‘’Talisca'nın vuruş tekniği‘’
Beşiktaş'ta taşlar yavaş yavaş yeniden yerine oturuyor. Bunlardan en önemlisi, geçen yılın kilit oyuncularından biri olan Talisca'nın takımın atak organizasyonlarında ağırlığını koymasıdır. Bezilyalı futbolcu hepimizi hayran bıraktıracak güzellikte, estetik iki golle Beşiktaş'ın faklı galibiyetinin kapısını açmış oldu.
Özellikle attığı ikinci gol vuruş tekniği bakımından olağanüstüydü. Bu golü izlerken insanların tekniği neden icat ettiği aklıma geldi. Bilindiği gibi insan gücünün yetmediğini teknikle hallediyor. Teknolojide bunun için üretildi zaten.
İnsanlık tarihinde güç ile tekniği karşı karşıya getiren birçok olay yaşanmıştır kuşkusuz. Futbol maçlarında, küçük çaplı olsa da sık sık tanık oluruz kuvvet ile tekniğin savaşımına. Talisca'nın vuruşları da güç ile tekniğin karşı karşıya geldiği anlardan biridir sadece.
Bu iki eylemin en bilinenlerinden biri, Sir Walter Scott tarafından 1825 tarihli, konusu Üçüncü Haçlı Seferi'nde geçen The Talisman adlı romanında işlenmiştir. İngiliz kralı Aslan Yürekli Richard ile Müslüman kahraman Selahaddin Eyyubi'nin buluştuğu andır tarihi karşılaşma. Bu iki büyük insan karşılıklı saygı içerisinde birbirlerine iltifat ederler. Sonra da savaşçılık becerilerini sergilerler.
Önce Rinhard devasa palasını kaldırıp tek bir vuruşta kocaman bir demir çubuğu ortadan ikiye böler. Selahaddin Eyyubi ise hiçte İngiliz olmayan bir tarzda yanıt verir. Kılıcının ucuna ipek bir minder koyar, sonra çok hızlı bir hareketle jilet gibi keskin kılıcıyla minderi ikiye böler. Her iki kralın silahı da kusursuzdur, ama birbirinden çok faklı şekillerde: güce karşı teknık ve çeviklik. Richarda bundan çok etkilendiğini ama yine de en iyi bildiği şeyi yapacağını söyler: "Ben ne olursa olsun güçlü İngiliz vuruşuna inanıyorum. Biz İngilizler marifetle yapamadığımızı kuvvetle yaparız."
Sanırım İngiliz futbolunu bu denli iyi anlatan bir başka ifade yoktur. Ne var ki, ne kadar kuvvetli olursanız olun futbolda ipek gibi yumuşak ve estetik vuruşları denemeden kazanmak çok zor oluyor. Karabükspor'un kuvvetli ya da zayıf olması belirleyici değil. Hatta konuk ekip kuvvetle direnç gösteriyorlardı. Talisca'nın gollerinden sonra yapacakları bir şey de, Aslan Yürekli Richard gibi deneyimli olmadıkları için söyleyecekleri de kalmadı. Talisca'nın attığı goller sözün bittiği ama tekniğin eyleme dönüştüğü, futbolun sanat ile örtüştüğü andır.
‘’Teknik direktörler kulüp sözcüsü müdür?‘’
Türk futbolunun temelinden ya da oluşturulmakta zorlanılan kültüründen midir, çoğu zaman doğruyu bulmakta zorlanıyoruz. Hatta görevler bile birbirine karışmış durumdadır. Teknik direktörler kulüp yöneticisi gibi davranırken kulup yöneticileri de, bazen soyunma odalarına inip taktik verecek kadar kendilerini yetkin görmektedirler.
Soyunma odasından teknik adam kovan çok başkan gördüğümüz gibi, soyunma odasından başkan atan teknik adamlara da tanık olmuşuzdur. Bu durumun neden böyle olduğuna biraz kafa yorduğumuzda, henüz tam profesyonel bir anlayışın yerleşik hale gelmemesine kadar varabiliyoruz.
Ortalıkta büyük paralar dönüyor, yüzlerce delegelerle genel kurullar yapılıp yöneticiler seçiliyor ama iş yönetmeye gelindiğinde futbolcu da, teknik adam da yönetici de amatör. Öyle olmasa, hadi futbol federasyonunu geçtim, kulüp yöneticileri, teknik adamların basın sözcüsü gibi konuşmalarına engel olurlar. Ama olmuyorlar çünkü taraftarın önüne kulübüyle özdeşleşmiş teknik adamları atıyorlar, bu da işlerine geliyor.
Aykut Kocaman'dan başlayalım. Onu çocukluğundan beri tanırım. Futbol oynarken ve teknik adamlığa başladığı günden bu yana kendine özgü, Türkiye'de pek görülmeyen bir duruş sergiledi. Herkesin de saygısını kazandı. Ancak Konya'da başladığı hakemler aleyhine konuşmasını Fenerbahçe'de de sürdürüyor. Hatta bu sezon işi çok ileriye götürerek "algı operasyonu" söylemine kadar vardırdı. Böyle bir şey olsa bile bunu dile getirecek de, çözecek de Aykut Kocaman değildir. Bu durumda Aykut Hoca'nın haklı olarak oluşturduğu saygınlığı törpülenmeye başladı.
Şenol Güneş bazen bir öğretmen edasıyla konuşuyor bazen ise beklenmedik saldırganlık biçimi ortaya koyuyor. Rakipleri hakkında imalı konuşmalar yapabiliyor. Ümit Özat da ona çok ağır bir şekilde yanıt veriyor. "Şenol Güneş, İstanbul'un havası kirlidir diyordu, o kirliliğe çok kolay uyum sağladı" anlamına gelen çok ağır sözler söylüyor. Normal koşullarda kavgada söylenmeyecek denli ağır sözler bunlar. Geçen yıl Rizespor son maçta küme düşünce konuşan Hikmet Karaman, Trabzonspor'u kastederek "Bu şehir bunu unutmaz" dedi. Sözleri uçtu gitti! İki şehir insanları arasına nifak tohumu ekmek daha nasıl olabilir ki...
Bu sözleri yüzünden en azından bu sezon Hikmet Karaman'a iş vermezler diye düşünüyordum ama bizim her şeyi çok kolay unuttuğumuzu da ben unutmuşum. Teknik adamlar söz konusuyken aykırı hatta kırıcı davrananların başında Fatih Terim gelirdi ama o sanki hidayete ermiş. Maçlardan sonra futbol ve saha içini konuşan tek Fatih Hoca. En azından şimdilik böyle. Peki hocaların görevi bu değil midir? Saha içinde takımının neleri yapıp neleri yapamadığını sorgulamak. Hakemi eleştirecek olan insan teknik direktör olamaz. Bu işi kulübün seçimle gelen yöneticileri yapar.
Bazı teknik direktörlerimiz futbol oynadıkları kulübün bir mensubu gibi davranıyor. Bir kulüpte ücret karşılığında çalışan bir teknik direktörün buna hakkı yoktur! Teknik direktörlerin kafasının saha sınırları içinde kalmasından yana değilim. Ancak dışarıdaki çalışmaları da, öncelikli olarak saha içerisindeki oyunu geliştirmek üzere programlamalıdırlar. Rakiplere ve rakip takımlarda çalışanlara saygı sporun temel kurallarından biridir. Bu kuralı yerle bir ederseniz, hiçbir şeyi yerli yerine oturtamazsınız. Hazır, uzun yıllardır belki de ilk defa şampiyonluğa oynayan beş takımın da başında yerli hocalar var. Birbirinizi ne kadar büyütürseniz, sezon sonunda kazandığınız başarı da o denli büyük olur...
‘’Şenol Güneş'in sonu!‘’
Bursaspor-Beşiktaş maçının sonu aynı zamanda Şenol Güneş'in de sonu olmuştur. Bu yargıya varmamın Bursaspor karşısında alınan sonuçla hiç bir ilgisi yoktur. Beni yakından tanıyanlar alınan sonuçla ya da kazanılan puanlara göre yorum yapmadığımı bilirler. Şenol Güneş teknik direktör olarak belki de yarım sezonda yapılmayacak hataları bir meçte yapmıştır.
Yıllardır söyleyip yazdığımı bir kez daha yinelemek isterim. Quaresma'yı başarılı bir futbolcu zanneden ender teknik direktörlerden biri Şenol Güneş'tir. Q7 diye adlandırılan bu "oyuncu"nun Beşiktaş'a neler kaybettirdiğini ne yazık ki, artık medya mensupları bile görmeye başladığı halde Şenol Güneş görememiştir..
Değerli okuyucularım, bir teknik direktör maçta geriye düştüğü zaman oyuna fazla forvet oyuncusu sokuyorsa o hocanın hiçbir planı yoktur demektir.Beşiktaş Bursaspor karşısında, oyunun ikinci yarısında beş forvetle oynadı ama sadece bir gol attı ki, o da zoraki. Oysa amatör kümede bile bilinir ki, fazla forvet oyuncusuna görev vererek gol atılmaz. Fazla forvet oyuncusu olsa olsa birbirlerinin gol yollarını kapatırlar. Aslolan planlı, programlı oyunla futbolu orta alanada geliştirnektir.
Beşiktaş'ın böyle bir uğraşı görülmedi Bursaspor karşısında. Asıl sorun orta alanda olduğu halde forvette görüldü. Henüz Beşiktaş ile üç antrenman ancak yapabilmiş olan Vagner Love kurtarıcı olarak oyuna sokuldu. Haftalardır görmediğimiz Mustafa Pektemek yine alandaydı. İlk 11'de oynaması gereken Lens'e, Babel'in yokluğunda görev verilmiştir. Dolayısıyla maç ve pozisyon kabiliyeti olmayan Lens'in ve henüz takım ile hiçbir uyumu olmayan Vagner Love'nin kaçırdıkları pozisyonla son derece doğaldır.
Sakın ola ki, bu gol durumlarında pozisyonları kaleci Harun'un kurtardığını düşünmeyin. Formda bir forvet oyuncusu bu pozisyonları kaçırmaz. Kalecilerin büyük çoğunluğu da iki metreden yapıalan vuruşları kurtaramaz. Böyle durumlarda golü kaçıran forvetlerdir, kurtaran kalaciler değildir. Başakşehir'in sürklase ettiği Bursaspor karşsında Beşiktaş oyun bile kramadı. Tranzonspor'da tutunamayana Yusuf Erdoğan ile bütün takım başedemedi. Öyleyse bu Beşiktaş'tan ne bekleniyor?
Yineliyorum, bu yazdıklarımın sonuç ile hiçbir ilişkisi yoktur. Beşiktaş bu sezonu Şenol Güneş ile brlikte yitirmiştir. Şampiyon olsa bile kaybetmiştir! Talisca'nı topa vurmadığı halde doksan dakika alanda kaldığı bir Beşiktaş'ın maç kazanma olasılığı ancak Bursaspor karşısında olduğu kadardır...
‘’Beşiktaş'ta taşların yeri...‘’
Taş yerinden oynadığı zaman altında oluşan boşluğa nelerin dolduğunu her insan bir şekilde öğrenmiştir. Futbol takımlarında yapılan gereğinden fazla değişiklikler de taşın yerinden oynatılmasına benzer bir bakıma. Toprak ile taşın arasındaki uyum bozulmuştur, bundan yararlananlar olacaktır. Bir alışkanlık ve uyum oyunu olan futbolda da, uzun zaman birlikte oynayan oyuncuların arasına yenileri girdiğinde uyum bozulur, oluşan ara boşluklardan yararlananlar da olur.
Sözü Beşiktaş'a getirmeye çalışırken, siyah-beyazlı takımın son beş yıl içinde, lig sıralamasının üst tarafında en çok yer alan ekip olduğunu söylemeliyiz. Bu başarını altında yatan en temel unsurun birlikte oynayan ve oyun alışkanlığı kazanan futbolcuların fazla olmasıydı. Takıma değişik oyuncular girip çıkmazdı, Şenol Güneş çok zorunlu olmadıkça 11'inde değişiklik de yapmazdı. Belki de bu yüzden Olcay Şahan ve Kerim Frei uzun süreli yedekliği kabul etmeyerek takımdan ayrıldılar.
Üst üste iki sezon kazanılan şampiyonluklara bakıldığında anahtar oyuncu olarak Mario Gomez ve Sosa takıma katılmıştı. İtalya'daki katı savunmalar arasında yıpranmış, sakatlık yüzünden son altı ay futbol oynamamış Gomez'in 30'a yakın gol atabileceğini kim tahmin edebilirdi.Geçen sezon ise nokta transferler Aboubakar ve Talisca'dır.. Takımda taşlar yerli yerindeydi ve iki siyahi oyuncu da çok kritik goller atarak şampiyonlukta önemli pay sahibi oldular. Beşiktaş'ın zirve mücadelesinde sadece Başakşehir ile yarışması da işin bir başka boyutudur.
Beşiktaş'a ilişkin olumsuz koşullar henüz sezon hazırlık döneminde başladı. İşin tanıtımı, reklamı ve bu yolla edinilen gelirin boyutları önemli olabilir. Para hesapları benim boyumu aşar. Ancak bir yıl boyunca sattığınız formalardan elde edilen paranın toplamıyla bir futbolcu bile transfer edilemeyeceğini bilirim. İşin sportif boyutları göz önüne alındığında, takımı Çin'e götürmek kendi ayağına kurşun sıkmak gibi bir şey olsa gerek. Yakından tanıdığım Şenol Güneş mutlaka bu duruma karşı çıkmıştır. Zaten zaman zaman serzenişte bulunup topu yönetime atması da bu karşı duruşun bir dışa vurumudur.
Kazanılan iki şampiyonlukta da takıma monte edilen ikişer kilit oyuncu söz konusuyken, sezon başında yapılan yorucu ve yıpratıcı Çin yolculuğundan sonra yeni transferlerin takıma girmesi, hatta takıma girip çıkan oyuncuların, oyun alışkanlığını bozacak kadar fazla olması Beşiktaşı kırılgan bir takım haline getirdi. Kuşkusuz transfer edilen futbolcuların her biri kendi başına özel oyunculardır. Ancak özelliklerini takıma aktarmak için zamana ihtiyaç var. Yerinden oynatılan taşların yeniden bulunduğu ortama uyumlu hale gelmesi için de zaman belirleyici olacak.
Hal böyle olduğu halde ara transfer döneminde de yeni oyuncular alındı. Yeni oyuncuların katılımıyla iskeleti bozulan bir takıma ara transferde yenilerini katmak ancak geleceğe yatırım olabilir. Cenk Tosun'u göndermek ise, profesyonel dönemde Beşiktaş'ın yaptığı en doğru işlerden biriydi.
‘’Galatasaray'dan bir ilk daha!‘’
Türk futbolunda Galatasaray'ı ilklerin takımı olarak biliriz. Galatasaraylılar bununla övünmekte haklıdırlar. Çünkü futbol tarihimiz böyle yazıyor. Galatasaray bizim coğrafyamızda kurulan ilk Türk futbol takımıdır. Kuruluş amacaında, yabancı futbol takımlarını yenmek ilkesi ilk sıradadır. Her ne kadar spor tarihinde ilk olimpiyat madalyamızı kazanan sporcu serbest güreşçi Yaşar Erkan yazılıyorsa da(1936 Berlin olimpiyatları) aslında ilk altın madalyayı, 1906'da Atina'da yapılan ara olimpiyatlarda Selim Sırrı Tarcan'ın Galatasaray Lisesi'nden arkadaşı Yorgo Abritanis kazanmıştır. Abritanis iki elle 10 metrelik ipe tırmanma yarışında dünya rekoru kırmıştır. İlk Avrupa şampiyonu olan takımımız da Galatasaray'dır.
Galatasaray bu sezon oynanan sekizinci hafta lig maçına Konyaspor deplasmanında tamamı yabancı futbolculardan oluşan bir onbirle çıkmıştır. Bu da Galatasaray açısından bir ilk olmalı! Onbiri yabancılardan oluşan ilk Türk takımı. Ya da 1959'dan bu yana oynanan Türkiye Ligi'nde onbiri de yabancılardan oluşan ilk takım. Üstelik hocası da bir yabancıydı, İgor Tudor.
Doğaldır ki Galatasaray'ı kuranlar yaşasaydı bu duruma ne derlerdi türünden insanları rahatsız edecek bir soru sorup yanıtını aramak değil niyetim. Yerli-yabancı futbolcu ayrımcılığı yapmak ise benim lügatımda yazmaz. Ne var ki yeri ve zamanı gelince, koşullar uygun olunca genelde ikinci plana düşürülen yerli futbolcular da iş yapabiliyor. Bunun örneğini de Galatasaray gösterdi bize.
Sarı-kırmızılı takımda, her ne sebepten olursa olsun kadro dışında kalan Gomis, Fernando, Maicon ve Belhanda Galatasaray onbirinin değişmez futbolcularıdır. Neredeyse bundan önceki maçlarda takımın omurgası bu oyunculardı. En zorlu deplasmanlardan biri olan Kayseriye bu oyuncularından yoksun gitti Galatasaray. Belki de bu sezon ilk kez onbirinde dört yerli oyuncuya yer verdi ve Kayserispor maçının ikinci yarısında iki yerli daha görev aldı. Bu sezon en çok yerli oyuncunun görev aldığı zorlu Kayseri deplasmanından en azından skor olarak rahat bir galibiyetle döndüler.
Buna ister Fatih Terim etkisi deyin isterse koşulların zorunlu sonucu... Hiçbir etken şu gerçeği değiştirmez. Tudor döneminde itilip kakılan, genelde az oynatılan yerli oyunculara güven aşılandığında ortaya değişik görüntüler çıkıyor. Transfer peşinde koşarken bir bakıyorsunuz ki, elde de kaliteli oyuncular varmış. Zaten teknik direktör olmayanı yaratan, çantadan tavşan çıkartan bir görevli değildir. Eldekilerin değerini ortaya çıkartan ve onların takım için değer olduklarının farkına vardıran insandır. Buna kimi inanç der, kimi psikolojik motivasyon bazıları ise birbirine güven... Hepsi aynı kapıya çıkıp aynı amaca hizmet eder. Başarıya dayanak olan birkaç ayak ya da destek...
1972 yılından beri futbolun, sporun içindeyim. Bunca zaman içerisinde gördüğüm ve inandığım en önemli gerçeklerden biri şudur: Kendi insanına yatırım yapmayan, kendi insanına inanmayan kurum ve kuruluşların başarıları sürekli olamaz...
‘’Fenerbahçe'de ne değişmeli?‘’
Fenerbahçe hakkında yorum yapan çoğu arkadaşımız sarı-lacivertli talımın futbolunu "gri" rengi ile özdeşleştiriyor. Bir futbol takımının oynadığı futbola gri demek ne anlama geliyor? Biz üniversite okuduğumuz yıllarda, sağa sola sapmayan, ortalarda dolaşan insanlara "gri" denirdi. Tepkisiz, sorunlar karşısında uyanık olmayan ya da problemlere karşı duyarsızlık grinin tam da karşlığı gibiydi.
Fenerbahçe'nin futbolunda elbette ki duyarsızlık yok ancak bir anlaşılmazlık olduğu gün gibi ortada. Fenerbahçe'nin bir oyun stratejisi var ama hangi belirgin taktikle oynadığını anlamak zor. Strateji açısından rakibe baskı uygulayarak güç gösterisi yapmaları yerinde. Ancak bu stratejinin içine rakibi açmaza düşürecek "belirlenmiş taktikler" yerleştirmek gerekir. Fenerbahçe'nin sorunu belki de burada.
Sözgelimi, Fenerbahçe birkaç yıl önce taktik açıdan beklerini çok iyi kullanan bir takımdı ki, Gökhan Gönül ve Caner Erkin'in oyuna katılımı ile rakiplerinin iki savunma bölgesini de adeta çökertiyordu. Bu sezon, söz konusu belirgin bir taktik yapı oluşturulamamış.
Örneğin, Fenerbahçe'nin hücum taktiği nedir? Bek kaçırmak mı, orta alandan rakip stoperlerin arasına oyuncu sızdırmak mı, tüm sahada baskı uygulamak mı, hızlı karşı atak oynamak mı, oyunu santrforun etrafında olgunlaştırarak ver kaçlar denemek mi, beklerle eşgüdümlü kanat bindirmeleri yapmak mı ya da kontrollü oynamak mı?
Fenerbahçe'nin futbolundaki karışıklık ve belirsizliğin temel nedeni belki de beklerin verimsizliğidir. Şu anda elde Isla, Şener, İsmail ve Hasan Ali var. Gerçeği söylemek gerekirse bunların hiç biri Fenerbahçe'nin amaçladığı hedefleri kaldıracak oyuncular değil. İsmail Köybaşı, Gaziantepspor'dan Beşiktaş'a transfer edildiğinde Türkiye tarihinin en iyi beki olabilecek niteliklere sahipti. Ancak sakatlıklar yüzünden 7-8 yıllık bir uzun dönemde neredeyse futbol oynayamadı. Geçirdiği çapraz bağ sakatlığı bir sporcunun yaşayacağı en ağır sakatlıktır. Büyük edebiyatçılarımızdan Sabahattin Ali'nin "Kürk Mantolu Madonna" adlı eserini okuduğunu öğrendiğim zaman İsmail'e olan sempatim artmıştı. İsmail Sabahattin Ali'nin "Kuyacaklı Yusuf" ve "İçimizdeki Şeytan" adlı eserlerini de okuyup yaşama bakışını geliştirebilir, çok da iyi olur. Ne var ki geçirdiği sakatlıklar yüzünden futbolunu geliştiremiyor, Beşiktaş'ta olmadı Fenerbahçe'de de olmuyor...
Şener olağanüstü yürekli, çalışkan ve temiz duygularla futbol oynamaya çalışan bir bek. Ancak belli bir standardı yok. Ne zaman ne yapabileceğini kestirmek güç. Hasan Ali Kaldırım teknik anlamda en iyileri ancak onun da güç ve devamlılık sorunu var. Isla'yı ise izliyorsunuz. Bu durumda Fenerbahçe'nin kanat oyunları ile futbolunu netleştirmesi zor görünüyor. Göztepe maçını bir kanat ortasıyla kazansa da, Fenerbahçe işini rastlantılara bırakacak bir takım olmamalı. Bu durumda elde kalan çok paslı Aykut Kocaman anlayışıdır. Ancak kanatları iyi işlemeyen, rakip savunmanın arasına adam kaçırmak fikri olmayan bir yapı ancak yan ve geri pas yapabilir ki, bu da rakibin savunmada her türlü önlemi alması demektir. Çok pas yapmanın amacı rakip için sorun yaratmaktır. Fenerbahçe'nin yaptığı çok pas rakibin hatları arasında gedik açıyor mu? Bu sorunun yanıtı verilebilirse, Fenerbahçe'de değişim ve buna bağlı olarak gelişim baş gösterebilir...
‘’"Arda sırasını beklemedi..."‘’
Başlıktaki sözler Barcelona teknik direktörü Ernesto Valverde'ye ait. Hoca'nın söylediği bu sözler öylesine, iş olsun diye söylenmemiştir. Altında bir mesaj var. Bu yaklaşım transfer yapan tüm futbolcuları, teknik adamları, yöneticileri ve hatta futbolcu menajerlerini bile ilgilendirmektedir. Nasıl mı?
Şöyle, artık futbolcu transferleri eskiden olduğu gibi yapılmıyor. Eskiden bazı futbolcular transfer edilirdi. Takıma uyum sağlayanlar, çok iyi antrenman yapanlar öncelik alırdı. Son yıllarda iş değişti. Artık oynasın ya da oynamasın her profesyonel futbolcu iyi antrenman yapmak zorundadır. Yedek kalmak ya da takıma girememek yüzünden hiçbir futbolcu isteksiz çalışamaz, kaliteli antrenman yapmazsa kendisini bitirir. Bu işin bir yönü.
Diğer tarafta ise, transfer edilen oyuncular arasında direkt olarak oynayacaklar ve sırasını bekleyecekler vardır. Son yıllarda dile getirilen "spor psikolojisinde yeni yaklaşımlar" başlığı altında bu konu çok işlendi. Transfer döneminde futbolcuların peşine koşan yetkililerin bu durumdan ne kadar haberdar olduğunu bilemiyorum. Ancak takımın ilk 11'inde oynamak üzere transfer edilen futbolcuları uzun süre yedekte bekletir, onların çok çalışarak kendini göstermesini zamana bırakırsanız büyük olasılıkla bu duruma düşen oyuncuyu kaybedersiniz.
Beşiktaşlı Negredo ve Lens tam da bu durumda olan futbolculardır. İkisi de ilk 11 için transfer edildi. İspanyol futbolcunun kalitesine hiç kimse bir şey söyleyemez. Lens ise geçen yıl ligimizin en iyi oyuncularından biriydi. Geçen sezon ortaya koyduğu büyük başarı üzerine transfer edildi. Geçenlerde Antalya'da yapılan Uluslararası Pro Lisans Kursu sırasında, çok güvenilir kaynaklardan aldığım bilgiye göre Lens Beşiktaş'tan kopma durumuna gelmiş. Hollanda'ya dönmeyi bile düşünüyormuş. Cenk Tosun'un Everton'a transfer olması sonucunda Negredo'nun önü açıldı. Sanırım, ligin ikinci yarısının flaş santrforlarından biri olacak.
Ancak Lens'in işi biraz zor görünüyor. Çünkü önünde Quaresma var. Portekizli oyuncunun takıma ne kadar yararlı olduğu tartışılır. Seyircinin desteğini arkasına almış, takımın istediği gibi değil gönlünce oynuyor. Bu durumda sağ taraftan gelişen ataklar bir türlü hızlanmıyor. Bir "tek hamle" santrforu olan Negredo ile aralarında sürtüşme bile çıkabiliyor.
Oynaması gerekenleri kulübede tutup, kulübede olması muhtemel olanları sahaya sürerseniz, belki karmaşa çıkmaz ama oynaması gerekenleri yitirebilirsiniz. Arda Turan'a gelince... Onun Barcelona'ya transferi ülkemiz için övünülecek bir sportif olaydı. Ancak Arda Barcelona'nın direk oyuncularından biri değildi. Dünyanın en iyi oyuncularının bulunduğu bir takımda sırasını beklemeliydi. Keşke bekleyip Barcelona'da oynayabilseydi.
‘’Tudor'dan Terim'e ne kaldı?‘’
Galatasaray sezona erken girip Avrupa kupası maçını hasarsız atlatmayı amaçlamasına karşın, İsveç'in Östersunds takımına elenerek tam bir düş kırıklığı yaşattı sarı-kırmızılı camiaya. Bu sezon başı sıkıntısı İgor Tudor tarafından belki de bilinçli olarak hazırlandı. Çünkü, tanıdığım kadarıyla Hırvatlar bizden daha kurnaz ve uyanıktırlar. Bizi bizden daha iyi tanırlar. Bir Avrupa kupası olmasına karşın yitirilecek turdan sonra kimse kimseyle uğraşmaz. Hele Galatasaray gibi köklü geleneklere sahip takımlarda, yeni sezona girişte kaybedilen bir turdan sonra hocaya dokunulmaz.
Tudor bu gerçeği iyi bildiği için Östersunds maçlarını kaybetmeyi göze alarak takımı erken forma sokacak çalışmalar yaptırdı. Teknik bir terim olan" çabuk kuvvet" çalışmalarına ağırlık verirseniz takım başlangıçta bir süre sıkıntı yaşadıktan sonra form grafiği yüselir. Bu bağlamda, Galatasaray'ın lige fırtına gibi girdiği haftalarda dostların sorduğu "Bu Galatasaray'ı kim durduracak?" sorusuna "10 hafta bekleyin" yanıtını vermişimdir. Gerçekten de, Galatasaray öylesine prese dayalı tempolu futbol oynuyordu ki, çoğunluğun bir numaralı şampiyonluk adayı haline gelmişti bile.
Ne var ki, futbol deneyimlerimizde, bu tür, takımı değil kendini düşünen teknik adamlara çok rastlarız. Özellikle bizim gibi teknik adamlar konusunda belli bir devamlılık oluşturamayan ülkelerde "erken form tutmak" çalışmaları ve sonrasında tepe takla gitme durumlarıyla sık karşılaşırız. Galatasaray'da yaşanan da budur. Tudor, kendini, en azından belli bir süre garantiye almak adına sorunlu bir Galatasaray bırakıp gitti.
Fatih Terim elinde yerlileri küstürülmüş ya da unutulmuş yabancıları ise form durumu olarak düşüşe geçmiş bir takım buldu. Bu takım son maçını gösterişli bir şekilde kazansa da "Terim motivasyonu" ile fazla ilerleyemez. Oyuncuların moral ve fizik kalitelerini yeniden yükseltmek gerekecek. Fatih Terim'in gelir gelmez yerli oyunculara güvendiğini hissettirmesi son derece yerindeydi. Gerçekten de Yasin ve Sinan Gümüş değerli oyunculardır. Tudor'un onlara neden şans vermediğini hep düşünmüş ama bir anlam verememiştim. Bu iki oyuncu, Türkiye'deki birçok yabancı forvette bile bulunmayan çabukluğa ve kolay adam geçme becerisine sahipler. Yasin ve Sinan'a güven duygusu aşılanırasa Galatasaray devre arasında, takımın içinden iki yıldızı parlatacaktır. Hangi sporu ele alırsanız alın çabukluk bir numaralı biyo motorik özelliktir. Yasin ve Sinan'da bu özellik yeterince var.
Sol bek sorununa gelince... Birçok takımımız aynı problemi yaşıyor ve teknik adamların gözü de hep sol ayaklı oyunculardadır. Ne var ki, futbol tarihi birçok sağ ayaklı oyuncunun sol bekte yıldızlaştığına tanık olmuştur. Beşiktaşlı Zekeriya Alp, Galatasaraylı Aydın Güleş sağ ayaklıydılar ama sol bekte efane haline geldiler. 1974 Dünya Kupası'nı kazanan Almanların sol beki Paul Breitner'de sağ ayaklıydı. Şunu söylemek istiyorum: Eğer bir sorun varsa, teknik
adamlar öncelikli olarak problemi takım içinden çözmeyi düşünmelidirler. Devre arasında yapılan transferlerden tam verim almak kolay değildir. Daha uç bir örnek verecek olursak Ender Gonca'yı anımsayabiliriz. Doğaldır ki gençler hatırlamaz. Ama Ender Gonca o efsane Eskişehirspor'da solaçık oynardı. Hatta "Nihat, Feti, Ender filelere gönder" 1970'li yılların başaında en çok bilinen slogandı. Ender Gpnca Fenerbahçe'ye transfer olduktan bir süre sonra sğ bek oynamaya başlamıştı...