‘’Başka Tanrı'nın çocukları!..‘’
Yeryüzündeki yaşam formatı, hiç kuşkusuz zıtların birlikteliğinden oluşuyor. Hayatta her şey kendi zıttıyla birlikte var ve o karşıtıyla birlikte bir anlam taşıyor. Kötü olmadan iyinin, çirkinlik olmadan güzelliğin, kirlilik olmadan saflığın, sefalet olmadan asaletin, cehalet olmadan bilginin, kabalık olmadan zerafetin, hastalık olmadan sağlığın kıymetini anlayamayız. Her zıtlık, varolduğu müddetçe birbiriyle çatışma halindedir; ancak birbirinin mihenk taşıdır da aynı zamanda. Ve de tamamlayacısı... Biri olmadan diğeri hiç bir şey ifade etmez.
Hayatın bir parçası olan sportif faaliyetlerde de bu böyledir. Tüm spor karşılaşmaları zıtların kapışmasıdır. Rakibin, aynı zamanda karşıtındır. Farklı hedefler ile değişik stratejilerin çatışmasından ibarettir spor. Mücadele, zıtların birbirini alt etme çabasından başka bir şey değildir. Ve kendi içinde başka başka karşıtlıkları da barındırır.
Ama bunun bir istisnası vardır. Sadece bir sportif etkinlik, bütün bunların dışındadır. Orada zıtlıklar ya yoktur ya da en az düzeydedir. Kazanmanın ve kaybetmenin hiç bir önemi yoktur. Dolayısıyla rakibin de... Hatta çoğu durumda rakibin bile yoktur. Sadece masalsı bir birliktelik vardır. Zıtlıklardan arınmış bir sportif faaliyet olarak niteleyebileceğimiz Özel Olimpiyat Oyunları’ndan başka şey değildir, sözünü ettiğim tuhaf durum. Hani şu zihinsel engelli sporcuların yarıştığı...
Zihinsel engelli sporculardan
ders almaya hazır mısınız?
Sonuncusu Çin’in Şanghay kentinde geçtiğimiz iki hafta içinde gerçekleştirildi. 66 sporcuyla gittiğimiz oyunlardan tam 55 madalya ile döndük. Son yıllarda uluslararası bir sportif etkinlikte elde edilen en büyük başarı bu. Lakin madalyonun bir de diğer yüzü var. Şayet Çin’den sıfır madalyayla dönseydik de, bunun hiç bir önemi olmayacaktı. O sporcularımız yine alınlarından öpülmeyi hakediyor olacaklardı. Onların içinde bir müddet yer alan, çabalarına yakıdan tanıklık eden insanlar bunu çok iyi bilirler. Gerçek olan şu ki, “Bana kazanma şansı verin, kazanamasam bile bu çabamda cesur olmama yardım edin” sloganıyla hareket eden bu sporcularımız, sporun en saf yönününü temsil ediyorlar. Aslında gerçek sporu onlar yapıyor da denilebilir. Çünkü, yenmek-yenilmek için sahaya çıkmıyorlar, mücadele ederken birbirlerine kural dışı hareket yapmıyorlar, kavga etmiyorlar, küfürleşmiyorlar; bilakis birbirlerine alabildiğine centilmence yardım ediyorlar. Dostça, kardeşçe sadece yarışıyorlar, oynuyorlar. Bir oyun olan sporun özüne, ruhuna sadık kalıyorlar.
Zekamız aynı zamanda bütün
kötülüklerin de kaynağı değil mi?
Onları izlerken bazen gülersiniz, bazen hüzünlenirsiniz, bazen de şaşırırsınız. Ancak çokça ders alırsınız. Manasız çekişmelerle birbirimize hayatı nasıl da zindan ettiğimizi farkedersiniz. Sanki başka bir boyuttaymış, başka bir dünyadaymış gibi hissedersiniz kendinizi. Fantastik bir yolculuğa çıkmış gibi olursunuz. O saflık, o temizlik, o kötülükten ve kirlilikten arınmışlık karşısında hayretler içinde kala kalırsınız.
Evet, söz konusu olan, onların hayata adaptasyonudur. Amaç, zihinsel engeli olan insanlarımızı rehabilite edebilmektir. Onlara hayata dair bir şeyler öğrebilmektir. Ama bunu yaparken de, onların bizlere öğretebileceği çok şey olduğunu farkedebilmektir, aslolan...
Elbette zeka her şeydir. İnsanoğlu’nu yeryüzünün efendisi yapan, belki de önümüzdeki yüzyıllarda evrenin de efendisi yapacak olan en önemli faktördür. Ancak ne var ki, birbirimize, dünyamıza yaptığımız kötülüklerin de kaynağıdır. Zihinsel engelli insanlarımızın saflığına, duruluğuna ve iyi niyetine sahip olabildiğimiz zaman, ancak insan olmanın erdemini yaşayabileceğiz. Kendimizi de rehabilite etmenin yolu, onları iyi algılamaktan ve anlamaktan geçiyor.
Zira, kaybettiğimiz bütün değerleri onlar temsil ediyor.
‘’Konuşsam faydası yok, sussam gönül razı değil‘’
Bir anne-baba için yavrusundan daha değerli hiç bir şey yoktur, dünyada. Çekilen sancılar, uykusuz geçen geceler, titreyen yürekler, sarfedilen emekler, edilen dualar, akıtılan gözyaşları hep sahip olunan evlat içindir. Onun daha sağlıklı, daha iyi, daha müreffeh yaşaması içindir, o seferberlik hali... Evladı olanlar kendileri için yaşamaktan vazgeçerler.
O ane-babalar ki, evladı gittiği yerden geciktiği zaman yer sarsıntısını hisseden atlar gibi huysuzlanırlar, huzursuzlanırlar. Yürekleri daralır. Kulakları hep kiriştedir. Çocuklarını ayak seslerinden, kokusundan tanırlar. Gelenin o olduğunu anladıkları anda, yeniden doğarlar. Yastığa baş koyduklarında yanaklarından aşağı süzülen damlalar ise, sevinç gözyaşlarıdır.
Bir de madalyonun öbür yüzü vardır. Yani, gidip de gelmeyenler. Geri dönmeyenler. Evinden telli duvaklı gelin gibi süslenerek, güle oynaya uğurlanıp, bir daha kavuşulamayanlar. O kınalı kuzular. O şehitler.
Onlar da bir embriyo olarak ana rahmine düştüler. Sonra doğdular. Bir güneş gibi aydınlattılar anne-babalarının dünyasını. Çocuk oldular. Koştular, oynadılar. Terli terli su içtiler, öksürdüler. Düştüler, dizlerini kanattılar. Sonra okullu oldular. Heyecandan yürekleri bir kuş gibi pır pır etti. Ardından başları hülyalı birer ergene dönüştüler. Sevdiler, sevildiler. Terkettiler, terkedildiler. Derken delikanlılık çağına girdiler. Gelecek planları yapmaya başladılar. Hayaller kurdular. Tam yetişkinliğe adım atıyorlardı ki, vatan görevi kapılarını çaldı.
Onların da birer hayatı, hayalleri, umutları vardı
Ve hayallerini ertelediler; döndükleri zaman kaldıkları yerden devam etmek üzere... Askerlikleri boyunca hep o umutla yaşadılar. ‘Döndüğüm zaman’ diye başlayan cümleler kurdular, pusularda, nöbetlerde. Özlem dolu mektuplar yolladılar sevenlerine. Taa ki, hain bir namludan çıkan hain bir mermi veya namussuz bir mayın tuzağı bedenlerini bir cemre gibi toprağa düşürene kadar.
İşte böyle, her gün, her gün gencecik fidanlar kırılıyor. Kendi yurtlarında, kalleşçe vuruluyorlar, alçakça havaya uçuruluyorlar. Ölüyorlar; hayalleriyle, umutlarıyla, özlemleriyle beraber. Aniden belirip, karanlıkta kayan bir kuyrukyıldız gibi sonsuzluğa akıyorlar. Geride, yaşanamamış bir hayat ve yürekleri kor ateşle dağlanan, acılı anne-baba, kardeş, eş, sevgili, dost, arkadaş bırakarak...
Yıllardır al bayrağa sarılı tabutlarla omuzlanıyorlar, devre arkadaşları ve sevdikleri tarafından. Bitmiyor, hiç bitmiyor. Bitmek bir yana, her geçen gün artarak devam ediyor şehit cenazeleri. Bir daha yolunu gözleyemeyecekleri çocuklarıyla birlikte tabuta girmek istiyor anne-babalar. Onlar da ölüyorlar, şehitleriyle beraber.
İspanyol halkı kadar olamıyor musunuz?
Ve sizler, günlük gailelerin içinde öylesine kayboluyorsunuz ki, kendi çocuklarınıza ağıt yakmıyorsunuz. Yine o rezil, pespaye eğlence programlarına reyting patlattırıyorsunuz, tatil günlerinde pikniklere koşuyor, oyun havaları eşliğinde göbek atıyorsunuz. Hakem hatalarını şehitlerinizden daha çok konuşuyorsunuz. Vurdumduymazlığınızla dünyayı şaşkına çeviriyorsunuz. Sizlerin duyarsızlığı üzerine iktidar bina edenlerin ekmeğine yağ sürüyorsunuz.
Neden İspanyol halkının ETA terörüne karşı sergilediği dik duruşu sizler sergileyemiyorsunuz? Onlardan eksiğiniz ne? Kurtuluş savaşını siz yapmadınız mı? Ülkenin dört bir yanını işgalcilerden geri almadınız mı? Ne oldu size? Şimdi niye böylesiniz? Gençlerinizin bir kum tanesi gibi avuçlarınızın içinden kayıp yere dökülmesine daha ne kadar sessiz kalacaksınız?
Haydi, atın ölü toprağını üzerinizden. Kalkın ayağa. Silkelenin, silkeleyin.
Sahip çıkın, gençlerinize, geleceğinize, ülkenize...
Ve onurunuza...
NOT: Bu yazı, 12.06.2007 tarihinde yayınlanmıştır. Değişen bir şey olmadığı için biraz kısaltarak yeniden bu köşeye koymak zorunda kaldım. Kalın sağlıcakla...
‘’Çavdar tarlasında çocuklar‘’
“Her neyse, hep, büyük bir çavdar tarlasında oyun oynayan çocukları getiriyorum gözümün önüne. Binlerce çocuk, başka kimse yok ortalıkta. Yetişkin hiç kimse; yani benden başka... Ve çılgın bir uçurumun kenarında durmuşum. Ne yapıyorum? Uçuruma yaklaşan herkesi yakalıyorum; nereye gittiklerine hiç bakmadan koşarken, ben bir yerden çıkıyorum, onları yakalıyorum. Bütün gün yalnızca bu işi yapıyorum. Ben, çavdar tarlasında çocukları yakalayan biri olmak isterim. Çılgın bir şey bu, biliyorum, ama ben yalnızca böyle biri olmak isterdim.”
Böyle söyler, ABD’li Jerome David Salinger’ın anti-kahramanı Holden Caulfield, yazarın kült romanı “Çavdar tarlasında çocuklar” isimli edebiyat şaheserinde. 1951 yılında yayınlanan ve başta ABD olmak üzere birçok ülkede argo ifadeler nedeniyle yasaklanan roman, 16 yaşındaki bir yeni yetme olan Holden Caulfield’in Noel öncesi üç gününü anlatır. Dört okuldan kovulan uyumsuz ve asi Holden’ın, toplumun iki yüzlülüğüne, samimiyetsizliğine, yapmacıklığına karşı masumiyetin peşinde koşmasının serüveni olan roman, 20. Yüzyıl’ın baş yapıtlarından biri olarak kabul edilir.
Masumiyetin peşinde
koşan bir anti-kahraman
Otostop yaparak bütün insanlardan kaçmayı ve vardığı yerde kendini sağır-dilsiz olarak tanıtıp bambaşka bir hayat sürmeyi düşünen Holden, bir rüyaya yatar. Masumiyetin simgesi olarak gördüğü çocukların uçurumun kenarındaki bir çavdar tarlasında koşuştuğunu ve eğlendiğini hayal eder. Onların gerçek dünyanın acımasızlığıyla yüzleşmesini ise, uçurumdan aşağı düşmeleri şeklinde algılar. Ve çocukların masumiyetlerini yitirmemeleri için, onları düşmeden tutacağını ve sonsuza kadar çocuk temizliğiyle kalacaklarını söyler.
Eminim, birçoğumuz ergenlik buhranımızda birer Holden olduk. Acımasız dünyanın gerçekleriyle yüzleştiğimiz anda yaşadığımız düş kırıklığı nedeniyle uzak bir yerlere kaçmayı planladık. Fakat başaramadık. Ardından düşlerimize sığındık. Holden’ın çavdar tarlası gibi kendimize, masumiyeti sonsuza kadar koruyacağımız düş bahçeleri kurduk. Bir müddet kendi yarattığımız cennetimizde başımızda kavak yelleriyle mutlu yaşadık. Lakin rüya çabuk bitti. O uçurumdan, önce kendi çocukluğumuz düştü. Büyüdük ve masumiyetimizi kaybettik. Sonra başka çocukların da o kara delikte yok oluşlarını izledik. Kendi cehennemimize giden yola ilk taşları işte böyle döşedik.
O tarladaki Türk kızı:
Hilal Coşkuner
Futbol denen pespayelikten arada sırada başını kaldırmayı başaran Türkiye, iki haftadır 12 yaşındaki bir çocuğun davranışına verilen Dünya Fair-Play ödülüyle yatıp kalkıyor. Hilal Coşkuner’in, kros yarışmasında birinci gelecekken duyduğu çığlık üzerine geri dönüp yere düşen rakibini kaldırması ve ambulansa taşımasına methiyeler düzülüyor. Hilal’e ödül üstüne ödül veriliyor. Altın kalpli Hilal, bütün bu ilgiyi, verilen ödülleri sonuna kadar hak ediyor. Ancak başına gelenlerden şaşkına dönen Hilal kız, kendisine gösterilen aşırı ilgiden çok sıkıldığını ve bunun nedenini bir türlü anlayamadığını söylüyor. Ve devam ediyor:
“Bu olay neden bu kadar abartılıyor merak ediyorum. Ben ne yaptım ki? Yapmam gerekeni yaptım. Doğrusu budur. Herkesin de bunu hayatında uygulaması gerektiğini düşünüyorum. Yarış sonrası eve gittiğimde ne ailem, ne de başkalarına bu konuda hiçbir şey söylemedim. Nedeni de; önemli bir şey olmadığını düşündüm. Gazetelerde çıkınca, bunun üzerine de ödüller verilince şaşırdım.”
İşte size çavdar tarlasında bir çocuk. Bütün masumluğuyla koşuşturup duruyor. O çocuksu saflığıyla yaptığı hareketi biz büyüklerin neden bu kadar kutsadığını bir türlü anlayamıyor. Bilmiyor, kendisine nasıl bir dünya hazırladığımızı. Henüz farkında değil; samimiyetsizliğimizin, riyakârlığımızın, yapmacıklığımızın, maskelenmiş hayatlarımızın, yitip giden masumiyetimizin.
Ben de tıpkı Holden gibi Hilal ve ona benzer çocukların koşturduğu çavdar tarlasının bekçisi olmak isterdim. O altın sarısı başakların arasında gizlenmek, uçuruma koşan çocukları son anda yakalamak ve onlara, “Hep burada kalın; çocuksu ve masum” diyebilmeyi arzu ederdim. Ve eklerdim:
“Büyüdüğünüzde siz de bekleyin o tarlayı. Çocukluğunuzun elinden sıkı sıkıya tutun, çocuklarınızı iyi kollayın, uçurumdan düşmelerine izin vermeyin.”
‘’Bir yanımız Emre bir yanımız Servet!‘’
Biz, bize benzemeyiz. Farklı farklı, çeşit çeşitiz. Beş parmak misali! Varlığımız ayrılıklar, aykırılıklar, çelişkiler üzerine kuruludur. Bir yanımız batıdadır, bir yanımız doğuda. Kuzeyde de yer alırız, güneyde de... Zenginlikle yoksulluk iç içedir... Keza, medeniyetle cehalet de...
Sırça saraylarda yaşayan da bizim insanımızdır, çöplerden yiyecek toplayan da... Bazen yüzümüzü aydınlığa döneriz, bazen de karanlığa... Barışı isteyenler de bu topraklardadır, savaştan beslenenler de...
Velhasıl, yeryüzünün en anlaşılmaz toplumuyuz. Nerede kabaracağımızı, nerede durulacağımızı kestirmek mümkün değildir. Boşuna değil, bilim adamlarının, sosyologların şaşkınlık içinde bizi izlemeleri.
Hâl böyle olunca, aynı milli forma içinde siyah-beyaz misali bir kaç zıt karakter de yer alabiliyor. Tıpkı Emre Belözoğlu ve Servet Çetin gibi.
Galatasaray formasını en son
hak edecek futbolcu Emre’dir
Henüz daha 17’sinde bile nasıl çirkef bir futbolcu olacağının belirtilerini veren Emre Belözoğlu’nun yaptıklarını burada bir kez daha sıralamanın bir anlamı yok. Türk basını bir haftadır onunla yatıp kalkıyor zaten. O malum hareketi yaptı diye ceza almasını istemek, boşa kürek çekmekten başka bir şey değil. Onun nerelerden, kimlerden, hangi güç odaklarından cesaret aldığı zaten belli. Onu kollayanların ceza kesmesini beklemek, kelimenin tam anlamıyla saflıktır. Bir takım çevreler tarafından bir koruma kalkanı altına alınmasa, bu kadar pervasız olması mümkün mü? Burada anlaşılmaz olan, Galatasaray’ın Fair Play ödüllü başkanı ile yardımcısının ona sahip çıkması, kucak açmasıdır. Yeryüzünde Galatasaray formasını en son hak edecek futbolcu Emre Belözoğlu’dur. Bunu başta eski başkan Faruk Süren olmak üzere Galatasaray camiası çok iyi bilir!
Neyse...
Benim asıl anlatmak istediğim bunlar değil. Emre ve manevi destekçilerinin katran koyusu gölgesinin Türk Futbolu’nun üzerine çökmesi nedeniyle farkına varamadığımız Servet Çetin’den bahsetmek istiyorum. Hani, Galatasaray’da son maçına kırık kaburgasıyla çıkan, maç içinde göğsüne aldığı bir darbeyle acılar içinde kıvrandıktan sonra tekrar karşılaşmaya devam eden, yüreği de kendi gibi kocaman adamdan...
Servet’e yapılan eleştiriler
ya Emre’ye yapılsaydı...
Hiç düşündünüz mü, Servet Çetin kadar şu anda eleştirilen bir başka Türk futbolcusu daha var mıdır? Onun Galatasaray’a layık bir futbolcu olmadığından, milli takıma seçilmesine kadar bir dizi belden aşağı eleştiri okuyoruz, dinliyoruz, futbol ulemaları tarafından... Hocalarını Servet tercihinden dolayı bombardımana tutuyoruz. Sahadaki cansiperane mücadelesini görmezden gelip, yaptığı bir hatayı büyütüyoruz. Ne kadar kötü bir savunmacı olduğundan dem vuruyoruz. Ama onun gerek saha içindeki, gerekse saha dışındaki efendiliğini görmezden geliyoruz. Malta beraberliği eleştirildi diye Emre gibi mülevvesler basına kol gösterirken, Servet Çetin’in bu kadar yoğun eleştiri karşısında ağzını açıp tek kötü bir söz söylememesini, tek bir mimik hareketi dahi yapmamasını göz ardı ediyoruz. Peki neden?
Kimbilir? Belki fakir bir köylü çocuğu içindir, belki de sırtını bir yerlere dayamadığı için...
Her ne olursa olsun Servet, genç futbolcuların önünde bir profesyonellik, bir centilmenlik abidesi olarak yükselmektedir. Belki çok üst düzey bir futbolcu değil, ama üst düzey bir insan olduğu su götürmez gerçek. Bazılarının insanlıktan çıktığı şu günlerde onun gibilere çok ihtiyacımız var.
Çünkü o bizim aydınlık yüzümüz; üzerimize çöken zifiri karanlığı yırtıp atacak...
‘’Aydın Örs'ün laneti!‘’
Bu dünyada yapılan kötülüklerin, haksızlıkların, adaletsizliklerin, yapanın yanına kar kalacağına inanıyor musunuz? Ben inanmıyorum. Adına ister ilahi adalet deyin, isterse kozmik denge... Her ne ise, mutlaka bu hayatta tecelli ediyor. Başkalarına zulmeden, eninde sonunda bedelini ödüyor. Acı çektiren, acı çekiyor. Ah alan, ah ediyor. Rüzgar eken, fırtına biçiyor. Kaderimiz, başkalarına karşı nasıl bir niyet beslediğimize bağlı.
Ülkemizde spor adamı denince akla gelen ilk isimlerden biridir Aydın Örs. Yalnız spor adamı değildir, aynı zamanda adam gibi adamdır da kendisi... Öyle olduğu içindir ki, eli öpülecek, heykeli dikilecek yerde, türlü türlü ali cengiz oyunlarına kurban edilir. Türk basketboluna verdiği hizmetlerin üzerine bir anda kalem çekilir, sinsi hesaplarla, çirkin yöntemlerle derdest edilir, kapı önüne konur. Biraz ironik olacak ama, aslında iyi bir şey de sayılabilir, Örs’e yapılan bu muamele! Zira hastalıklı bünye onu kabul etmez.
Basketbol Örs’le çağı yakaladı ama o bazılarına göre demode!..
İlkelidir, dürüsttür, prensip sahibidir, beyefendidir, mütevazıdır, centilmendir, disiplinlidir, basketbol emekçisidir... Bütün bu özellikleri onun baştacı edilmesi için yeter de artar bile. Lakin ne gezer... Postmodern anlayış (!) onu demode bulur. Türk basketbolu, o ve onun gibilerle çağı yakalamasına karşın, Aydın Örs çağdışı (!) ilan edilir. Aslında hesap başkadır. İşin içinde ahbap çavuş ilişkisi vardır, biat kültürü vardır, menacer tahakkümü vardır, kişisel husumetler vardır. Bütün bunlar yeni bir şey de değildir. Sözünü ettiğimiz, yıllardan beri Türk basketbolunun içinde varolan ve camiayı için için çürüten, sağlıksız ilişkiler yumağıdır. Nasıl oluyor da Aydın Örs, bu gayya kuyusunda çizgisini hiç bozmadan dimdik ayakta kalabiliyor, o da cevaplanması güç ayrı bir soru, tabii... Belki de Aydın Örs’ü, Aydın Örs yapan ve Türk basketbolseverinin gönlünde mutena bir yer edinmesine yol açan sır da burada yatıyor.
Ortam onun konuşması için uygun fakat o asaletinden bunu yapmaz
Onun elde ettiği başarıları, Türk basketboluna kattığı değeri burada anlatmaya kalksak, sayfalarımız yetmez. Benim dikkat çekmek istediğim mesele, şu kurak iklimimizde çok zor yetişen az sayıdaki değerimize reva gördüğümüz muamele. Ve sonrası... Önce Avrupa ikincisi yaptığı milli takımı, ardından 16 yıl sonra şampiyonluk yaşattığı Fenerbahçe’yi hiç de şık olmayan yöntemlerle bırakmaya zorlandı. Arkasından dedikodu yapıldı, filmler çevrildi. Yere düşmesi için ayağına çelme takıldı. Tuzaklar kuruldu. Ve o da daha fazla dayanamadı, çekti gitti.
Bu gün bir yerlerde münzevi hayatı yaşıyor gibi. Ne gören var, ne de sesini duyan. Oysa ortam onun konuşması için öylesine müsait ki... Ama biliyorum, bunu yapmaz. Asiller ne zaman konuşacaklarını, ne zaman susacaklarını iyi bilirler. Puslu ortamdan kendilerine menfaat temin etmezler. Şova çıkmazlar, Düşene tekme vurmazlar. Sadece içleri yanar. Türk basketbolunun başarısızlığı onları derinden yaralar.
Siz bakmayın, yazıya “Aydın Örs’ün laneti” başlığını attığıma... Aydın Örs gibilerinin içi insan sevgisiyle doludur. Kimseye lanet etmezler. Hiç kimsenin kotülüğünü, düşmesini istemezler.
Onların laneti, yaşadıkları derin düşkırıklıklarının bir bumeranga dönüşerek, bunu kendilerine yaşatanlara geri dönmesinden ibarettir. Şimdi olan bitenin bir kısmı da, galiba budur. Umarım aynısı Fenerbahçe’nin başına gelmez.
Galatasaray’ın teklifine verdiği cevaba bir bakar mısınız?
Nasıl bir bilge insana kötülük yapıldığını daha iyi anlamanız için basketbol editörümüz Ümit Avcı’dan bir anekdot aktararak yazımı noktalamak istiyorum:
Aydın Örs Fenerbahçe’den ayrılır ayrılmaz İstanbul dışına çıkar. Bir iki gün sonra telefonu çalar. Arayan Galatasaraylı yöneticidir. Görüşmek istemez. Telefon bir kaç kez daha çalar. Açmak zorunda kalır ve şöyle der: “Biliyorum beni neden aradığınızı. Sizden gelecek hiç bir teklifi kabul etmiyorum. Etmem de mümkün değil. Çünkü etik bulmuyorum. Değil mi ki, bu Fenerbahçe taraftarı beni bağrına bastı, benim için yürüyüş düzenledi. Onların gönlünde bu kadar özel bir yere sahip olmuşum. Buna ihanet edemem. Onları hayal kırıklığına uğratamam. Ayrıca sizin başınızda çok yetenekli genç bir antrenör var. Onun önünü kesmiş olurum, ki bu bana yakışmaz. İlginize teşekkür ediyorum.”
Yaa, işte böyle sevgili dostlar...
‘’Kırk yıl bir yalanın peşinde koşmuşum...‘’
Biz ütopyalarımızla büyüdük. Herkesin bir hayal ülkesi vardı. Uzak bir ummanın ortasında bir cennet ada düşlenirdi genellikle; özgürlüğün, barışın, kardeşliğin, adaletin, çağdaşlığın, hakça düzenin hüküm sürdüğü, insanın insanca yaşadığı, yalanın, riyanın olmadığı...
Ama bizim o kadar uzak ütopyalarımız yoktu. Bizim hayallerimiz, üç yanı denizlerle çevrilmiş bir yarımadayı cennete çevirmek üzerineydi.
Ve korkmazdık, hayal kurmaktan. Korkmazdık, hayallerimizin peşinde koşmaktan. Korkmazdık, bu uğurda bedel ödemekten. Ve hiç bir baskı, işkence öldüremezdi hayallerimizi, umutlarımızı...
Bir gün derdik, bir gün gerçekleşecek düşlerimiz. Bizim ülkemiz de, bir gün gelecek Ata’nın yol gösterdiği gibi muasır medeniyetler düzeyine çıkacak. Biz göremesek de, biz yaşayamasak da... Çocuklarımıza, torunlarımıza miras bırakacaktık.
Yanılmışız.
Asla gerçekleşemeyecek hayaller kurmuşuz. Hayallerimizin peşinde nafile koşulara çıkmışız. Boşuna bedeller ödemişiz. Pisi pisine ölmüşüz, sakat kalmışız. Boş yere ruhlarımızı paramparça ettirmişiz. Yok yere nesiller boyu heba olmuşuz. Değmezmiş, bu topluma değmez...
Bir torba kömüre oyunu satacak, bir gıdım rüşvete onurunu ayaklar altında çiğnetecek kadar düşmüşüz meğer. Kişiliksizleşmişiz, kimliksizleşmişiz. Eciş bücüş, kuru kalabalıklar olmuşuz. Kitleden, kütleye dönmüşüz. Gün be gün çürüyen, kokuşan...
Boşuna değil, en çok çalanı, en iyi yalan söyleyeni, en fazla rüşvet vereni baştacı yapmamız; yönümüzü koyu bir taassuba çevirmemiz, aydınlık yarınlara sırtımızı dönmemiz, çağdaşlığı reddetmemiz. Biz buymuşuz meğer...
Nasıl da kanmışız. Nasıl da inanmışız. Kendi değerlerine bu kadar ihanet edebilen bir toplumu nasıl da farketmemişiz.
Ne çok aldanmışız, ne çok yanmışız, ne çok safmışız.
Ne çok, ne çok...
Neden şaşırıyorsunuz ki?
Bazı sürprizler, size hâlâ sürpriz mi geliyor? Alışmadınız mı? Türkiye’nin sürprizi olmayan bir ülke olduğunu anlayamadınız mı daha? Kendi insanınızı tanımıyor musunuz? Hâlâ adalet mi bekliyorsunuz, bazı güç odaklarından. Mesela, Futbol Federasyonu’nu yönetenlerden filan...
Neden kızıyorsunuz, niçin isyan ediyorsunuz? Adamlar kendi klasiklerini sergilediler. Hep bugüne kadar yaptıkları gibi. Tarzları, yöntemleri bu. Bunu bilmiyor musunuz? Bugüne kadar sustunuz da, şimdi mi feveran ediyorsunuz?
Yoksa geçmişte, bazı haksızlıklar işinize mi geldi de, üç maymunu oynadınız? Ben sizi anlayamıyorum. Göz göre göre gittiniz, oy verdiniz, seçtiniz. Daha yeni iktidar yapmadınız mı, Haluk Ulusoy ve ekibini? Şimdi ter ter tepinmeye hakkınız var mı?
Klasiktir; her toplum layık olduğu şekilde yönetilir.
Türk futbolu da layıkını bulmuştur.
Geçmiş olsun.
Elvan hangi ülkenin kızı?Türk atletizm tarihinin en büyük iki başarısından birini elde eden Elvan Abeylegesse’yi yurda dönüşte havalimanında kimse karşılamamış. Bu, gerek teşkilatın, gerek Atletizm Federasyonu’nun, gerek spor medyasının, gerekse atletizm camiasının büyük ayıbıdır. Hepimizin ayıbıdır. Elvan’ın ne olduğunu, ne zamandan beri milli formayla yarıştığını, elde ettiği başarılarını burada uzun uzun anlatmamıza gerek yok. Gerçek olan şu ki, Elvan Abeylegesse bu ülkenin bir değeridir. Tıpkı Süreyya Ayhan gibi, Halil Akkaş gibi, Halil Mutlu gibi... Japonya’daki başarısıyla Türkiye’nin adını tüm dünyaya duyurmuştur. Ve belki de hepimizden daha Türk’tür ve hepimizden daha fazla bu ülkeye hizmet vermiştir. Ama görünen o ki, bizim de bilinçaltımızda ırk ayrımcılığı yatıyor. Doğduğu ülkesi ve rengi nedeniyle bir türlü Elvan’ı benimseyemiyoruz, kucaklayamıyoruz. Hâlâ onu bir yabancı gibi görüyoruz. Başarısını içimize sindiremiyoruz.
Bu ayıp, ihmalden öte... Bakalım kim üstüne vazife alıp da, özür dileyecek.
‘’Futbolcularımızda sosyal sorumluluk bilinci var mı?‘’
Futbol yıllar önce bir hobiydi. Amatör ruhla oynanırdı; maddi getirisinden ziyade, manevi tatmin ön plandaydı. Futbolcular arasındaki takımdaşlık ruhu, kulüp-taraftar bütünleşmesi bu temele otururdu. Bugün ise milyonlarca insana iş olanağı sağlayan, milyarlarca dolar cirosu olan bir sanayi dalı haline geldi, eskinin naif oyunu... Endüstriyel futbol kavramı hayatımıza girdiğinden beri, futbolcular ve teknik adamlar en çok para kazanan meslek gruplarının başında gelmeye başladı. Kazandıkları paraya orantılı olarak şöhretleri de katlandı. Ve dolayısıyla sosyal sorumlulukları da...
Futbolcular, olan bitene karşı neden duyarsız?
Lakin, futbolcularımız bunun ne kadar farkında? Sosyal sorumluluk bilincine sahipler mi? Fiili duruma bakınca, bu sorulara ‘evet’ diyebilmek ne yazık ki mümkün değil. Bugün Türk futbolcusunun, çevreye, insan haklarına, sosyal sorunlara duyarlı davrandığına pek şahit olamıyoruz. Bunda elbette, erken gelen şöhret ve parayla başlarının dönmesinin yanısıra, ülkemizdeki tüm sporcular arasında eğitim düzeyi en düşük kesimin futbolcular olmasının önemli payı var. Ama bütün bunlar, Türk futbolcusunun suçunu hafifletmez; çevresinde olan bitene kayıtsız kalmasını haklı çıkaramaz.
Bu ülkede engelli olmak, Tanrı’nın cezası gibi!
Türkiye, her ne kadar bugün Avrupa Birliği’nin kapısına dayanmış olsa da, çözmesi gereken siyasal, ekonomik ve sosyal problemler, önünde dağ gibi birikmiş, bekliyor. Engelli vatandaşlarımızın durumu da bunlardan biri. Türkiye’de engelli bir birey olarak yaşamak, Tanrı’nın bir insana verebileceği en büyük cezalardan biri gibi sanki! Ne kamu binalarımız, ne cadde ve sokaklarımız, ne sosyal yaşam alanlarımız, ne park-bahçelerimiz, ne alışveriş merkezlerimiz, ne okullarımız, ne spor salonlarımız, ne de iş yerlerimiz engelli insanlarımızın kullanımına müsait değil. Kapısında beklediğimiz AB’ye mensup ülkelerden herhangi birine gittiğiniz takdirde, bir engellinin tek başına sokağa çıkıp, seyahat edebildiğini ve tüm işlerini halledebildiğini görürsünüz. Zira çağdaş toplumlar insana yatırım yapar; engelli, engelsiz ayrımı yapmaksızın...
Topluma mal olmuş futbolcular göreve
Zaman zaman çeşitli gönüllü kuruluşlar ve engellilerin oluşturduğu sivil inisiyatifler, ülkemizin bu kanayan yarasına parmak basıyorlar. Engellilerin sorunlarını konu alan çeşitli organizasyonlar, eğitim seminerleri düzenliyorlar. Fakat gerekli desteği göremedikleri için, iyi niyetli girişimleri fazla yankı bulamıyor. işte tam da bu noktada, topluma mal olmuş insanların devreye girmesi gerekiyor. Toplumsal duyarlılığı artırmak için önce onların duyarlı davranması zorunluluk haline geliyor. Özellikle de futbolcuların...
Ülkemizde futbola olan ilgiyi, ortalama bir futbolcunun, toplumun hemen hemen tüm kesimleri tarafından tanındığını göz önüne alırsak, Türk futbolcusunun üzerine büyük bir görev düşüyor. Futbolcu, elbette kendi hayatını yaşamalı, ama sorunlu bir toplumun ferdi olduğunu unutmadan...
Bakın, size dünyadan ve ülkemizden birer örnek vereyim:
Zihinsel engellilerin hamisi: Brezilyalı Kaka
Şu anda dünyanın en iyi futbolcularından biri olan Brezilyalı Kaka, 2006 yılında italya’da düzenlenen Zihinsel Engelliler Avrupa Futbol şampiyonası’nın tanıtımında başroldeydi. Organizasyonla ilgili belgesellerde yer aldı, futbolcuların hazırlık kamplarına gitti, onlara zaman zaman mentörlük yaptı. Kaka’nın varlığı sayesinde organizasyon tam bir şölene dönüştü. Bütün italya konuya odaklandı. Zihinsel engellilerin topluma entegrasyonu konusunda tartışmalar yaşandı, yeni projeler geliştirildi. Bizim Futbol Federasonumuz’un da zihinsel engelli futbolcularla ilgili projeleri ve yatırımları var. Gelgelelim, bunun tanıtımında yer alması gereken şöhretli futbolcularımızın konuya hassasiyeti eksik. Bundan bir ay önce “No Problem” sayfamızda konu gündeme getirildi, Fanatik, şöhretli futbolcularımıza çağrıda bulundu. Ne bir ses, ne bir seda!..
Tuncay Şanlı’ya alkış; ama sayıları artmalı
Oysa, Tuncay şanlı örnek alınabilir. şanlı da tıpkı Kaka gibi, Türkiye’de sokağa çıkamayan engelli insanların dramını anlatacak bir filmde rol aldı. Ülkemizde engelliler gerçeğinin farkına varılmasına, kentlerimizin onların da yaşamını kolaylaştıracak şekilde düzenlenmesine dikkat çeken; engellilerin de insan olduğu ve haklarını kullanabilmeleri için olanakların yaratılması konusunda hepimizin sorumluluk üstlenmemiz gerektiğini vurgulayan filmde Tuncay Şanlı’nın rol alması ne kadar sevindirici ise, bu tür örneklerin sınırlı kalması o kadar üzücü.
Bu konuda daha fazla Tuncay Şanlılar’a ihtiyaç var. Hem de çok fazla... Unutmayalım ki, -biraz tehdit gibi olacak ama- hepimiz birer engelli adayıyız. Onları anlamak için, onlardan biri olmayı beklemeyelim.
‘’Unutma, unutulursun‘’
Tam 8 yıl geçmiş üzerinden... O zaman doğan bebeler, şimdi okullu; çocuklar genç, gençler anne-baba, anne-babalar da nine-dede olmuşlar. Hayat çoğumuza göre su gibi akıp gitmiş. Nasıl bir kaç yıl daha yol kat ettiğimizi anlamamışız bile, sonsuzluğa doğru kayıp giden yaşam serüvenimizde. Ama bazılarımız için öyle mi? Örneğin; 17 Ağustos 1999 depreminde hayatları sonsuza kadar değişen insanlarımız için. Onların günleri de bizimki gibi göz açıp kapayıncaya kadar akıp gitmiş midir? Sanmıyorum. Zira, onların zamanı ile bizim zamanımız artık aynı zaman değil. O meşum geceden sonra onlar için zaman ağır aksak ilerliyor. Kaybettiklerinin acısı, her an, her dakika yüreklerini kor ateş gibi dağlarken, zaman akar mı? Tam 8 yıl geçmiş; içimizden bazılarının, aniden patlayan bir gürültünün ardından moloz yığınları altında kalarak aramızdan ayrılmasının üzerinden. Onlar, geride acı, gözyaşı ve alt-üst olan yaşamlar bırakarak bir ışık huzmesinin içinde kaybolup gittiğinden beri aslında bu ülkede çok şeyin değişmesi gerekiyordu, ama değişmedi. Bir kaç haftalık üzüntü ve sahte kederin ardından yine günlük gailemizin içine gömüldük. Ve unuttuk. Sanki hiç olmamış; sanki hiç yaşanmamış; sanki gidenler gitmemiş, kalanlar kendi kaderine terkedilmemiş gibi. O yangının dumanı, bugün deprem bölgesinde hala tütüyor. Bizim ise duyarsızlığımız had safhada. Tarihimizin en büyük trajedilerinden birinin yıldönümünde gazete sayfalarına, televizyon ekranlarına bir bakar mısınız? Kelepçeli bir mankenin karanlık yaşamı tefrika olurken, 17 Ağustos depremi öylesine geçiştirildi, gitti. Üstelik daha heybetli, daha korkunç yeni bir trajedi kapımıza dayanmışken... Sadece basın mı? Ya devlet, kurumlar, kuruluşlar?..Ya siz?..Bakıyorum da, modern toplumlar 80-100 insanını kaybettiği bir olayın yıldönümünü yas ilan ediyor. O gün, kaybettiklerini top yekün anıyorlar, birbirlerinin acılarını paylaşıyorlar; yaşanan trajedinin bir daha yaşanmaması, eğer kaçınılmaz ise yaratacağı hasarı en aza indirgemek için önlem alıyorlar, alınan önlemleri artırıyorlar. Ama biz?..On binlerce insanımızı kaybettiğimiz, on binlercesinin ise yokluğa, yoksulluğa mahküm olduğu o korkunç olayın yıldönümünde televizyonlarda dansöz oynatıyoruz, müptezel bir şarkıcının üzerine dolar yağdırıyoruz. Ve o rezillikleri seyrediyor, reyting patlattırıyoruz. Siyaseten dehşet verici bir ayrışmaya gidiyoruz, futbol sahalarında birbirimizin gırtlağına basıyoruz.Ülkemiz, yeryüzünün en güzel coğrafyalarından birinin üzerinde kurulu. Lakin bu güzelliği yaratan devasa depremlerdir. Milyonlarca yıldır yaşanan alt-üst oluşlar, üç yanı denizlerle çevrili böylesi bir cenetti ortaya çıkarmıştır. Dünya durdukça ülkemizde daha nice depremler olacaktır. Yakın bir geçmişte 17 Ağustos’u gördük. Pek de uzak olmayan bir gelecekte, belki daha büyüğüne tanık olacağız. Eğer bugün başkalarının acısını kendi acımız bellemezsek, yarın da bizim acımız, “bizim acımız” olarak kalır. Biz unutursak, bizi de unuturlar.Bunu da unutma!..Konya’da açan çiçekler...Geçtiğimiz haftasonu oynanan Konyaspor-Kayserispor maçı öncesi iki takım da, rakip takım forması giyen çocukların ellerinden tutarak seremoniye çıktılar. Birlikte İstiklal Marşı okudular, fotoğraflar çektirdiler. Avrupa liglerinde aşina olduğumuz bu ritüelin ülkemizde ilk kez olması mutluluk vericiydi. Futbolcular ve çocuklar uzun süre alkışlandı. Tribünlerde tansiyon bir anda düştü, centilmence başlayan maç, aynı şekilde sona erdi. Ben burada Futbol Federasyonu’na çağrıda bulunacağım: Tüm takımlar çocuklarla birlikte sahaya çıksın. Bu, geleneksel hale getirilsin. Göreceksiniz, çok faydası olacak. Düşünsenize; Fenerbahçeli futbolcular Galatasaraylı, Galatasaraylılar da Fenerbahçeli çocuklarla el ele... Aradaki düşmanlık bu boyutta olur mu? Hiç bir şey bir çocuğun saflığı kadar etkileyici değildir.