıksa da bütün bunlar Türkiye’nin oyunları 64. sırada bitirdiği gerçeğini değiştirmiyor. Ve sapır sapır dökülen güreş ve atletizm gerçeğini de...
İnsan odaklı düşünmemiz lazım
Evet, kaynaklarımız, tesislerimiz, sponsorlarımız ve potansiyelimiz var ama olmayan nedir? İnsan odaklı düşünmememiz. Sporcuları eğitimli, liyakat sahibi eğitmenlere teslim etmememiz, çağdaş ve bilimsel metotlarla yetiştirmememiz. Çocukları bir yarış atı gibi yetiştirmemiz. Onları, fiziksel ve mental açıdan doğru ve bilinçli şekilde donatmamamız. Çağın gerisinde kalmış, farklı ajandalara sahip, kendilerini dahi eğitememiş insanları sağdan soldan getirdikleri kartvizitlerle alt yapılara, teknik kurullara, federasyon yönetimlerine doldurmamız. Başarısızlığı ve iş bilmezliği arşa çıkmış adamların delege oyunlarıyla, dış müdahalelerle defalarca federasyon başkanı seçilmesi. Adam kayırmanın, torpilin alıp başını gitmesi.
Aklı ve bilimi temel almalıyız
Önce yapmamız gereken bütün bu Orta Doğu tarzındaki yapıyı yıkmamız ve yerine aklı, bilimi, teknolojiyi, liyakati, hakkaniyeti, adaleti ve her şeyden önemlisi insanı temel alan çağdaş bir sistem kurmamız. Amerika’yı yeniden keşfe gerek yok. İleri spor ülkelerine bakalım yeter. Onlar nasıl yaptıysa, biz de yaparız. Yeter ki isteyelim!
‘’Vurun Rıza'ya‘’
Kırın, dökün, ezin, un ufak edin, yok olana kadar tepinin üzerinde. Nasıl olsa memleketin her köşesinden bir Rıza Kayaalp fışkırıyor! Ekonomik enflasyonumuzun yanında bir de Rıza Kayaalp enflasyonumuz var! O kadar çok ki Rızalar!.. Ayıp olmuyor mu hanımlar, beyler? Rıza Kayaalp bu ülkenin yetiştirdiği en değerli sporculardan, en önemli şampiyonlardan biri değil mi? Çeyrek asırlık spor yaşamına 5 Dünya, 12 Avrupa Şampiyonluğu, 1’i gümüş, 1’i bronz olmak üzere 2 Olimpiyat madalyası sığdırmış kaç sporcumuz var?
En başta sorumlu olanlar...
Tedavi amaçlı, doktor kontrolünde kullandığı ilaçta yasaklı madde varsa bu sadece onun suçu mudur? Rıza’dan önce en başta kulüp ve kamp doktorları sorumlu değil midir bu durumdan? Sorumluluk aldıkları alana hakim olmayan, yeterli denetimleri ve sporcu bilinçlendirmesini yapmayan federasyon ve kulüp yönetiminin, antrenörlerin, kamp müdürünün hiç mi suçu yok yaşanan bu gelişmelerde? Herkes bir anda sütre gerisine çekilirken, ortalıktan toz olurken açıkta bir başına kalan Rıza Kayaalp’in birtakım mihraklar tarafından rövanşist duygularla böylesine vahşice ve acımasızca recmedilmesi reva mıdır? Tedavi için kullandığı ilaçta yasaklı madde çıktı diye böylesine muhteşem kariyeri olan bir sporcuyu tarihin karanlık denizlerinde boğacak mıyız?
Halil Mutlu ve Hasan Şaş
Halil Mutlu da kariyerinin sonunda buna benzer bir sebepten ceza aldı ama bu onun 3 Olimpiyat Şampiyonluğu’nu götürdü mü, itibarını yerle bir etti mi? Kaldı ki bu tür kazalar her sporcunun başına gelebiliyor. Hasan Şaş da ‘Aferin’ isimli soğuk algınlığı ilacını kullandı diye 6 ay ceza aldı, ardından da UEFA Kupası’nın kazanılmasında, Milli Takım’ın Dünya 3.’sü olmasında önemli roller üstlendi. Halil Mutlu da Hasan Şaş da bugün aldıkları doping cezasıyla değil, başarılarıyla anılıyor. Doğrusu da budur. Sakın bu yazıyla dopingi savunduğumu düşünmeyin. Anlatmaya çalıştığım başka şey. Lance Armstrong gibi ilacı bilinçli olarak kullanan, dopingi spor yaşamının merkezine oturtan sporcularla ne Halil’i ne Hasan’ı ne de Rıza’yı aynı kefeye koyamayız.
Listeden de çıkarılabilir
Onları böylesine linç etmeye hakkımız yok. Soğukkanlı davranmalıyız, empati kurmalıyız, bir yol kazası olarak görmeliyiz ve onlara her zamankinden daha fazla sahip çıkmalıyız. Başardıkları zaman fotoğraf karesine girmek için tesbih boncuğu gibi yanlarında nasıl diziliyorsak, başaramadıkları zaman da onları kendi kaderlerine terk etmemeliyiz? Dostluk, ahde vefa, insanlık bunu gerektirir. Kaldı ki onların kullandığı ilaçlardaki etken maddeler yarın bir gün Dünya Anti-Doping Ajansı tarafından listeden de çıkarılabilir! O zaman yüzlerine bakacak yüzümüz olmaz!
‘’Mete Gazoz tarihi yeniden yazıyor!‘’
Darrell Pace... ABD’li okçu... 1972 yılında henüz 16 yaşındayken ABD Milli Takımı’na seçiliyor. Bundan üç yıl sonra, 1975 yılında 19 yaşındayken Dünya Şampiyonu oluyor. Ardından 1976 Montreal Olimpiyat Oyunları’nda altın madalyaya uzanıyor ve dünya okçuluk tarihinde bu başarıya uzanan ilk sporcu oluyor. Pace, takip eden yıllarda bu başarıyı bir kez daha tekrarlıyor. 1979’da Dünya, 1984 Los Angeles’ta da Olimpiyat Şampiyonu oluyor. Bunların yanı sıra sayısız ABD Ulusal ve Pan American Oyunları şampiyonlukları kazanıyor. 2011 yılında Dünya Okçuluk Federasyonu tarafından ‘Yüzyılın Okçusu’ ünvanına layık görülüyor.
Dünya spor tarihine geçiyor Mete Gazoz...
Milli gururumuz. Henüz 14 yaşındayken, minikler kategorisinde yarışırken Türk A Milli Takımı’na seçiliyor. 2016 Rio Olimpiyat Oyunları’nda 17 yaşında ülkemizi temsil ediyor ve Dünya Okçuluk Federasyonu tarafından ‘Geleceğin En İyi 5 Okçusu’ arasında gösteriliyor. 2020 Tokyo Olimpiyat Oyunları’nda ise altın madalyaya uzanarak okçulukta ilk olimpiyat şampiyonumuz oluyor ve Türk spor tarihine geçiyor. Önceki gün de Berlin’de Dünya Şampiyonu olarak yine spor tarihimizde bir ilke daha imza atıyor. Yalnızca bizim spor tarihimizde mi? Mete bu başarısıyla Dünya spor tarihine de geçiyor. Zira, 1976’da bu başarıyı yakalayan ilk okçu olan Darrell Pace’den 47 yıl sonra hem Olimpiyat hem de Dünya Şampiyonluğuna ulaşan ikinci okçu oluyor Mete Gazoz.
Pace ile unvanı paylaşıyorlar
Şu anda bu ünvanı Pace ile birlikte paylaşan 24 yaşındaki Mete’nin önünde daha uzun yıllar var. Önümüzdeki yıl Paris 2024 Olimpiyat Oyunları’nda da ikinci olimpik zaferini ilan edeceğine dair hiçbir kuşkum yok. Ardından Los Angeles 2028 geliyor. Öyle görülüyor ki, ‘Melekler Şehri’, Darrell Pace ile kaderinin kesiştiği kent olacak. Pace, Los Angeles 1984’de ikinci olimpiyat şampiyonluğuna ulaşmıştı. Dünya okçuluğunun yeni prensi olan Mete Gazoz’un Los Angeles 2028’de üçüncü olimpiyat altınını alarak Darrell Pace’i kariyer olarak geride bırakıp bu yüzyılın okçusu ünvanını alması kuvvetle muhtemel. Başta anne babası Meral-Metin Gazoz çifti olmak üzere çok iyi bir profesyonel ekip tarafından kariyer basamakları en ince detaylarına kadar planlanan Mete Gazoz’un da bu hedefin peşinde olduğuna eminim. Sakin ve dingin kişiliğinin yanı sıra kendinden emin ve oldukça iddialı bir yapıya da sahip olan milli sporcumuzun Berlin’de sıcağı sıcağına, “Bugün dünyanın en iyi okçusu benim, yarın da ben olacağım,” demesi boşuna değil. Çünkü Mete aynı zamanda sözünü tutan da bir sporcu! Rio 2016’da ikinci turda elendikten sonra “Tokyo 2020’de altın madalya alacağım,” demiş ve bu sözünü tutmuştu!
‘’Kumsaldaki adam!‘’
Yazı yazmak için okyanus sahillerine giden bir yazar, sabaha karşı kumsalda dans eder gibi hareketler yapan birini görür. Biraz yaklaşınca, bu kişinin sahile vuran denizyıldızlarını, okyanusa atan yaşlı bir adam olduğunu fark eder.
Yaşlı adama yaklaşır:
- Neden denizyıldızlarını okyanusa atıyorsun?
Yaşlı adam yanıtlar;
- Birazdan güneş yükselip, sular çekilecek. Onları suya atmazsam kumsalda ölecekler.
Yazar sorar;
- Kilometrelerce sahil, binlerce denizyıldızı var. Ne fark eder ki?
Yaşlı adam eğilir, yerden bir denizyıldızı daha alır, okyanusa fırlatır.
- Onun için fark etti ama...
Yukarıdaki anonim öyküyü sütunlarıma taşımamın sebebi Yavuz Kocaömer'dir. Çünkü onu tarif edecek en iyi hikayedir. Yavuz Kocaömer de o ıssız kumsaldaki ihtiyar gibidir. Milyonlarca denizyıldızı vardır Kocaömer'i bekleyen... Her gün, gün ağarınca kumsala iner Kocaömer. Güneşin altında kavrulmak üzere olan biçare denizyıldızlarını teker teker toplar ve yeniden hayat bulacakları can suyuna geri gönderir. Onlara bir yaşam bahşeder. Tek işi budur. Yetişebildiğine yetişir, kurtarabildiğini kurtarır. ,
Engellilerin hamisi Yavuz Kocaömer
Hepsine ulaşamayacağını anladığı zaman da, aylak aylak gezen başka yaşlı adamları kollarından tutar sahile indirir. Çünkü bilir ki, bu ülkede denizyıldızlarına sahip çıkacak birilerine ihtiyaç vardır. Onlar olmazsa öleceklerdir.
O, sahipsizlerin sahibi, kimsesizlerin kimsesidir.
O gerektiğinde bir babadır, gerektiğinde bir ağabeydir, gerektiğinde bir kardeştir, gerektiğinde bir dosttur, gerektiğinde bir yoldaştır, gerektiğinde bir hamidir.
O, her gün görmezden gelinen, yok sayılan engellileri hayata bağlayan bir 'Cesur Yürek'tir. Gün gelir devlete bile kafa tutacak kadar asi olur, gün gelir yel değirmenlerine karşı savaşan bir 'Don Kişot' kesilir.
O, hayatın iki yakası arasında savrulan bir sarkaç gibi yaşar ömrünü. O ömür ki hem adanmıştır hem de kutsanmış. Daha ne olsun?
NOT: Bu yazı, Yavuz Kocaömer'in 'Alman Devlet Liyakat Nişanı' ile ödüllendirilmesi nedeniyle 24 Şubat 2011 tarihinde kaleme aldığım bir makaleydi. Sevgili Yavuz ağabeyin üç gün önce zamansız bir şekilde aramızdan ayrılması nedeniyle kendisini en iyi tarif ettiğini düşündüğüm 'Kumsaldaki Adam' yazısını bir kez daha yayınlama ihtiyacı hissettim. Bu vesileyle Yavuz ağabeye ve ondan 10 gün önce kaybettiğim canım anneme Allah’tan rahmet dilerim. Mezarları nurla aydınlansın, huzur içinde uyusunlar, mekanları cennet olsun.
‘’Bir çınar daha devrildi‘’
Meslek hayatım boyunca yaptığım işlerden en gurur duyduğum iş, 'Yaşayan Efsaneler' başlıklı seri röportajlardı. Yaklaşık 20 yıl önceydi. O güne kadar yapılmamış bir işti. 10 gün boyunca gazetem Fanatik'te yayınlandı. O röportaj dizisini kitap haline getirmediğim için hala büyük pişmanlık duyarım. Yaşayan Efsaneler dediğimiz, o günlerde hayatta olan 12 eski olimpiyat şampiyonundan 10'uydu. Hepsi güreşçiydi. Ve hepsinin birbirinden ilginç hayat hikayeleri vardı. Türkiye'nin dört bir yanına gidip, isimlerini Türk sporuna altın harflerle yazdıran o mümtaz insanları bulmuş ve yaşam öykülerini anlattırmıştım.
İmkansızlıklar içinde büyük başarılar
Yoksulluğun diz boyu olduğu zamanlarda inanılmaz yokluklar ve imkansızlıklar içinde ne büyük işler başardıklarını bizzat kendi ağızlarından dinlemiş ve çok etkilenmiştim. İşte o güreşçilerden biri de Mustafa Dağıstanlı'ydı. O güne kadar Türk güreşinin en kariyerli güreşçisiydi. 2 olimpiyat, 3 dünya şampiyonluğu vardı. Ülkemizde iki olimpiyat şampiyonluğu olan üç güreşçiden (diğerleri Mithat Bayrak ve Hamza Yerlikaya), dünya şampiyonluğunu ise üç kez yaşamış iki güreşçiden (diğeri 4 şampiyonluğu olan Hüseyin Akbaş) biriydi. Dokuz yıl gibi kısa sayılacak güreş hayatına büyük başarılar sığdırmıştı. Ancak o bana yaşam öyküsünü aktarırken, başarılarını büyük bir tevazu içinde anlatmıştı. Daha fazla üzerinde durduğu ise, oğlu yoğun bakım ünitesinde yaşam mücadelesi verirken yaşadığı acıydı. Güreş hayatı boyunca sırtı yere gelmemişti ama oğlunun durumu karşısında içine düştüğü çaresizlik onu bitap düşürmüştü. Dün oğluna kavuşacağı son yolculuğuna çıktı Mustafa Dağıstanlı. Türk güreşi koca bir çınarı daha kaybetti. Yaşayan Efsaneler isimli röportaj serimizin ana aktörlerinden biri daha sonsuzluğa kanat çırptı. Ailesinin, sevenlerinin ve Türk sporunun başı sağ olsun.
‘’Kırk yıl kapısı çalınmayan adam! İsmail Ogan‘’
Samanlıkta iğne arıyor gibiydik. Antalya'nın cehennemi Temmuz sıcağında Lara'yı karış karış arşınlıyorduk foto muhabiri arkadaşımız Cem Akyüz'le beraber. Bundan 20 yıl önceydi. Elimizde zar zor bulabildiğimiz eksik bir adres, o kadar. Aradığımız, Olimpiyat Şampiyonu güreşçi İsmail Ogan'dı. Bir kaç saatlik aramadan sonra nihayet yazlık bir evin ikinci katında verandada otururken bulduk İsmail amcayı. Sırtı dönük oturuyordu. Seslendik, "İsmail Ogan siz misiniz?" diye. Şöyle bir doğruldu, geri döndü, bize baktı ve "Evet, benim" dedi. "Biz Fanatik Gazetesi'nden geliyoruz, sizinle röportaj yapmak istiyoruz," dedik. "Ne röportajı, şaka mı yapıyorsunuz siz!" diye çıkıştı bize. Ciddi olduğumuzu, İstanbul'dan geldiğimizi söyledik. Telaşla eşine seslendi: "Hanım hemen gözlemeleri, ayranları hazırla, uzaktan misafirlerimiz var."
Sessiz sedasız göçtü
Oturduk. 'Yaşayan Efsaneler' adı altında olimpiyat şampiyonlarımızla ilgili bir seri röportaj dizisi hazırladığımızı söyledik. Kendisi hayatta olan 12 eski olimpiyat şampiyonundan biriydi. Hikayesini dinlemek istediğimizi ilettik. Yüzünde tuhaf bir ifadeyle bize şöyle bir baktı. Gözleri doldu. Ağzından ömrüm boyunca unutamayacağım şu cümle döküldü: "Kırk yıldır benim kapımı kimse çalmıyor, siz nereden çıktınız şimdi böyle!" Röportajı yaptık. Sonra biz de bir daha çalmadık İsmail Ogan'ın kapısını. Başka çalan da oldu mu, bilemiyorum. Bir kaç gündür hastanede yaşam savaşı veriyordu. Kıyıda, köşede kalmış bir değerimiz daha sessiz sedasız göçtü, gitti. Unutulmuşluğuyla baş başa yaşadığı münzevi hayatına sığdırdığı bir kaç olimpiyat ve dünya madalyasını tarihe not düşerek...
‘’Bu gurur onların‘’
Tokyo öncesi, "Bu şöleni kaçırmayın" demiştik. Onları izleyin, takip edin, destekleyin, bağrınıza basın; çok şey kazanacaksınız diye iddia etmiştik. Beni ve benim gibi düşünenleri haklı çıkardılar. Tokyo 2020 Paralimpik Oyunları'na katılan 4 bin 400 sporcu gerçek bir şölen sundular. Ay-Yıldızlı formalarıyla Tokyo'da boy gösteren 87 sporcumuz da üzerlerine düşeni en iyi şekilde yerine getirdiler. Arka arkaya gelen madalya haberleriyle hepimizi gururlandırdılar. Paralimpik şölenini kaçırmayanlar hayatlarına bir zenginlik daha kattı, kaçıranlar ise çok şeyi ıskaladı.
Tokyo'da tarihe geçen başarılar
Türkiye, Oyunlarda 2 altın, 4 gümüş, 9 bronz olmak üzere toplam 15 madalya ile tarihinin en başarılı performansını sergiledi. Buna yakın en iyi sonucu Londra 2012'de 10 madalya ile almıştık. Oyunlarda kazanılan 15 madalyanın yanısıra bazı ilkleri de yaşadık. Kadın Golbol Milli Takımımız ile para masa tenisinde Abdullah Öztürk, C4 kategorisinde ikinci kez paralimpik altınını boyunlarına geçirirken, Sevilay Öztürk para yüzme S5 sırtüstünde bronz kazanarak, yüzme branşında, Meryem Betül Çavdar (gümüş) ve Mahmut Bozteke (bronz) de para tekvandoda tarihimizin ilk madalyalarını elde ettiler.
Bakan Kasapoğlu'na da alkış...
Paralimpik sporcularımızın bugüne kadar kazandığı toplam 23 madalyayı (6 altın, 7 gümüş, 10 bronz) göz önüne alırsak, Tokyo'daki 15 madalyalık başarının önemi bir kez daha anlaşılıyor. Elbette toplum nezdindeki tanınırlık, popülarite ve dahil edilmeme gibi faktörleri de hesaba kattığımızda aslında ne kadar büyük bir iş başardıklarını daha iyi fark ediyoruz. Gençlik ve Spor Bakanı Dr. Mehmet Muharrem Kasapoğlu'nun Tokyo'daki büyük takdir toplayan desteği ve çabasına karşın ülkemizde bırakın paralimpik kavramının bilinmesini, engelli sporuna hâlâ burun kıvırıldığı, spordan dahi sayılmadığı çevreler hatırı sayılır bir çoğunluğa sahip. Ve onların bu mevcudiyetini de düşünecek olursak Tokyo kahramanlarını ayakta alkışlamamız gerekiyor.
Yavuz Kocaömer'in önderliğinde
Zira, bugünlere gelmek için aştıkları engellerin haddi hesabı yok! Onlara engel aslında kendi engelleri değil, toplumumuzun zihin yapısında oluşturulan suni ama bir o kadar da katı engeller... Asıl zorlandıkları da bu... Türkiye Milli Paralimpik Komitesi Başkanı Yavuz Kocaömer'in önderliğinde son 20 yılda çok büyük bir aşama kaydetmelerine karşın, bugün de önlerindeki sorunlar dağ gibi duruyor. Tekerlekli sandalyeye mahküm ya da görme engeli olan bir engellinin sabah evinden çıkıp okuluna, işine, spor salonuna, alışverişine, eğlencesine kimsenin yardımı olmadan gidebileceği ve tekrar evine dönebileceği günler gelene kadar da bu sorunları aşmış sayılmayız.
‘’Fileyi ören adam: Mehmet Akif Üstündağ‘’
Hiç kuşkusuz, ülkemizin en başarılı branşı voleybol. Sultanlar, şu anda da Avrupa Şampiyonluğuna dolu dizgin gidiyorlar. Kulüp takımlarımızın Avrupa başarılarını da göz önüne alırsak, filede neler oluyor sorusunu cevaplamamız gerekiyor. Bunun cevabı net: Federasyon Başkanı Mehmet Akif Üstündağ... Üstündağ, altyapıya yaptığı yatırımlarla bugünlerin temelini atan adam.
Filenin Sultanları... Türkiye son zamanlarda onlarla yatıp onlarla kalkıyor. 2020 Tokyo Olimpiyat Oyunları'nda aldıkları sansasyonel sonuçlarla ülkemizi ayağa kaldırdılar. Her ne kadar beklediğimiz yarı final ve final gelmese de on yıllardır voleybolu forse eden ülkelere karşı gösterdikleri müthiş performanslarla hepimizi gururlandırdılar. Onların maçlarında bütün Türkiye ekranlara kilitlendi.
Avrupa Şampiyonluğu ufukta...
Kızlarımız şimdi de dört ülkenin ev sahipliğini yaptığı Avrupa Voleybol Şampiyonası'nda ter döküyorlar. Grup maçlarında sular seller gibi rakiplerini geçtiler ve beşte beş yaparak lider oldular, ilk 16'ya kaldılar. Finale çıkacakları konusunda hiç bir şüphemiz yok. Çünkü bu güç onlarda mevcut. 2019'da yapılan bir önceki şampiyonada da finale çıkmışlar ve Sırbistan'a kaybetmişlerdi. Bu, kaybettiğimiz ikinci finaldi aslında... 2003’te de ev sahipliği yaptığımız organizasyonda Polonya'yı geçememiştik.
Üstündağ'ın vizyonu
Bu kez şeytanın bacağını kırmak için kararlıyız. Hedef yine final, yine şampiyonluk... Zira bunu, bugünkü takımın iskeletini oluşturan genç takımlarda defalarca başardık; bir kez daha başarmamamız için hiç bir sebep yok. Çünkü bütün bu başarıların arkasındaki isim olan Voleybol Federasyonu Başkanı Mehmet Akif Üstündağ'ın vizyonu tam olarak buydu.
Altyapıya yapılan yatırım
Göreve geldiği 2016'dan itibaren bütün ağırlığını Altyapıya veren Üstündağ, bunun meyvelerini kısa zamanda almaya başladı. Önce U16'dan başladı işe ve üç yıl önce bu yaş kategorisinde Avrupa Şampiyonu olduk. Ardından hemen hemen aynı oyunculardan oluşan takımla U19'da da Avrupa Şampiyonluğuna ulaştık. Derken, U20'de Dünya Dördüncülüğü geldi.
Türkiye voleybol ülkesi
İşte bugün Avrupa Şampiyonluğu için mücadele veren A Milli Voleybol Takımımız'ın nüvesi, yakın geçmişte bu büyük başarıları elde eden kızlarımızdan oluşuyor. Yani ortada kurulan bir sistem var. Ve bu sistem bir saat gibi tıkır tıkır çalışıyor. Kulüp takımlarımızın elde ettiği büyük başarılar da bu sistemin bir sonucu aslında. Yetenekli Türk kızları ve onlarla harman olan süper yabancılar... Neticede kimsenin inkar edemeyeceği bir gerçek: Türkiye bir voleybol ülkesi.
Sessiz sedasız işini yapıyor
Her başarının altında mutlaka bir gizli kahraman vardır. Mehmet Akif Üstündağ da bunlardan biri. Sessiz sedasız işini yapıyor. Gösterişe kaçmıyor. Ön plana çıkmıyor. Sporculardan ve antrenörlerden rol çalmıyor. Tamamen arka planda kalıyor ve bütün bu organizasyonun mimarlığını yapıyor. Gördüğünüz gibi yine ortalarda yok! Lakin, bütün bu başarıların arkasındaki isim odur; yani fileyi ören adam: Mehmet Akif Üstündağ...