Arama

Popüler aramalar

‘’Biat kültürü‘’

Biat kelimesi Arapça olup, peygambere bağlılık sözü vermek anlamına gelmektedir. Hz.Muhammed önemli dini-siyasi olaylar arefesinde, veya İslamiyet'i kabul eden kimselerle ilk defa görüştüğünde el sıkışarak biat almıştır. Biatta asıl olan, meşru devlet başkanını tanımak, kendini ona bağlı hissetmek ve bu hissi hayatının sonuna kadar korumaktır. Biat, Hz.Muhammed'in vefatından sonra ise, daha çok siyasi bir karakter kazanmıştır.
"Biat kültürü" ortaya çıktığı koşullarda dini hiyerarşinin sağlanması açısından gerekli olmakla beraber, bugün de özellikle doğu toplumlarında farklı karakterde varlığını sürdürmektedir. Elbette ülkemizde de... Bilhassa, siyasette çok sık karşımıza çıkan "Biat kültürü", zamanla ast-üst ilişkilerinin olduğu tüm toplumsal yapılara sirayet etmiştir. Biat kültürünün olduğu ilişkilerde yapının en üstünde olan lidere kayıtsız şartsız bağlılık gösterilir. Kararları asla sorgulanmaz. Doğru-yanlış muhasebesi yapılmaz. İman edilen kişinin her sözü kanundur. Bu durum, hemen hemen tüm örgütlenmelerde böyledir. Tabii, sporda da...

Bilardo ve paralimpikte yaşanan ilginç olaylar
Hasbelkader bir federasyon başkanı olan kişi, kısa zamanda kendisine bir mürit ordusu kurarak, başına geçtiği camiayı istediği gibi yönetir. Burada biat iki yönlü işleyen bir süreçtir. Kendisi de, daha yüksek bir erke biat ettiği için her türlü denetimin dışına çıkar. Kararları keyfidir. Bütün tasarrufları iktidarını korumak adınadır. Bu uğurda karşısına çıkan herkesi ezmek, yok etmek ana düsturdur. Yasalar, yönetmelikler, kurallar, etik metik hak getire... Her eylem bir şekilde kılıfına uydurulur. Aslolan, kendisini önemli kişi hissetmek için ihtiyacı olan stütüyü kaybetmemektir. Gözü dönmüş bir hırsla yollarına devam ederler. Taa ki, "Yedi Ölümcül Günah"ın en ölümcülü olan ihtirasın dipsiz uçurumuna yuvarlanana kadar... Yalnız burada bir nüans farkı vardır. O uçurumdan yuvarlanan yalnız kendileri olmaz, müritleri ve başında oldukları camiayı da aşağıya çekerler.
Türk sporu, son yıllarda böylesi bir ihtirasın iki örneği ile karşı karşıya... Biri Bilardo Federasyonu Başkanı Uğur Kurugöllü, diğeri ise Türkiye Milli Paralimpik Komitesi (TMPK) Başkanı Perviz Aran...

Türk bilardosunu bitiren adam: Uğur Kurugöllü
Memleketi Sivas'ta kulüp ve sporcu, dolayısıyla delege sayısını 15 gün içinde patlatarak (!) seçim kazanan Uğur Kurugöllü'nün ilk icraatı, başta Semih Saygıner olmak üzere seçimde kendisine muhalif olan Türkiye'nin en elit sporcularını derdest etmeye çalışmak oldu. Ne yazık ki, bunu başardı da... Sporcular milli takımdan uzaklaştırıldı, ceza kurullarına verildi, ceza almaları sağlandı. Türkiye'nin en başarılı branşlarından biri olan bilardo, 3 yıllık Kurugöllü döneminde yerle yeksan oldu. Eski bakan Mehmet Ali Şahin'in talimatıyla GSGM Teftiş Kurulu tarafından soruşturulan ve bir çok icraatından dolayı kusurlu bulunup GSGM Ceza Kurulu'na verilen Kurugöllü'nün dosyası aylarca sümenaltı edildi. Hükümet değiştikten sonra yeni bakan Murat Başeskioğlu'nun henüz konulara vakıf olmaması fırsat bilinerek apar topar görüşüldü ve Kurugöllü aklandı!
Bilardoda kaos bugün de sürüyor. Ülkemize sayısız dünya ve Avrupa şampiyonluğu kazandırmış sporcular yine ceza tehtidiyle karşı karşıya... Ve sporu bırakmak üzereler. Hatta fiilen bıraktılar da... Burada Kurugöllü'nün yaptıkları bir nebze olsun anlaşılabilir. Çünkü tıyneti belli! Asıl sorgulanması gereken, bütün bunlara göz yuman, hatta Kurugöllü'yü başarılı (!) bulan GSGM Müdürü Mehmet Atalay ile camiada körü körüne onu destekleyen bir takım insanların tutumudur.

İhtirasın diğer adı: Perviz Aran
Geçelim diğerine:
Perviz Aran TMKP Başkanı seçildikten 1.5 ay sonra muhalefet olağanüstü genel kurul için imza topladı. Yeterli sayıya ulaşıldı. Yapılması gereken, ilk toplantıda yönetimin istifa ederek genel kurul kararı almasıydı. Ancak böyle olmadı. Aralarında iki federasyon başkanı ile benim de bulunduğum 6 yöneticinin muhalefetine rağmen 8 üyenin oyuyla istifa edilmedi, imzalar da işleme konmadı. Bir sonraki toplantıda ise, genel kurulda çoğunluk sağlamak için Aran'ın isteğiyle 89 yeni üye, ciddi tüzük ihlali ve itirazlara karşın 5'e 7 oyla oyla kabul edildi. Genel kurul tarihi de Perviz Aran'ın keyfiyetine göre belirlendi. Genel kurul öncesi yapılan son yönetim toplantısıda ise Türkiye'nin en önemli spor adamlarından birinin yönetim kurulu üyeliği için yaptığı başvuru, muhalefetin yönetiminde olacağı için yine Perviz Aran ve ona biat eden aynı üyeler tarafından reddedildi.
Ben böyle bir "Tiran"lık görmedim. Burada üzüldüğüm, yüksek eğitim görmüş pek değerli yönetim kurulu üyelerinin Perviz Aran'a kayıtsız şartsız bağlılık göstermesi ve her kararını sorgulamadan onaylamasıydı.
Engelli sporunun başındaki ihtiras tramvayının raydan çıkacağı günler yakındır. Önemli olan camianın bunu en az hasarla atlatmasıdır.

27 Aralık 2007, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Umudun bittiği yerdeyim‘’

Danimarkalı filozof Sören Kierkegaard, felsefe tarihinin en önemli eserlerinden biri olarak nitelendirilen "Ölümcül Hastalık: Umutsuzluk" kitabında insanın varoluşunu, umutsuzluk duygusu üzerinden sorgular ve şu sonuca varır: "Umutsuzluk ölümcül hastalıktır, umutsuzluk günahtır ve umutsuzluk evrenseldir. Bu günah, bu ölümcül hastalık benlik ve ruhun tüm ilişkilerinin de çerçevesini oluşturur. Çünkü nasıl umutsuzluk benliğin hastalığıysa, ölümsüzlük de ruhun hastalığı; dolayısıyla umutsuzluğudur. O halde insan bu olumsuzluktan çıkmak zorundadır. Bu çıkış ise ancak sonluluktan sonsuzluğa geçişle gerçekleşebilir."
Kierkegaard'a göre, insanın sonluluktan sonsuzluğa geçişi umutsuzluk yoluyla gerçekleşir. Felsefeciler 150 yıl boyunca Kierkaegaard'ın bu tezini tartışıp durmuştur. Bir sonuca vardıklarını sanmıyorum. Çünkü tartışma hala sürüyor. Bu görüş doğruysa, yeryüzünde umutsuzluk sarmalında çırpınıp duran milyarlarca işsiz, aç, yoksul, geleceksiz insan sonsuzluğa ulaşmış olurdu! Sanırım Türkiye de, bu konuda en şanslı ülkeleden biri haline gelirdi!

Umutsuzluk gerçekten
ölümcül hastalık mı?

Sonucu her ne olursa olsun, umutsuzluk insana acı verir. Yaşama tutunmamızı engeller. En umutsuz hastaların dahi umut ederek hayata asıldıklarına sık sık şahit olmuşuzdur. Koşullar ne kadar kötü olursa olsun içimizde taşıdığımız en ufak bir umut kırıntısı bile bize güç ve enerji verir. Ancak söz konusu olumsuz koşulların üzerine her geçen gün bir yenisi ekleniyorsa, işte o zaman o umut kırıntısı da kalmaz; ki bu, umutsuzluk denen ölümcül hastalığın bedenimizi sarması anlamına gelmektedir. Hepimizin hayatında zaman zaman bu duyguya kapıldığı anlar olmuştur. Tarifsiz bir kederin içine düştüğümüz umutsuzluk halinden çıkmak, insan hayatının en zorlanımlı eylemlerinden birini gerektirir. Umudu kaybetmek ne kadar zorsa, yeniden bulmak da bir o kadar meşakkatlidir. Lakin umutsuzluk kaçınılmazdır. Bilhassa Türkiye gibi kutuplaşmaların, çalkantıların, kavgaların, kuralsızlığın, arsızlığın, adaletsizliğin, ilkelliğin, barbarlığın, çapsızlığın, katakullinin eksik olmadığı bir ülkenin vatandaşıysanız... Son olarak dünya çapında bir sanatçımızı çekip gitme noktasına getiren de, işte böylesi bir umutsuzluk halidir.

Bundan böyle olan biten
hiç bir şeye şaşırmıyorum

Ve umutsuzluk, hayatın her alanında pusu kurmuş bir eşkıya gibi bizi beklemektedir. Bir an gelir insan kendi geleceğinden umudunu keser, bir an gelir ülkesinin geleceğiyle ilgili umudunu yitirir. Her ikisi de insana yok olma hissini tattırır. Bu öylesine ızdırap veren bir süreçtir ki, yaşarken ölmeyle eş değerdir.
Ben, son bir kaç yıla kadar umut ile umutsuzluk arasında gelgitler yaşayanlardan biriydim. Fakat artık duruldum! Çünkü umudumu sonsuza kadar yitirdim. Bugün umudun bittiği noktadayım. O nedenle bizleri ilkelliğin girdabında boğan hiç bir politikacıya, politikaya, söyleme, eyleme, uygulamaya şaşırmıyorum. Toplumun yaşadağı olağandışı deformasyona da...
Benim şaşırdığım; bu değişimin, dönüşümün değirmenine su taşıyan aklı-ı selim insanların olan biten karşısında neden ağızlarının açık kaldığıdır. Ne umuyorlardı ki, ne buldular?!!

Almina Tude’yi ağlatan
insan müsveddeleri...

Neyse, sözü fazla uzatmadan bir kaç gün önce meydana gelen, ne anlatmak istediğime misal bir olayla yazıyı bağlayayım:
Sivassspor'un hocası Bülent Uygun'un 10 yaşındaki kızı Almina Tude, Ali Sami Yen Stadı tribününde maç seyrederken yanında sürekli babasına küfür edildiğinden yakındı ve çok üzüntü duyduğunu söyledi. Biz de küçük Almina'nın yaşadığı bu drama üzüldük. Bunu yapan insan müsveddelerini lanetledik. Peki, bu kaçıncı benzer vak'a? Yıllardır statlarda ne anamız, ne bacımız kalmadığını unuttuk mu? Fatih Terim'in kızı için tribünde küfür pankartı açılmış ve buna kayıtsız kalınılmış bir ülke burası. Aklın, sağduyunun, bilimin, çağdaşlığın bilinçli politikalarla yavaş yavaş hayatımızdan çıkarılıp, bu barbarlığa, rezilliğe yol açılmasına bunca zaman seyirci kalıp da, şimdi ağızlarından salyalar saçarak küfür edenlere şaşırmaya hakkımız var mı? Kırmızı ışıkta geçip de insan öldüren hayvanla, 10 yaşındaki kızın yanında babasına küfür eden zerzevat, çerçöp tipler arasında bir fark var mı?
Ve söyleyin lütfen, bizleri her geçen gün çağdaş uygarlık düzeyinin gerisine iten bu olan bitenler karşısında sizin hala umudunuz var mı?

20 Aralık 2007, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Dürüstlük erdem midir?‘’

Dürüstlük erdem midir?
Evet erdemdir! Eğer bir toplum her alanda yozlaşmışsa, bütün değerleri erozyona uğramışsa; dürüstlük, saygı, sevgi, başkalarının hakkına riayet, hoşgörü gibi normal şartlarda insanda varolması gereken bütün davranış kalıpları erdem olabiliyor. O nedenle insan olmanın gereğini yerine getirenler, insanca yaşayanlar, çağdaş bir insan gibi davrananlar, ülkemizde kolaylıkla kutsanabiliyor. Son yıllarda ülkemizde bunun örnekleri o kadar çoğalmaya başladı ki; kaybettiğimiz değerlerimize ağıt yakar gibi normal bir davranış olan dürüstlüğü ödüllendiriyoruz, övgüler düzüyoruz.
Son olarak Galatasaray Cafe Crown’lu Cüneyt Erden, Sırp Hemofarm takımıyla geçen hafta oynanan ULEB Kupası maçında hakeme giderek topun kendisinden dışarı gittiğini söyledi ve topun rakibe verilmesine sağladı. Bunun üzerine Galatasaray Kulübü, resmi internet sitesinde Cüneyt Erden’e bir teşekkür yazısı yayınladı. Oysa Cüneyt Erden’in yaptığı, zaten yapılması gerekendi. Cüneyt Erden insanlığın gereği olan bir davranışı sergilemişti sadece... Çünkü çağdaş toplumlarda insanlar birbirine karşı zaten dürüst olmak zorundadır. Dürüst olmamak ayıplanır. Ve kimse, kimseye bana dürüst davranıyor diye hayranlık duymaz. Bir insan dürüst diye ödüllendirilmez.
Ama bizde hayat tersine tecelli ediyor. İşin ironik yanı ise; toplumsal ilişkilerimizde alabildiğine iki yüzlü davranırken, dürüst insanları baştacı edebilmemiz, sadece dürüst oldukları için onları kaldıramayacağı yüklerin altına sokmamız. Ve en acısı ve anlaşılamayanı da; onlara bu kadar hayranlık duyarken, onlara benzememek için elimizden geleni yapmamız!..

Gazanfer amca...
Hayat, insanın sonsuzluğu arama serüveninden başka bir şey değildir. Bütün ömrümümüz bu nafile çabayla geçer. Lakin ölümsüzlük iksiri masallardadır! Bir gün bir cenin olarak ana rahmine düşeriz; ama kısa, ama uzun bir hayat sürer ve bir ışık huzmesinin içinde kayboluruz. Dönüşü olmayan bir yoldur o yol.
Yorucu bir mücadeledir, ölümsüzlük arayışı... Ancak bu arayışın insanoğluna kazandırdığı bazı değerler de yok değildir. Sonsuzluğun mümkün olmadığının ayırdına varanlar, bunu kısmen gerçekleştirmenin yollarını ararlar. Ve bulurlar da: Yeryüzünde bir iz bırakmak kaydıyla...
Bilim adamları, sanatçılar, liderler sıra dışı yetenekleriyle tarihe çentik atarlar... Böyle bir şansı olmayanlar ise, sahip oldukları maddi-manevi zenginlikleri insanoğluna miras bırakarak, cisimlerini olmasa bile isimlerini ölümsüzleştirirler. Geride bıraktıkları, sonsuza kadar yaşamalarını sağlar. Türk güreşinin efsane şampiyonu Gazanfer Bilge de bunlardan biridir. Onun Kocaeli’nin Karamürsel ilçesinde yaptığı okulları, yurtları; okuttuğu öğrencileri daha önce sütunlarımızda, sayfalarımızda sizlere aktarmıştık. Karamürsel’in ‘Gazanfer amcası’, eğitim hamlesine bugün de devam ediyor. Kazandığı servetini bu uğurda harcamayı sürdürüyor. Lakin son zamanlarda sağlık sorunlarıyla da uğraşıyor Gazanfer amca... 80 küsür yıllık ömrü mücadelelerle ve zaferlerle geçen Gazanfer Bilge’nin, bunun da üstesinden geleceğine şüphem yok. Tabi, ona katacağımız moral değerlerin de katkısıyla... Bugün Gazanfer Bilge’nin her zamankinden çok manevi desteğe ve hatırlanmaya ihtiyacı var. Onu unutmayalım, onu yalnız bırakmayalım; hep yanında olalım. Çünkü bunu çok ama çok hakediyor. Gazanfer Bilge’ler bu ülkeye kırk yılda bir geliyor. Kıymetini bilelim.
Geçmiş olsun Gazanfer amca...

12 Aralık 2007, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Her şey sende gizli‘’

Diye başlamış, umudun şairi Can Yücel... Ve devam etmiş: Yerin seni çektiği kadar ağırsın/Kanatların çırpındığı kadar hafif/Sevdiklerin kadar iyisin/Nefret ettiklerin kadar kötü/Ne renk olursa olsun kaşın gözün/Karşındakinin gördüğüdür rengin/Sakın bitti sanma her şeyi/Sevdiğin kadar sevileceksin/Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın/Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın/Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak/Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın/Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü/Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin/İşte budur hayat!
* * *
Hiç kuşkusuz bu ülkenin en önemli futbol fenomenidir, Fatih Terim... Başarılarıyla, başarısızlığıyla, gerçekleştirdiği ilklerle, futbol felsefesiyle, cesaretiyle, vizyonuyla, hırsıyla, öfkesiyle, sevecenliğiyle, jestleriyle, mimikleriyle, mertliğiyle ve adamlığıyla başlı başına bir vak’adır Terim Hoca... Ona bazen kızarı, bazen severiz, bazen de korkuyla karışık bir saygı duyarız. Ona karşı hissettiğimiz duygularımızın kaynağı yine kendisidir. Ona ne zaman öfkelenmişsek, bilin ki, o bize öfkelendiği; ne zaman sevmişsek de, o bizi sevdiği içindir... Terim Hoca, verdiğinin karşılığını almaktadır. Bu ülkede Terim nefretiyle beslenen bazı muhteris spor gazetecileri konumuzun dışındadır. Terim kibiri ve gururu bir kenara bıraktığı, şefkatli yüzünü gösterdiği anda Türk insanı onu her zaman bağrına basmış, ona her zaman güvenmiştir. Terim’in çevresine yaydığı elektrik, genellikle başarı ve başarısızlığında etken olmuştur. Tıpkı Avrupa Şampiyonası elemeleri sürecinde ortaya çıkan iki farklı Terim fotoğrafı gibi... O iki fotoğraf ki, biri kazandırmış, diğeri kaybettirmiştir. Hem kendine, hem de Türk futboluna... Şükürler olsun ki, arzu ettiğimiz fotoğrafı sürecin sonunda verdi Terim Hoca...
Şimdi haziran ayında yeni bir sınav bekliyor bizi. Ve ben biliyorum ki, her şey Terim’de gizli; her şey Terim’e bağlı... Kupayı kazanmak da, hüsranla dönmek de... Yani Terim, Terim’e karşı! İsviçre’de hangi Terim olacağına kendisi karar verecek Fatih Hoca... Doğru seçimi yaptığı anda Milli Takımımız, Avrupa Şampiyonu apoletiyle Atatürk Havalimanı’na inecektir.
Aksi takdirde...

Size bir özür borçluyuz
Aslında siz-biz ayrımı yapmak da yanlış. Lakin, yaşam standartlarımız bizleri bu ayrıma itiyor. Belki, biz engelsizler Tanrı’nın daha sevgili kullarıyız. En azından şimdilik!
Sizleri anlayabileceğimizi sanmıyorum. İnsan sahip olduğu bir şeyi kaybetmeden, kaybedenleri anlayamaz ki...
Neler hissettiğinizi, ne acılar çektiğinizi, ne zorluklarla karşı karşıya olduğunuzu kendimizi sizin yerinize koyarak ne kadar anlayabiliriz ki? Sakın sizlere acığıdımı düşünmeyin. Sizleri bir birey yerine koymayarak bir insanlık suçu işlediğimizi anlatmaya çalışıyorum sadece.
Günlük hayatınızı kolaylaştıracak, sizleri yaşamın içine çekecek düzenlemeleri yapmadığımız için görev kusuru işlediğimizi dile getirme çabası içindeyim.
Bu bir günah çıkarma değil. Sekiz küsur milyon insanını yok sayan, evlerine hapseden bir ülkenin engelsiz bireyi olarak utanç duyuyorum. Her yıl 3 Aralık Özürlüler Günü nedeniyle göstermelik törenler düzenleyip sonra da unutan bir zihniyeti de lanetliyorum.
Ve sizden özür diliyorum.
En azından kendi adıma...
(Bu yazı, Dünya Özürlüler Günü dolayısıyla 07.12.2005 tarihinde yayınlanmıştır. Aradan geçen iki yıllık zaman zarfında değişen hiç bir şey olmadığı için noktası virgülüne aynen yayınlıyorum. Sadece kullandığım fotoğraf farklı. Tabii nicelik olarak...)

05 Aralık 2007, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Değeri bilinen (!) başkan: Canaydın‘’

“Değeri bilinmeyen başkan: Canaydın” diye başlık atmışım, bundan yaklaşık üç yıl kadar önceki yazıma... Ve devam etmişim:
”İşadamının biri, işçilerinin morallerini yüksek tutmak ve randımanlarını artırmak için fabrikasının yemekhanesine usta ressamların fırçasından çıkma değerli tablolar asar. Ertesi gün büyük bir hevesle yemekhaneye gelir ve işçilerin tepkisini ölçmeye çalışır. Ancak gördükleri karşısında büyük bir düş kırıklığına uğrar. Zira, hiç kimse, asılan tablolara dönüp bakmıyordur bile. O paha biçilemeyen tablolar işçilerin umurunda değildir sanki... Tepkisiz, ilgisiz, yemeklerini yerler ve tezgahlarının başına dönerler.
İşadamı, “neyse, belki ilk gün diye, belki de yorgunluktan görmediler, daha sonra farkederler” diye düşünür ve gözlemini bir kaç gün daha sürdürür. Ancak değişen bir şey yoktur. İşçiler hiç bir şey yokmuş gibi umursamaz bir tavırla yemeklerini yer ve sonra işlerinin başına döner. İşadamı, sonunda girişiminin başarısız çıkmasından duyduğu üzüntüyle tabloları kaldırtır ve evine yollar. Ertesi gün yemekhahaneye uğradığında ise şaşkınlıktan ağzı açık kalır sanatsever işadamının... Bütün işçiler boş duvarların önünde toplanmış, tabloları aramakta ve kim tarafından neden kaldırıldığını sorgulamaktadır. Zira, tablolar, yalnız duvarlarda değil, işçilerin, ruhlarında da boşluk yaratmıştır.”
Yazının finali ise, adeta bugünleri anlatır gibi:
“Uçsuz bucaksız okyanusun ortasında, çevresi köpekbalıklarıyla çevrili bir kazazede gibi hayatta kalmaya çalışan Türk futbolu için bir cankurtaran filikasıdır, Özhan Canaydın...
O, bir bayraktır..
O, bir şanstır...
O, sessiz sedasız ruhumuza sızmış, içimize işlemiş paha biçilemeyen bir sanat eseridir...
Değeri, ortadan kaybolduktan sonra anlaşılacak...
Ne yazık ki...”
Canaydın fenomeni, aslında
sessiz sedasız ruhumuza sızdı

Şükürler olsun ki hala aramızda Sayın Canaydın. Ancak atlattığı badire bile, değerini kavramamıza yetti de arttı.
İşte biz hep böyleyiz. Özhan Canaydın ve onun gibilere, onların temsil ettiği zihniyete yapmadığımız kötülük kalmaz. Kirli düzenimize tehdit olarak gördüğümüz için onlara düşman kesiliriz. Çağdışı yöntemlerimizin karşısına insani reflekslerle çıkmalarından dolayı onlara sırtımızı döneriz, onları dışlarız. Hatta zaman zaman alay bile eder, “bu saf adam hangi dünyada yaşadığının farkında değil galiba” deriz. Asaletlerinin gözümüzü kamaştırmasına tahammül edemeyiz ve onların içindeki iyiyi öldürmeye, etraflarına yaydıkları ışığı karartmaya, onları da kendimize benzetmeye çalışırız. Onları da sıradanlaştırmak için elimizden geleni ardımıza koymayız. Taa ki günün birinde kısmen ya da tamamen aramızdan ayrılana kadar şirretliğimiz devam eder. Tıpkı bugünlerde olduğu gibi...
Bu yalan dünyaya yanlışlıkla düşmüş gibi aramızda eğreti duran Özhan Başkan’ı sevmek, onu anlamak, onun temsil ettiği değerlere sahip çıkmak için neden sağlığını kaybetmesini bekledik ki? O, işlerini Fair-Play anlayışı içerisinde yürütürken, biz neden fenalıklarımızdan vazgeçmedik ki? Ve biz aslında hangisiyiz? Gerçek biz hangisi? Canaydın sağlıklıyken, onu yerle bir etmeye çalışan biz mi, yoksa şu anda ona sımsıkı sarılan, yeniden sağlığına kavuşup aramıza dönmesi için dua eden, seferber olan biz mi?
Bilinmez. Ama çok iyi bildiğimiz bir hakikat var ki; o da Özhan Canaydın’ın tıpkı o paha biçilemeyen tablolar gibi sessiz sedasız ruhumuza sızdığı, içimize işlediğidir.
Ona bir şey olacak diye içimizin titremesi de bundandır.
Tanrı onu başımızdan eksik etmesin.

28 Kasım 2007, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Şehit bir asteğmenin yarattığı dostluk...‘’

Abdülkerim Bayraktar... Bir Bursaspor taraftarı... 1981 yılında Ankaragücü taraftarlarının Bursaspor’u desteklediği Ankara’daki Bursaspor-Trabzonspor arasında oynanan TSYD Kupası maçında o da vardır ve henüz 13 yaşındadır. Sarı-Lacivertli taraftarların bu jesti, her Bursasporlu gibi onu da oldukça mutlu eder. Bir yıl sonra Bursa’da oynanan Ankaragücü-Beşiktaş maçında bu jeste karşılık verirler. Onlar da Ankaragücü’nü desteklemek için tribünlerde yerlerini alırlar. Başlangıçta bir Anadolu dayanışması gibi görünen bu durum, uzun yıllara dayanacak bir dostluk ve dayanışmanın temellerinin atılmasından başka bir şey değildir aslında. Bunun pekişmesi için ise, ne yazık ki bir trajedi yaşanması gerekecektir.
Aradan bir kaç yıl geçer. Abdülkerim Bayraktar büyür ve üniversite eğitimi için ikiz kardeşi Fehmi ile birlikte Ankara’ya gider. İki kardeş, burada okudukları 4 yıl boyunca sırtlarında Bursaspor formasıyla her hafta sonu 40 yıllık Ankaragücü taraftarı gibi tribünlerde yerlerini alırlar ve Başkent ekibini desteklerler.
Savur’da savrulan genç bir hayat
Okul sona erer ve Abdülkerim Bayraktar vatani görevi için asteğmen rütbesiyle kışlanın yolunu tutar. Yer, Mardin Savur’dur, ve ülkenin diken üstünde olduğu o netameli yıllardan biri daha yaşanmaktadır. Bayraktar, bir yandan eve dönüş için gün sayarken, diğer yandan da tıpkı soyadı gibi, emrindeki askerlere bayraktarlık yapmakta; dağ-taş, dere-tepe demeden terörist avına çıkmakta, ülkesini savunmaktadır.
Takvim yapraklarının 11 Ağustos 1993’ü gösterdiği puslu bir gecede hain bir saldırı Abdülkerim Bayraktar’ın görev yaptığı birliği hedef alır. Çıkan çatışmada alçak bir kurşun genç asteğmeni bulur ve narin bedenini toprağa düşürür.
Acı haber Bursa’ya tez ulaşır. Her şehit evi gibi Bayraktar’ın evine de ateş düşer, yürekler bir kez daha dağlanır. Haber, yalnız Bayraktar’ın evini değil, Bursaspor ve Ankaragücü tribünlerini de alt üst eder. Arkadaşlarının zamansız gidişi onlara tarifi imkansız bir acı verir.
İki kenti birleştiren harç; acı
Şehit asteğmenin cenazesi görülmemiş bir dayanışmaya sahne olur. Ankaragücü taraftarları formalarını giyip cenazeye katılmak için Bursa’ya akın eder. O sezonun açılışında Ankaragücü kulübü Abdülkerim için saygı duruşunda bulunur ve Bursaspor’un ilk maçına da gelip, ellerinde “Acınız acımızdır, Abdüller ölmez” pankartı açarlar ve sırtlarında formalarıyla sahaya çıkarlar. O günden sonra iki takım taraftarları arasında ölümsüz bir dostluk ve kardeşlik köprüsü kurulur. Ve her Bursa maçının 6. dakikasında Bursaspor taraftaları Ankaragücü lehine; her Ankaragücü maçının 16. dakikasında da Ankaragücü taraftarları Bursaspor lehine sloganlar atarlar. İki takım arasındaki maçlarda ise, karşılaşmanın başlamasına saatler kala buluşulur, bir yerlerde yemekler yenir ve birlikte stada gidilir. Eğer buluşma Bursa’daysa, Abdülkerim Bayraktar’ın mezarı ziyaret edilir, saygı duruşunda bulunulur, şehit asteğmenin ruhuna fatiha okunur.
Dostluk için keşke birileri ölmese...
Bu, dünyada eşi, benzeri görülmemiş bir dostluk hikayesidir. Geçtiğimiz pazar günü gittiğim Bursaspor-Ankaragücü maçında yaşananlara ben de tanık oldum ve çok etkilendim. Ve içimden keşke dedim;
keşke, bütün takımlar arasında böylesi bir dostluk ve kardeşlik köprüsü kurulsa;
keşke, böylesi anlamlı birliktelikler için Abdülkerim Bayraktar gibi gencecik insanlarımızı yitirmesek;
keşke, iki takım birbirlerine gösterdikleri saygı ve sevgiyi başka takımlara da, örneğin Beşiktaş’a da gösterse;
keşke, “Ali Durmaz Çocuk Tribünü” gibi tribünler başka statlarda da çoğalsa; kadını, erkeği, genci, yaşlısı, çoluk-çocuk herkes bir arada; kavgasız, küfürsüz insanca maçlar seyredilse...
Keşke, keşke, keşke...

07 Kasım 2007, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Asker Bülent'in gözyaşları...‘’

Hani bazen kelimeler de kifayetsiz kalır ya... Karşılığı yoktur o anın; hiçbir lugatta, lisanda... Sözcükler acizdir, cümleler yetersiz. Yazmak istersiniz, yazamazsınız; konuşmaya çabalarsınız, başaramazsınız. Diliniz tutulur adeta, boğazınızda bir yumru hissedersiniz. Ve susarsınız. Belki de, anlatmak isteyip de anlatamadıklarınızı, o ölümcül sükunetle dile getirirsiniz. Bilirsiniz; bazen susmak, çok şey anlatmaktır aslında... Susarak da konuşmak mümkündür!
Bugünlerde yaşadıklarımız karşısında çoğunlukla hissettiklerimizden bahsediyorum. Gazete sayfalarından, televizyon ekranlardan taşan sarsıcı görüntüler ile yürek burkan hazin öyküler karşısında nutkumuz tutuluyor. Tarifi imkansız bir hüznün sarmalında buluyoruz kendimizi. Yüreğimiz daralıyor. Yurdumun kan ve barut kokan dağlarından yükselen ağu gibi bir acı dalgası, hepimizin içini yakıp kavuruyor. Anneler-babalar, eşler-çocuklar, acıdan kaskatı kesiliyor, şehitleriyle birlikte tabuta girmek istiyorlar. Onlar ağlıyor, gözyaşları bizim içimize akıyor. Yaşanılanları ancak, onlarla birlikte yaşadığımızda anlamamız mümkün.

Trajediye bu kez
duyarsız kalmadık

Şükürler olsun ki, bu kez öyle yapıyoruz. Başardık gibi. Dağlardan tabutlar inerken, eskisi gibi vur patlasın, çal oynasın eğlenmiyoruz. Genç ölümlere kayıtsız kalmıyoruz. Şehitlerimize, şehit ailelelerine, ülkemize sahip çıkıyoruz. Tarihimizde görülmemiş bir öfke dalgası, yurdun her tarafına öylesine yayıldı, öylesine kabardı ki, önüne çıkan her şeyi yıkıp yok edecek kudrete ulaştı. Türk, kendiyle imtihanını bu sefer kazandı. Silkindi, silkeledi, silkelemeye de devam edecek. Dünya bir kez daha şaşkınlıkla izliyor bizi. Daha önce vurdumduymazlığımıza şaşarlardı, şimdi ise ayağa kalkmamıza...
Kuşkusuz, hayat bütün yeknesaklığıyla devam ediyor, hepimiz için. Lakin bugünlerde biraz farklı yaşıyoruz, farklı algılıyoruz hayatı... Önceliklerimiz değişti. Günlük kazançlar, anlık mutluluklar, küçük vurgunlar, ufak hesaplar, stres atma yöntemlerimiz; artık eskisi gibi tatmin etmiyor bizi. Dünyevi gaileler, belki bir parça doyuruyor bizi; ama içimizde hep bir burukluk, bir boşluk hissederek. Yaşadığımız travmanın yarattığı o derin boşluk...
19 Mayıs 1919 ruhu geri döndü:

Bir millet uyanıyor
Ondan dolayıdır ki, kazandığımız bir maç sonrasında bile uzatılan mikrofonlara, “Kazansak ne olur ki, inanın hiçbir önemi yok; o çocuklar pusularda kırıldıktan sonra...” diyebiliyoruz. Tribünleri albayraklarla gelincik tarlasına çevirebiliyoruz. Hem oynuyoruz, hem de şehitlerin matemini tutabiliyoruz; siyah formalar, saygı duruşları, asker selamları ve göz pınarlarımızdan süzülen yaşlarla... Şehitlerimizi yüzbinlerle omuzlayarak, son yolculuğuna uğurluyoruz. Yollara, sokaklara dökülüyoruz, terörü lanetliyoruz. İçimizdeki hainlere ve emperyalist hamilerine hep bir ağızdan haykırıyoruz: “Bizi yıkamazsınız.” Askerlerimiz ve aileleri için kampanyalar açabiliyoruz, kazançlarımızın bir kısmını hibe edebiliyoruz. Tarihte görülmemiş bir dayanışma ruhuyla tüm dünyaya ders verebiliyoruz.
Ekim 2007 bir milat oldu Türkiye Cumhuriyeti tarihi için... Bir millettin, bir kez daha uyanışına tanıklık etti, bu yaşlı kıta...
Tıpkı 19 Mayıs 1919’daki gibi...

24 Ekim 2007, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Başka Tanrı'nın çocukları!..‘’

Yeryüzündeki yaşam formatı, hiç kuşkusuz zıtların birlikteliğinden oluşuyor. Hayatta her şey kendi zıttıyla birlikte var ve o karşıtıyla birlikte bir anlam taşıyor. Kötü olmadan iyinin, çirkinlik olmadan güzelliğin, kirlilik olmadan saflığın, sefalet olmadan asaletin, cehalet olmadan bilginin, kabalık olmadan zerafetin, hastalık olmadan sağlığın kıymetini anlayamayız. Her zıtlık, varolduğu müddetçe birbiriyle çatışma halindedir; ancak birbirinin mihenk taşıdır da aynı zamanda. Ve de tamamlayacısı... Biri olmadan diğeri hiç bir şey ifade etmez.
Hayatın bir parçası olan sportif faaliyetlerde de bu böyledir. Tüm spor karşılaşmaları zıtların kapışmasıdır. Rakibin, aynı zamanda karşıtındır. Farklı hedefler ile değişik stratejilerin çatışmasından ibarettir spor. Mücadele, zıtların birbirini alt etme çabasından başka bir şey değildir. Ve kendi içinde başka başka karşıtlıkları da barındırır.
Ama bunun bir istisnası vardır. Sadece bir sportif etkinlik, bütün bunların dışındadır. Orada zıtlıklar ya yoktur ya da en az düzeydedir. Kazanmanın ve kaybetmenin hiç bir önemi yoktur. Dolayısıyla rakibin de... Hatta çoğu durumda rakibin bile yoktur. Sadece masalsı bir birliktelik vardır. Zıtlıklardan arınmış bir sportif faaliyet olarak niteleyebileceğimiz Özel Olimpiyat Oyunları’ndan başka şey değildir, sözünü ettiğim tuhaf durum. Hani şu zihinsel engelli sporcuların yarıştığı...

Zihinsel engelli sporculardan
ders almaya hazır mısınız?

Sonuncusu Çin’in Şanghay kentinde geçtiğimiz iki hafta içinde gerçekleştirildi. 66 sporcuyla gittiğimiz oyunlardan tam 55 madalya ile döndük. Son yıllarda uluslararası bir sportif etkinlikte elde edilen en büyük başarı bu. Lakin madalyonun bir de diğer yüzü var. Şayet Çin’den sıfır madalyayla dönseydik de, bunun hiç bir önemi olmayacaktı. O sporcularımız yine alınlarından öpülmeyi hakediyor olacaklardı. Onların içinde bir müddet yer alan, çabalarına yakıdan tanıklık eden insanlar bunu çok iyi bilirler. Gerçek olan şu ki, “Bana kazanma şansı verin, kazanamasam bile bu çabamda cesur olmama yardım edin” sloganıyla hareket eden bu sporcularımız, sporun en saf yönününü temsil ediyorlar. Aslında gerçek sporu onlar yapıyor da denilebilir. Çünkü, yenmek-yenilmek için sahaya çıkmıyorlar, mücadele ederken birbirlerine kural dışı hareket yapmıyorlar, kavga etmiyorlar, küfürleşmiyorlar; bilakis birbirlerine alabildiğine centilmence yardım ediyorlar. Dostça, kardeşçe sadece yarışıyorlar, oynuyorlar. Bir oyun olan sporun özüne, ruhuna sadık kalıyorlar.

Zekamız aynı zamanda bütün
kötülüklerin de kaynağı değil mi?

Onları izlerken bazen gülersiniz, bazen hüzünlenirsiniz, bazen de şaşırırsınız. Ancak çokça ders alırsınız. Manasız çekişmelerle birbirimize hayatı nasıl da zindan ettiğimizi farkedersiniz. Sanki başka bir boyuttaymış, başka bir dünyadaymış gibi hissedersiniz kendinizi. Fantastik bir yolculuğa çıkmış gibi olursunuz. O saflık, o temizlik, o kötülükten ve kirlilikten arınmışlık karşısında hayretler içinde kala kalırsınız.
Evet, söz konusu olan, onların hayata adaptasyonudur. Amaç, zihinsel engeli olan insanlarımızı rehabilite edebilmektir. Onlara hayata dair bir şeyler öğrebilmektir. Ama bunu yaparken de, onların bizlere öğretebileceği çok şey olduğunu farkedebilmektir, aslolan...
Elbette zeka her şeydir. İnsanoğlu’nu yeryüzünün efendisi yapan, belki de önümüzdeki yüzyıllarda evrenin de efendisi yapacak olan en önemli faktördür. Ancak ne var ki, birbirimize, dünyamıza yaptığımız kötülüklerin de kaynağıdır. Zihinsel engelli insanlarımızın saflığına, duruluğuna ve iyi niyetine sahip olabildiğimiz zaman, ancak insan olmanın erdemini yaşayabileceğiz. Kendimizi de rehabilite etmenin yolu, onları iyi algılamaktan ve anlamaktan geçiyor.
Zira, kaybettiğimiz bütün değerleri onlar temsil ediyor.

17 Ekim 2007, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI