Arama

Popüler aramalar

‘’Bataklık çiçeği‘’

Futboldan yükselen pis kokularla yine nefes alamaz olduk. Lakin bu havayı dağıtan rüzgar gecikmedi: Halil Akkaş. Kütahya’da havalanan kelebeğin kanat çırpması Tayland’da rüzgar oldu. Japonya’da fırtınaya dönüşecek. Takip edin.Her yıl biteviye tekrarlanan futbol sezonlarından biri daha kapımızı çaldı. Tabii, artarak devam eden kepazelikleriyle beraber... Dakika bir, gol bir misali, Trabzon’da artık o kanıksadığımız görüntüler bir kez daha gözümüze sokuldu. Utandık, sıkıldık. Buna, Sinan Engin faciasıyla daha ilk haftada tüylerimizi diken diken eden ekran kirliliğini de eklediğimiz zaman nasıl bir sezon geçireceğimiz üç aşağı beş yukarı belli oldu. Modern dünyanın eğlenmek, hoşça vakit geçirmek, sosyalleşmek için kullandığı futbol, bizde etki alanını her geçen gün genişleten devasa bir bataklığa döndü. Ve pis kokuları ülkenin her tarafını sardı.Osaka kürsüsünün ayak sesleri...Şükürler olsun ki, zaman zaman bu necis havayı dağıtan rüzgarlar birden bire bir yerlerde patlayıveriyor. Delice esiyor, puslu havayı dağıtıyor. Soluk alıyoruz, ferahlıyoruz, huzur buluyoruz. Şimdilerde bu esinti, Halil Akkaş adı altında spor dünyamızın kıyılarını vurmaya başladı. Kütahya’da havalanan bu kelebeğin kanat çırpıntısı, Tayland’da rüzgara dönüştü. Yakında Çin’de fırtına olarak patlayacak. Bangkok’taki Üniversite Yaz Oyunları’nda 5 bin metre ve 3 bin metre engelli yarışlarında ülkemize iki günde iki altın madalya kazandıran ve bir de 3 bin metre engellide 26 yıllık oyunlar rekorunu kıran Halil Akkaş’ı yakından takip etmenizde fayda var. Daha fazla huzur bulmak için... Zira bu ayın sonunda Japonya’da yapılacak Dünya Şampiyonası’nda olası bir gururun ayak sesleridir Halil Akkaş.Babasını kaybedince bocaladıOnun öyküsü Kütahya’da başlar. 01.07.1983 yılında doğan Halil henüz bir ortaokul öğrencisiyken, bir arkadaşının ısrarıyla pistlere adım atar. Aslında atletizmle o kadar da alakası yoktur. O sadece sıkıcı geçen rehberlik dersinden kaçmak ismektedir. Atletizm seçmeleri ona bu fırsatı verir. Seçmelerde başarılı olur ve okulun atletizm takımına girer. Yeteneğiyle kısa zamanda takımın gözdesi olur. Yıldızlarda elde ettiği başarılar, geleceği hakkında ipuçları vermektedir. Ancak tam da bu dönemde yaşadığı acı bir olayla hayatı altüst olur. 1998’de babası bir trafik kazasına kurban gider. Bu onu bir hayli yıkar. Bir müddet boşluğa düşer. Çeşitli ufak tefek suçlara bulaşan arkadaşlar bile edinir. Ama kısa sürede kurtulmasını bilir. Atletizme ve okuluna dört elle sarılır.Okulu değil, atletizmi seçtiAnnesi ve ablasıyla birlikte yaşayan Halil, evin reisliğini de üstlenir. Ne var ki ülkemizde sistem, okul ve sporun bir arada yürümesine izin vermediği için Halil ikisinden birini tercih etmek zorundadır. O atletizmi seçer. Zira ikisini birden seçerse, hedeflerinin küçüleceğine inanmaktadır. Ve antrenmanlar, yarışlar derken, devamsızlıktan sınıfta kalır. Artık hayatında sadece atletizm vardır ve başarıdan başarıya koşacaktır.İlk uluslararası başarısını ENKA’nın sporcusu iken 2002’de gençlerde dünya 6.’sı olarak elde eden Halil, bundan sonra tam bir madalya avcısına döner. Kariyeri boyunca 1500, 3 bin, 5 bin metre ve 3 bin metre engellide 41 altın, 2 gümüş, 3 bronz kazanır. Bunlar arasında Türkiye şampiyonlukları, Avrupa Kupası, Balkan ve Grand Prix birincilikleri vardır.Avrupa’da ayın atleti seçildiBütün bunlara karşın Halil, asıl hedef yarışlar olan olimpiyat ile Avrupa ve Dünya şampiyanalarında şeytanın bacağını bir türlü kıramaz. 2004 Atina’ya sakatlığı nedeniyle katılamayan Halil Akkaş, geçen yıl Avrupa Şampiyonası’nda 50 bin metrede, Dünya Salon Şampiyonası’nda da 1500’de kürsüyü kıl payı ıskalar ve 4.’lükle yetinir. Halil, ayrıca 5 bin, 3 bin, 2 bin metre ile 1 milde 8 Türkiye rekorunun da sahibidir. Mayıs ayında Avrupa Atletizm Federasyonu tarafından “Ayın Atleti” seçilen Halil Akkaş, 25 Ağustos’ta Osaka’da başlayacak olan Dünya Şampiyonası’ndaki en büyük madalya umudumuzdur. Spor yaşamını Fenerbahçe’de sürdüren, antrenörlüğünü ise Ramazan Kutlu’nun yaptığı Halil Akkaş’ın, olimpiyat ve dünya kürsülerini işgal etmesi an meselesi. Yeter ki sizi boğan şu futbolu en azından bu dönem öteleyin, yönünüzü Halil Akkaş’a çevirin. Ve yüreğinizde ona bir yer açın.Tel: 0.212.505 68 32, Faks: 0.212.505 65 23E-mail: hturhan@#fanatik.com.tr

15 Ağustos 2007, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Gölgeler...‘’

Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri varsa, o yerde güneş batıyor demektir. KonfüçyüsAdam gırtlağına kadar şaibeye batmış. Her karanlık ilişkide, her çirkin organizasyonda onun adı geçiyor.Hakemleri koruma altına alıyor, canlı yayında “yürü koçum arkandayım” diyor. Korumasını kabul etmeyen hakemleri ise taraftarına hedef gösteriyor. Babasını (!) yurtdışına kaçırmak için kulübünün adını kullanıyor, marifeti ortaya çıkınca da camianın baskısıyla çekip gidiyor. Sonra bir bakmışsınız gazetelerde spor yazarı (!), televizyonlarda da yorumcu (!) oluveriyor.Her sözünde, her yazısında kulübüne olan bağlılığından sözediyor. Bilirsiniz, duygusal bağ!Takım patinaj yapmaya başlayınca geri dönmesi için o kadar talep geliyor ki, o da dönerse başkan olarak kulübüne hizmet (!) vereceğini ilan ediyor.Mamafih baskılar öylesine artıyor ki, başkanlıktan feragat edip (!) eski görevinin başına tekrar getiriliyor. O becerikli, o gözüpek, o işinin ehli, o aranan adam!O bir kurtarıcı, o bir mesih!Adam, Türk hakemliğinin karanlıklar prensi. Hakemliğindeki üstün başarıları (!) sayesinde emekli olduktan sonra ondan vazgeçilemiyor.Hakemlik camiasının her kademesinde görev alabiliyor.Sonra bir bakmışınız tırnaklarıyla kazıya kazıya (!) aniden camianın başına geçiveriyor. Döneminde Türk hakemliği yerlerde sürünüyor, her haftaya hakem hataları (!) damgasını vuruyor. Düşenler, kalkanlar tüm kulüpler feryat-figan ediyor. O da Türk hakemlerinin dünyadaki meslektaşlarnıdan hiç bir farkı olmadığını ileri sürüyor ve süslü, içi boş, yaldızlı laflarla çocuklarına (!) sahip çıkıyor.Federasyon değişip görevinden alındığında, bir bakmışınız, meğer o da spor yazarı ve yorumcuymuş! Görevdeyken saldırdığı hakem eskilerinin yaptığının aynısını yapmak, onun için pişkinlik, ilkesizlik değil, eğitim amaçlı eleştiriymiş! Ne de olsa kendisi leb-i derya! Aydınlatıyor cahil hakemleri! Bildiniz, sevabına!Şimdilerde yine caimada etkin bir görev kapıverdi. Üstelik eğitimci (!) olarak. Öyle görülüyor ki, hakemlerimiz onun engin bilgisinden uzunca bir süre daha faydalanacak!Zira, o bir bilen, o bir derya-deniz, o bir ulema! Adam, kaosun ta kendisi.Tüm yöntemleri, kafa-kol, ahbap-çavuş, getir-götür, kapalı kapılar arkası ilişkileri üzerine bina edilmiş.Hiç bir görev yılında sular durulmuyor. Türk futbolunu her sezon yangın yerine çeviriyor. Her türlü çirkeflik, şaibe, ulufe, kavga-gürültü onun zamanlarında gündeme geliyor.Hakkında iddialar, şikayetler, soruşturma dosyaları biriktikçe birikiyor ve mahkeme kapılarına kadar düşüyor.Kendine bağlılık yemini edenler ihya oluyor, biat etmeyenlerin ise canına okuyor. Koltuk uğruna ülkesini uluslararası kurullara şikayet etmekte hiç bir beis görmüyor.Ülke yöneticileriyle, Türk sporunun önde gelen kulüpleriyle, spor adamlarıyla kavga ediyor; kimseyle uzlaşmıyor, bilakis külhanbeyi edasıyla herkese meydan okuyor.Dilinin kemiği olmadığı için ağzından çıkanı kulağı duymuyor. Futbola el atan siyasi iradeye kafa tutarken bile kullandığı yöntem, rakip siyasi harekete sırtını dayamak oluyor. Sevapları yok mu? Elbette var. Lakin günahları o kadar fazla ki, sevap işlerken bile herkes ondan kuşku duyuyor. İnandırıcılığını, güvenirliliğini çoktan kaybetmiş durumda.Ama o doğuştan başkan! Ölene kadar da öyle kalacak!Bir lider, bir karizma, bir fenomen, bir padişah!Ve bir muhteris...Adamlar bu sahnenin ebedi hacıyatmazları.Her devirde, her daim dimdik ayaktalar!Her birinin türlü türlü yöntemleri, ilişkileri, marifetleri var.Hesap kitap peşinde koşarken, ne hikmetse birbirlerinin ayağına hiç bir zaman basmazlar. Kendi çizdikleri fasit bir dairenin içinde dönerken, kuyrukları asla birbirine değmez, Sezon başı göreve geldilerse, yönetimlere milyonlarca dolarlık transfer yaptırırlar, bir kaç maç sonra işler kötüye gitmeye başlayınca da aniden tüyerler. Bir müddet sütre gerisine çekilirler. Ardından tekrar ortalıkta görünmeye başlarlar. Zira burunları koku almıştır; bir başka yerde, lobisiz bir meslektaşlarının suyu kaynatılıyordur. Derhal kazanın altına odun atanlardan biri olurlar. Sonra bingo! Kurtarıcı geldi! Bir kaç yüz bin dolar daha cepte.Şayet o sezon şansları yaver gitmeyip herhangi bir yerde görev alamadıysalar, bu kez pusuya yatar, zayıf halka bir teknik direktörün peşine düşerler. İlişkiler milişkiler, siyaset, federasyon filan derken, kahraman edasıyla birden ortaya çıkıp görevi kapıverirler. Hemen teşhisi koyarlar; takımın takviyeye (!) ihtiyacı vardır ve sezon ortasında kadronun dörtte üçü değişiverir. Tabii onların listesi doğrultusunda! Anladınız işte, menacerler falan!En kolay yedikleri ise, takımları ikinci ligden birinci lige çıkaran namuslu, dürüst hocalardır. Takımla, şampiyon hocanın yolları daha ayrılmadan, bu konuda hiç bir emare olmadan derhal gazelerde isimleri zikredilmeye başlanır. Kulüp yönecileri her taraftan çembere alınmıştır. Sonrası malumunuz!..Asla kayda değer bir başarıları yoktur. Çalıştırdıkları takımları küme düşürmeleri bile önemli değildir. Nasıl olsa yeni bir takım için bir yolunu bulurlar! Bulamazlarsa bile gazete köşeleriyle, televizyon stüdyolarının kapıları ardına kadar onlara açıktır. Üç büyükler gözlerinde tüter. Her daim şikayet ederler, yerli hocaya neden güvenilmiyor, cinsinden... Ama hayalleri bir türlü gerçeleşmez. Olsun, yine de onlar vazgeçilmez.Onlar dahi, onlar en büyük, onlar en iyisi, onlar baştacımız!

09 Ağustos 2007, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Ölen öldü, kalan sağlar bizimdir!‘’

Hiç kuşku yok ki, bugün dünden daha zenginiz, daha eğitimliyiz, daha gelişmişiz, daha müreffehiz, daha moderniz, daha, daha... Zira gelişim, değişim, dönüşüm kaçınılmazdır. Ancak bu değişimi gerçekleştirirken, bazı bedeller de ödedik, ödemeye de devam ediyoruz. Eskisinden daha huzurlu, daha güvenli, daha umutlu olduğumuzu söyleyebilir miyiz? Asla. Bunun birçok sebebi var elbette. Bu nedenlerden birincisi adalet duygusunu tesis edemeyişimizdir. Adalet ya yerini bulmuyor ya da geç tecelli ediyor. O zaman da bir şeye yaramıyor. Yapanın yanına kâr kalması, hesap sorulamaması, tedirgin bireylerden oluşan huzursuz bir toplum olmamıza neden oldu. İhmallerden kaynaklanan ölümlerin, sakat kalmaların dünyada en çok yaşandığı ülkelerden biriyiz. Kimse ihmalin cezasını çekmediği için de hemen her gün ülkenin bir yanından trajik ölüm haberleri alıyoruz.İşte bugün size böyle bir olayı hatırlatmak istiyorum. Balık hafızamızı bir yoklamamızı, yakın geçmişe doğru bir yolculuk yapmamızı sağlamaya çalışacağım. 2005 yılının Eylül ayında yaşanan trajik bir olaydan ve sonrasından söz edeceğim:GAP Şöleni’nde boğulan gençleri hatırladınız mı?Hani, her yıl düzenlenen GAP Su Sporları Şöleni vardır ya, işte onlardan birinde 2005 yılında organize edileninde boğularak hayatını kaybeden iki sporcuyu hatırladınız mı? Sanmıyorum. İsimleri Ali Esmer ve Menderes Çoban’dı. Ali 19, Menderes ise 24 yaşındaydı. Yani ikisi de hayatının baharındaydı henüz. Dünyada eşi benzeri olmayan bir olay bizde yaşanmış ve triatlon yarışının yüzme bölümünde iki yüzücü boğularak hayatını kaybetmişti. Sonra neler olmuştu. Bir hafızamızı yoklayalım: Bir iddia:Yarışmalar öncesinde yaptığımız araştırmalarda, orada bulunan iki botun da mazotu olmadığı gerekçesiyle çalıştırılmadığını öğrendik. Oradakileri uyardım. Ama cevap olarak ‘Mazotumuz yok, çalıştıramayız’ dediler. Felaketin geleceği önceden belliydi. Yarışmalar sırasında da birileri su kayağı yapıyordu. Bu nasıl bir mantık, anlamak imkansız. Çocuklar yüzerken bildiğim tüm duaları okudum.Bir yetkili, - GAP Spor Şenlikleri sadece Adıyaman’da değil, diğer bölge illerinde de gerçekleştiriliyor. Bizim ilimizde her türlü güvenlik ve sağlık tedbirleri alındı. Adıyaman’da bir sorun söz konusu değil. Ancak bir bütün olarak çeşitli organizasyonlarda, çeşitli sorunlar yaşandığı için zaman zaman haberlerde yer alan aksaklıklar birbiriyle karıştırılıyor. Organizasyon valiliğin değil, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’nün kontrolünde yürütülüyor. Bizler de bazı konuları onlarla koordineli olarak yürütüyoruz. Bize düşen bölümünde de herhangi bir sorun söz konusu değil.Bir başka yetkili, - Devlet ve federasyon olarak elimizden ne geliyorsa yapacağız. Ancak basında gerekli tedbirlerin alınmadığına dair yazılar çıkıyor. Gerekli tedbirlerin alınmadığı, cankurtaran botlarının mazotlarının olmadığı gibi iddialar ortaya atılıyor. Bunlar tamamen çarpıtılmış haberlerdir ve böyle bir şey yoktur. Yönergedeki maddelere uygun bir şekilde biz bu yarışı yaptık fakat talihsiz bir şey oldu. Boğulma tehlikesi geçiren 7 kişiden 5 kişiyi kurtardık ancak diğer ikisini kurtaramadık.Diğer bir yetkili, - Olayda ihmal olduğunu düşünmüyorum. Bütün yarışlar gerekli güvenlik önlemleri alındıktan sonra başlatıldı. Ancak yine de üzüntü verici bir olay yaşandı. 11 yıldan bu yana ilk kez böyle bir olayla karşılaştık. Umarım bir daha böyle üzücü olaylar yaşanmaz.İnsan hayatının bit pazarına düştüğü bir ülkede yaşıyoruzEvlat acısıyla tarumar olan çaresiz baba, - Oğlum 4 yıllık lisanslı yüzücüydü. Herhangi bir rahatsızlığı da yoktu. Yavrum pisi pisine öldü. Allah kimseye böyle bir acı vermesin. Kurtarma teknelerinde mazot olmadığı için zamanında müdahale yapılmadığını öğrendik. Hakkımızı arayacağız, yasal yollara başvuracağız.Gördüğünüz gibi kimse sorumlu değil! Herkes zeytinyağı gibi suyun ütüne çıktı. Ve aradan iki yıl geçti, ortada hiçbir şey yok. Ne araştırma, ne soruşturma, ne sorumlu, ne de kesilen bir ceza... Bu olay da, ihmali olanların yanına kâr kaldı. Olan, o iki talihsiz gence ve geride bıraktıkları perişan ailelere oldu. İnsanoğlu yeryüzüne sığmıyor artık. Başka gezegenler, başka medeniyetler arıyor. İnsan, neandertal türden, evrenin efendisi çağdaş insan modeline geçti. Daha uzun, daha sağlıklı, daha refah içinde yaşamanın yöntemlerini geliştiriyor. Bilimi ve teknolojiyi bunun için seferber ediyor. Ve modern insanın dünyasında en kutsal hak, yaşama hakkıdır. Bizde ise gençler ölüyor, çocuklar ölüyor, bebeler ölüyor. Kimine ihmal diyoruz, kimine kaza... Sonra da unutup gidiyoruz. İnsan hayatının çoktandır bit pazarına düştüğü bir ülkenin ferdi olmanın ve olan biten her şeye kayıtsız kalmanın utancını hepimiz yaşamalıyız. Çünkü bu utanç, hepimizin utancı...

12 Temmuz 2007, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Karadeniz israfı!‘’

Öncelikle şunu belirtmemde fayda var: Karadeniz Oyunları’nda yarışan ve madalya alan, alamayan tüm sporcularımızı tebrik ediyorum. Amacım onları yermek, onların yarışmasına karşı çıkmak asla değil. Ülkemizde bir organizasyonun yapılmasına da itiraz etmem mümkün değil. Ne kadar çok uluslararası yarışma düzenlersek, o kadar çok prestij sağlarız. Tabii başarıyla altından kalkmak kaydıyla. Karadeniz Oyunları’nı düzenlememize de herhangi bir sözüm olamaz. Elbette yapmalıyız. 18 yaşaltı çocuklarımızı yarıştırmalıyız. Ama bunu yaparken, abartıya kaçmamalıyız. Bizim dışımızdaki ülkelerin bazı branşlara çok az sporcu getirdiği, bazılarına ise hiç katılmadığı, hiçbir uluslararası spor örgütünün takviminde yer almayan bir organizasyona 50 milyon YTL harcanması gerçekten de insanın vicdanını sızlatıyor.Oyunlar bütçesi, tüm branşların bir yıllık bütçesine eşitZira hepimiz biliyoruz ki, bu ülkede birçok sporcu, maddi imkansızlıklar nedeniyle çok güç şartlarda spor hayatını sürdürmeye çalışıyor. şurada, son bir ayda ödenek yetersizliği nedeniyle bazı yarışların ve kampların iptal edildiğini, bazı sporcuların gittikleri kamplarda malzeme bulamadığını, bazılarının bulundukları illerde çalışacak tesis olmaması nedeniyle 150-200 kilometre ötedeki komşu illere gittiğini, 50 milyon YTL’nin tüm branşların bir yıllık bütçesine denk geldiğini hatırlatırsak, israfın boyutu daha iyi anlaşılır kanısındayım. Umarım, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü yetkilileri, bu devasa bütçenin nedenini izah ederler. Tabii, organizasyon için yapılan ihalelerle birlikte... Geçiyoruz oyunlara...Oyunların açılış töreninin iktidar partisinin şovuna dönüşeceği öteden beri konuşuluyordu. Nitekim öyle de yapılmaya çalışıldı. Hatta kısmen başardılar da... Kısmen diyorum, çünkü Trabzonlu’nun Başbakan Erdoğan’ı ıslıklaması bütün planları alt üst etti. Tabiri caizse, silah geri tepti! Burada sorulması gereken bir şey daha var: Açılışta hiçbir muhalefet partisi lideri yoktu. Merak ettim, neden gitmediklerini. Liderlerin özel kalemlerini aradım, sordum. Aldığım cevap, aslında beklediğim cevaptı! Hiçbiri davet edilmemiş. Soruyorum: Neden? Bu oyunlar Türkiye’nin oyunları değil mi? Bu yapılan partizanlık değilse, nedir?Yunan kafilesi geri dönerken son anda ikna edildiBir çok spor branşında Avrupa ve dünyanın gerisinde olduğumuz bilinen bir gerçek. Ancak buna karşın, organizasyon düzenleme konusunda oldukça başarılı olduğumuz söylenebilir. Gelgelelim, Karadeniz Oyunları böyle mi oldu? Bakalım: Bisikletçilerin kör tünellerden geçirilmesini hepimiz biliyoruz. Sporcuların kaldığı yurtların ikinci-üçüncü sınıf pansiyon düzeyinde olması, bu nedenle Yunan kafilesinin oyunlardan bir gece önce ülkesine dönerken zor ikna edilmesi, branşların yapıldığı salonların uzaklığı, seyirci ilgisizliği, sporcuların su alacak kantin bile bulamaması, verilen kumanyaların yetersizliği, salonların aşırı sıcak oluşu, yüzmedeki bir madalya töreninde istiklal marşınının unutulması, ardından marş cd’sinin dışarıdan getirilmesiyle törenin tekrarlanması gibi uluslararası bir organizasyoına yakışmayacak aksaklıklar oyunların diğer yüzüydü.Gelelim katılıma... 11 ülkenin (Sırbistan son anda katılmadı) 10 branşta mücadele verdiği oyunlarda bizim dışımızda hiç bir ülke bütün branşlarda yer almadı. Ülkeler arasında sadece üç branşa katılanlar bile vardı. Örneğin; Bulgaristan atletizme 6, ritmik cimnastiğe 4 olmak üzere 10 sporcusunu (voleybol hariç) getirmiş. Katılan sporcuların, ülkelerinin ikinci-üçüncü sınıf sporcuları olduğunu söylememize bile gerek yok. Üç takım sporunun haricinde katılım, 143’ü bize ait olmak üzere toplam 889. Sanırım, bu rakamlar katılımcı ülkelerin oyunlara verdiği değeri çok iyi anlatıyor.

10 Temmuz 2007, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kelebeğin ninni söylediği çocuk‘’

Barış bebeğin beşiğine uyurken bir kelebek gelmiş. Beşiğin kenarına konmuş ve oradan hiç ayrılmamış. Bu kelebek 1 günlük ömrünü orada tamamlamış. Tüm yaşamını gelecekte çok güzel işler yapacak olan Barış bebeği izleyerek geçirmeyi tercih etmiş. Sonra Barış bebeğin kundağının yanına düşmüş, kalmış. O zaman buna şahit olanlar, kelebeğin Barış bebeğe şans getireceğine inanmış. Kelebek bir metafor... Hayata dair. En kısa olanına... O nedenle bazı insanlara benzerler. Bazı insanlar da kelebeklere benzer. Kimi kendini kozasına hapseder; çıkmaz içinden, saklanır bir ömür boyu; günahlarından, günahkarlardan kaçar. Kiminin de kaderidir, kozasından çıkmak... Yırtar kozasını, kanat çırpar; umuda ve özgürlüğe doğru. Lakin yolu çok kısadır. Az gider, uz gider! Ve hayata çarpar. Düşer yere. Kanatları toz olur, savrulur sonsuzluğa... Sen de ki; bir gün yaşadı, melekler gibi uçtu gitti.Ben diyeyim ki; bir ay yaşadı, doyamadı gençliğine...Tıpkı bebekken bir kelebeğin kulağına ninniler söylediği Barış Akarsu gibi...Bazı değerler vardır, biz onları ancak kaybettikten sonra tanırızHayattayken görmezden geldiğimiz bütün değerlerimiz gibi, öldükten sonra tanıdık Karadeniz’in bu hırçın ve tutkulu delikanlısını... Meğer ne çok şey sığdırmış kısacık ömrüne. Amasra’nın kerpiç bir gecekondusunda hayata ‘merhaba’ demiş. Yoksul sofralarında çoğunlukla soğan-ekmek yerlermiş. Geçim sıkıntısı evdeki huzuru iyice bozunca, anne-baba ayrılmış. Bu ayrılığa kalbi çok kırılmış. Mahsunlaşmış. Bir müddet dedesinin yanında büyümüş. Birlikte denize açılmışlar, balık tutmuşlar. Engin maviliğin kucağında çocuk heyecanları yaşamış, çocuk kahkahaları atmış. Sonra spora merak sarmış. Tekvandoyla uğraşmış, ardından yelkenci olmuş. Dalgalara hükmetmiş, rüzgarla vals yapmış. İyi de çizermiş aynı zamanda. Yelken bezlerine motifler yaparmış. Futbolu da çok severmiş. Siyah-beyaz bir tutkuymuş Beşiktaş sevgisi, onun için.Beşiktaş aşığı Barış Akarsu, kısacık ömrüne meğer ne çok şey sığdırmışHer hercai çocuk gibi o da daldan dala konarmış. Derken, müzik de girmiş hayatına. Bir gitarı varmış. Amasra sahilinde sabahlara kadar gitar çalar, şarkılar söylermiş arkadaşlarına. Ruhi Su ve Cem Karaca hayranıymış. Çoğunlukla onların şarkılarını okurmuş. Ardından annesinin peşinden Karadeniz Ereğlisi’ne gitmiş. Barlarda, çeşitli yerel radyo ve televizyonlarda şarkılar söylemiş. Bir gün gitarını vurmuş sırtına ve düşlerini gerçeğe çevirmek için bir yolculuğa çıkmış. Bu yolun sonu İstanbul’muş. Sonrası malum. Şöhreti yakaladıktan sonra bile hiç değişmemiş Barış. Yine aynı insan sıcaklığı, yine aynı insan duyarlılığı... Efendiliğinden hiç bir şey kaybetmemiş. şımarmamış, züppeleşmemiş. Lösemili çocuklara içi yanmış. Dünyaya emaneten bırakılmış gibi bir görünüp, bir kaybolan bu bahtsız çocuklar için düzenlenen yardım kampanyalarına katılmış, konserler düzenlemiş. Daha temiz bir dünya için sahneye çıkmış. Elindeki her şeyi paylaşırmış, sevenleriyle, dostlarıyla... Bir sufi gibi algılamış hayatı: Bir lokma, bir hırka. Hiç kuşku yok ki, daha gerçekleştireceği nice hayalleri, umutları vardı, bu genç adamın. Kim bilir daha kaç kanserli çocuğa daha yardım eli uzatacaktı. O kırık kalbi kim bilir daha ne kadar çarpacaktı; insan sevgisiyle, doğa duyarlılığıyla, Beşiktaş aşkıyla... Ama fırsat bulamadı Barış Akarsu. Bu genç ölüler ülkesinin her tarafına döşenen bubi tuzaklarından biri, onun da yaşamının sonu oldu.Ve kendisine şans getireceğine inanılan o kelebeğin peşine takılıp gitti. Kırılgan suretini, birer boş beşiğe dönen yüreklerimizin orta yerine asarak...

08 Temmuz 2007, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Top toplayıcı çocuk...‘’

Biz onları hep böyle tanıdık: Top toplayıcı çocuk! Cisimleri vardır ama onlara hitap edeceğimiz bir isimleri yoktur. Genellikle, varoş olarak nitelendirdiğimiz kenar mahallelerin çocuklarıdırlar. Topla ilk tanışmaları sokak aralarıdır ve bir profesyonel kulübün altyapısına hasbelkader kapağı atmışlardır. Düşlerindeki yıldızlara en yakın oldukları zamandır, sahanın kenarında ‘top toplayıcı çocuk’ oldukları zaman... Bir yandan kendilerine idol olarak gördükleri futbolcuları hayranlıkla seyreder ve hayaller kurarlar, diğer yandan da ellerindeki topu bir an önce oyuna sokmak için telaşla oraya buraya koştururlar. Aslında futbolun olmazsa olmaz parçalarıdırlar. Hatta oyunun temposunu ayarladıkları zaman bile olur! Bazen yükseltirler, bazen düşürürler! Tuttukları takımın durumuna bağlıdır bu! Futbolcular onları genellikle görmezden gelir. Yanlarından gelir geçerler ama varlıklarının bile farkına varmazlar. Farkına vardıkarı zaman ise, ya sunturlu bir küfür çıkar ağızlarından, ya da bir tokat akşederler pembe yanaklarına... Zira mağlupturlar ve top toplayıcı çocuk, topu onlara geç atmıştır! Top toplayıcı çocuk olup da horlanmayan, hakaret edilmeyen neredeyse yok gibidir. Büyüdüklerinde, bir kısmı kenarında bekledikleri sahanın içine terfi ederler, bir kısmı da çeşitli nedenlerle başka mesleklere kayarlar. Futbolcu olanların çoğu vasat bir oyuncu statüsünden ömür boyu kurtulamaz. İçlerinden pek azı ise, hayallerini gerçekleştirir ve bir zamanlar gıptayla izledikleri yıldızların mertebesine çıkarlar. İşte, Galatasaraylı Arda Turan da bunlardan biridir.Arda’nın önünde uzun ve engebeli bir yol var; kenarı uçurum kaplı O da bir top toplayıcı çocuktu. Bayrampaşa’nın varoşundan çıktı. Günümüz futbolunda yıldız adayı futbolcular çok küçük yaşlarda fark edilirken o, yeteneklerine rağmen uzunca bir müddet kimsenin dikkatini çekmedi. Bir sezonluk başarılı Vestel macerasından döndükten sonra bile takımdaki en zayıf halka olarak görülüyordu. Ancak bir gün, oyuncu yokluğundan sırtına geçirdiği formaya öyle bir asıldı ki, bir daha onu takımdan kesme cüretini kimse gösteremedi. Adeta tırnaklarıyla kaza kaza Galatasaray’ın sol kanadını parselledi. Bugün yalnız Türkiye’nin değil, Avrupa’nın dahi gözünün üzerinde olduğu bir büyük yıldız olma yolunda. Ama işi çok kolay değil. Önünde uzun, dolambaçlı ve oldukça engebeli bir yol var. Kenarı uçurumlarla dolu! Çok dikkat etmeli. Seveni olduğu kadar sevmeyeni de mevcut. Ve su uyur, onlar uyumaz. Kendini lime lime etmek için pusuda bekleyenlere fırsat vermemeli. Gerek sahada, gerekse saha dışında büyük yıldızlara yakışır bir duruş sergilemeli. Aksi takdirde futbolculuğundan, insanlığından, zekasından çok, çapkınlığıyla ve zaman zaman sergilediği hırçınlığıyla gündeme gelecektir. Türk insanı sever böyle şeyleri. Kahve dedikodularında ağızlarına sakız yaparlar, özel yaşamlarıyla göze çarpanları. Ama işler kötü gittiğinde ilk tekmeyi vuran da, bugünün şakşakçıları olur. Oysa biliyoruz ki, varoştan çıkan her top toplayıcı çocuk gibi, o koca gövdenin içinde sıcacık bir yürek barındırıyor Arda Turan... Kazandığı parayla ilk yaptığı iş, kendisini bugünlere getirmek için gecesini gündüzüne katan babasına, ailesine ev ve araba almak; tam da yokluk içinde büyüyen kenar mahalle çocuklarına özgü asil bir davranıştır. Gezetede okuduğu haber üzerine hasta miniklere forma göndermek de, o çocukların yapabileceği bir jesttir. Ama böyle şeyler kolay kolay gündeme gelmez. Zira, popüler kültürün yozlaştırdığı toplum pek itibar etmez bunlara. Eğleneceği malzeme arar. Bulduğu anda da bozana kadar, kırana kadar oynar onunla. Sonra kaldırıp atar, bir kenara...Spor tarihimiz bunun çok acı örnekleriyle doludur.Düttürü dünya!En az beş Kemal Sunal filmi seyretmeyenimiz yoktur. Hemen her gece televizyon kanallarından ya birinde, ya da bir kaçında onun filmlerine rastlarız. Kemal Sunal’lı filmler hala reytinglerde üst sıralarda kendine yer bulur. Çünkü kaybettiğimiz saflığı, naifliği temsil eder. Onun filmleri neşeli bir seyirlik olmaktan ötedir bizler için. Kemal Sunal adeta ailemizin bir parçası gibidir. Onun bıraktığı boşluğun uzun yıllar bir daha dolmayacağını söylemek kehanet sayılmaz. Gelgelelim, bu kadar içimizden biriymiş gibi duran bu fenomenin bu kadar kısa zamanda unutulacağı kimin aklına gelirdi ki? Aradan sadece 7 yıl geçmiş. Ve dünkü anma töreninde mezarı başında ailesi ve bir avuç seveninden başka kimse yok. Onun filmlerini binlerce kez ekrana getiren ve sırtından reyting sağlayan televizyonlarda bir anma programı da yok. Aslında söylenecek fazla söz de yok.Yalan dünya... Kavanoz dipli dünya... Düttürü dünya...

05 Temmuz 2007, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Köle tüccarları‘’

Endüstriyel futbol kavramı ortaya çıktığından beri, insan faktörü ikinci plana itildi. Futbolun ağır işçileri olan futbolcular birer “meta” olarak kabul edilmeye başlandılar, işveren konumundaki kulüp yöneticileri tarafından. Belli bir fiyatı olan, istendiği zaman alınan, istenmediği zaman da atılan bir makine, alet-edevat gibi... Demokrasinin işlediği Batı ülkelerinde, özellikle Bosman olayından sonra yasalar, yönetmelikler, kurallar futbolcular lehine değişti. Fakat bizim de içinde bulunduğumuz üçüncü dünya ya da gelişmekte olan ülkelerde durum pek de iç açıcı değil. Bu ülkelerde futbolculara kulübün malı gibi davranılır. Herhangi bir kulübe bir kaç yıllık imza atan bir futbolcu, bir daha kendi geleceği hakkında söz sahibi olamaz. Bu durum bizim ülkemizde, özellikle de Anadolu kulüplerinde böyle cereyan eder.Rüştü, Tuncay ve Ümit Fener’den ayrıldı, Cim Bom, Karan’a derhal yol verdiİstanbul-Anadolu arasındaki en büyük fark da bu çağdışı zihniyettir. Daha kurumsal bir yapıya sahip olan Üç Büyükler’de gitmek isteyen futbolcuya “dur” denmez. Futbolcunun tercih hakkına saygı gösterilir. Son yıllarda sık sık bu tür örneklerle karşılaşıyoruz. Bilindiği gibi, son olarak Tuncay şanlı, Ümit Özat, Rüştü Rençber; Fenerbahçe’nin üç kaptanı, gitmek istedi ve gittiler. Yönetim bırakmak istemese de, futbolcuların tercihine saygı duydu ve önlerini kesmek için bir girişimde bulunmadı. Keza, Galatasaray’daki Ümit Karan, takımının en önemli futbolcularından biri olmasına ve sözleşmesi devam etmesine karşın, Fenerbahçe’de oynamak istediği ortaya çıkınca, derhal yol verildi. Bu doğru bir anlayış ve insan haklarına saygı duymanın bir gereğidir. Futbolda Batı normları yakalanmak isteniyorsa, her alanda zihniyet devrimine ihtiyaç vardır. İstanbul, eksik de olsa bu alanda çok önemli adımlar attı, atmaya da devam ediyor.Kayserispor Yönetimi’nin tavrı insan haklarına aykırıdır...Gelgelelim, Anadolu kulüplerinde hala aşiret kuralları işliyor. Yönetici isterse, bir futbolcunun hayatını karartabiliyor. Yıldızı parlayan bir futbolcuya Üç Büyükler’den teklif geldi mi, ya verilmiyor ya da astronomik rakamlar istenerek önü kesiliyor. Geçmişte bir çok kulüpte bu tür olaylara şahit olduk. Bir çok futbolcunun futbol hayatı karardı veya sekteye uğradı. Bu türden bir olay, bu transfer sezonunda ise ligin 5. büyüğü olmaya en namzet takımı Kayserispor’da yaşanıyor. Yönetimin, gitmek isteyen Gökhan Ünal ve Mehmet Topuz’a yaptığına akıl sır erdirmek mümkün değil. 24-25 yaşına gelmiş bir futbolcunun kendi geleceğini İstanbul’da görmesi kadar doğal bir şey yoktur. İddialı bir takım kurmak isteyen yönetimin bırakmak istememesi de doğal, ancak bu, uzlaşmayla olur. Eğer bir uzlaşı sağlanamıyorsa, futbolcunun önünü kesmek, ne insan haklarıyla bağdaşır, ne de çağdaş yöneticilik anlayışıyla... Efendi-köle ilişkisi insanlık tarihi kadar eskidir. Lakin, Batı toplumları bunu aşalı 100 yılı geçmiştir. Günümüz modern dünyasında efendi-köle ilişkisinin yeri yoktur. Futbolcusuna köle muamelesi yapan bir yönetimin de büyüklükten söz etmeye hakkı yoktur.

03 Temmuz 2007, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Geçmiş geçmiyor!‘’

Yer yuvarlağının üzerinde değil de, içindeyiz sanki! Hapsolmuş gibiyiz. Dünya döndükçe zaman ilerler sanırdık, ama buralarda böyle olmuyor. Dev bir mikserin içinde döndükçe dönüyor, alabora oluyoruz. Zamanın bir kesitinde takıldık, kaldık. Gelecek uğramıyor bize, geçmiş ise peşimizi bırakmıyor. Hep aynı sesler, aynı yüzler, aynı kavgalar, aynı sığlıklar. Yeni bir şey yok. Nicedir iktidar koltuğunu eline geçirmiş olan kabalık, semirdikçe semiriyor. Hep kaybeden zerafet ise, yavaş yavaş hayatımızdan çıkıyor. Aynı adamlar, aynı ayak oyunlarıyla hayatı bize zehir etmeye devam ediyor. Kötüler dimdik ayakta, iyiler yerle bir. Bir yıldız daha kaydı gitti, sessiz sedasız. Bu dünyaya tesadüfen düşmüş kadar bize benzemeyen biri daha o meçhule giden gemiye bindi, sonsuz yolculuğuna çıktı. Yeşil sahaların asalet timsali Jupp Derwall, ait olmadığı bu dünyaya daha fazla katlanamadı ve aldı başını gitti. Onun gidişiyle asalet, zerafet bir kez daha diz çöktü. Hayatın özü yine çekildi. Geriye tortusu kaldı. Ve biz hep aynı yerde, aynı düzlemde, aynı enlemde, aynı boylamda, aynı biçimdeyiz.Yalnız futbol devrimi yapmadı, bir felsefe, bir kültür aşıladıOysa bize ne çok şey kazandırmıştı, ak saçlı, ak gönüllü adam. Sadece futbol devrimini gerçekleştirmedi bu ülkede, Jupp Derwall. Bir hayat felsefesi aşıladı, bir yaşam kültürü yerleştirdi, bu çorak topraklara. Bizim içimizdeki varolan potansiyeli keşfetti, onu harekete geçirdi. Yıkılan özgüvenimizi yeniden imar etti. Kaybederken bile kazanmayı onunla öğrendik; Rize’de bir hainin attığı taşla başı yarıldığında; o dik duruşuyla, metanetiyle, olgunluğuyla... Keza, kazanırken kaybetmemeyi de onunla kavradık; rakibe saygısıyla, tevazuuyla... Avrupa futbolu karşısındaki aşağılık kompleksimizi onunla yendik; bizim onlardan bir eksiğimiz olmadığını zihnimize nakşetmesiyle...O sadece teknik direktör değildi, sevecen bir dost, müşfik bir babaydıYüreğinin ışığıyla aydınlandık; ondaki insan sıcaklığı, insan sevgisiyle huzur bulduk. O salt bir teknik direktör, bir futbol adamı değildi, ondan öte bir şeylerdi, bizim için; sevecen bir dost, müşfik bir baba, fırtınada sığınılacak bir liman, gönüllü bir Türkiye elçisi... Bazı değerler vardır... İçimizdeyken farkına varmayız. Hatta önemsemeyiz. Ancak gittikten sonra bıraktığı boşluğu görüp neler kaybettiğimizi anlarız. O boşluk ki, yeri bir daha asla doldurulamaz. Monet’nin, Goya’nın, Van Gogh’un fırçasından çıkmış ölümsüz bir tablo gibidirler. Tıpkı, aramızdayken kötülükler yaptığımız, üzdüğümüz, kırdığımız ama buna rağmen bizi ölesiye seven, hakkımızda tek kötü söz söylemeyen, yüzünden tebessümü eksik etmeyen asil, zarif adam; son şövalye Jupp Derwall gibi...Yeryüzünün gelmiş geçmiş bütün ressamları toplansa, bir daha böyle bir tablo yapamayacak...

28 Haziran 2007, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI