Arama

Popüler aramalar

‘’Kurtarıcı Talisca!‘’

Bu aşamadan sonra hiçbir karşılaşmanın kolay olmadığı herkes tarafından biliniyor. Bilinmeyen tek şey Başiktaş'ın neden santrforunu oynatamadığıdır! Elinizde bırakın Türkiye Ligi'ni Avrupa'da da adı golcü olarak bilinen Negredo gibi kaliteli bir santrforunuz var ama ona bir türlü gol pozisyonu hazırlayamıyorsunuz. Sezon başından bu yana Şenol Güneş Negredo'ya güvenmedi. Vagner Love gibi Beşiktaş'ın hedefleri ile örtüşmeyecek bir oyuncunun transfer edilmesine göz yumması da bu güvensizliğin bir sonucu olsa gerek.

Love transfer edildi de ne oldu? İkisi de bekleneni veremiyor. Ancak Negredo, Beşiktaş'taki ciddi bir sorunu ortaya koyması bakımından üzerinde durulması gereken bir oyuncudur. İspanyol santrforun istatistiklerine bakıldığında attığı golden daha fazla gol pozisyonu hazırladığını görmekteyiz. Bir santrfor düşünün ki, attığı golden daha fazla asist yapsın, gol pozisyonları hazırlasın. Buna karşın, Beşiktaş bugüne değin Negredo'ya bir tek pozisyon bile hazırlamamıştır. Ligde attığı gollerin büyük çoğunluğunu kendi çabasıyla hazırlamıştır. Örneğin Fenerbahçe ile ligde oynanan maçta Quaresma'ya "al da at" niteliğinde iki gol pası vermiştir. Ama gol pozisyonu hazırlayıcısı olarak bilinen Portekizli gösteriş meraklısının Negredo'ya henüz tek bir gol pası bile yoktur.

Hangisini yazsam bilemiyorum! Beşiktaş'ın Alanyaspor karşısında oynadığı kısır futbolun Quaresma'nın eksikliğine bağlanmasını mı yoksa Şenol Güneş'in Negredo'yu oyundan alıp Talisca'dan santrfor yaratma çabasını mı? Nasıl olabilir ki? Beşiktaş futbol takımının en narin oyuncusu olan, ikili mücadelelerde kırılgan bir yapıya sahip Brezilyalının, sert stoperlerin girişimleriyle karşı karşıya bırakmak Şenol Güneş deneyimi ile ne kadar bağdaşabilir?

Şenol Güneş Negredo gibi bir santrforu neden devamlı oynatamıyor? Bu salt İspanyol santrforun suçu mu? Oysa oynamak için ne kadar çaba harcadığını görüyoruz. Bugünün futbolunda hocanın oyuncusuna güveni belki de en önemli kriterlerden biri. Şenol Güneş daha sezon başında bu güven ortamını sağlayamadı. Zaten önceki yıllarda olduğu gibi orta alandan santrfora doğru topla ya da topsuz koşular artık görülmediğinden oyun rakip rakip ceza alanı çevresinde olgunlaştırılamıyor. Bunun cezasını Negredo çekiyor ödülünü ise Quaresma topluyor. Kurtarıcı Talisca'nın attığı kritik goller olmasa Şenol Hoca ligin zirvesine epey altlardan bakıyor olacaktı. Kabul edelim ki bu sezon Beşiktaş'ta taşlar yerinden oynadı. İyi de ligin sonuna yaklaştığımız şu günler de taşlar biraz olsun yerine oturmaz mı?

01 Nisan 2018, Pazar 11:52
YAZININ DEVAMI

‘’Sportif direktörlük mü, futbol direktörlüğü mü?‘’

Beşiktaş'ın Başkanı Fikret Orman'ın, yorumcu Serkan Reçber'i sportif direktör olarak görevlendirmeyi düşünmesi, birkaç yıl önce Türk futbolunun gündemine giren tartışmayı yeniden güncelleştirdi. Aslında, zamansız, gereksiz unvanları gündeme getirip tartışma yaratmakta üstümüze yok! Bu iş Fenerbahçe'de Aykut Kocaman ile başladı, sonrasında Fatih Terim bir aşama daha yukarı sıçratarak "Türkiye Futbol Direktörü" oldu. Dünya üzerinde böylesine saçma bir unvanı bizden başkası icat edemezdi herhalde!

Ölü doğan bütün bu unvanlar milletin kafasını karıştırmaktan öteye gitmiyor. Neyse ki Türkiye Futbol Federasyonu Terim'i görevden aldıktan sonra ölü doğmuş unvanını da sonlandırdı. Aykut Kocaman ile başlayan direktörlük çeşitleri, Kocaman'ın üzerinde uygulanamaıyor ne hikmetse. Aslında Aykut Kocaman'ın sportif direktörlüğü, görevdeki teknik direktör Daum'un üzerinde bir baskı oluşturmak ya da olabilecek bir başarısızlıktan sonra Kocaman'ı takımın başına getirmek için ortaya konan bir oyundu. Niştekim de öyle oldu. O gün, birtakım ilkeleri olan Aykut Hoca'nın böyle bir görevi kabul etmesini kendisine yakıştıramamıştım. Çünkü Aykut Kocaman, Fenerbahçe'de het türlü görevi her zaman alabilecek biridir, böylesi oyunlara ihtiyacı yoktur.

Takımlarımızda görev yapacak olan direktörlerin önüne "sportif" ya da "futbol" sözcüklerini koymak karmaşa yaratmaktan başka bir işe yaramaz! Sanki futbolumuz dünyanın en önde gelen ülkeleri ile kafa kafaya gidiyor da, direktörlüğümüz eksik kalıyor! Halletmemiz gereken onca sorun varken, teknik direktörlerin başının üstüne Demokles'in Kılıcı'nı koymanın kime ne yararı olabilir ki? Zaten güçlü teknik direktörler, direktörlük görevine getirilecek insanları ya kabul etmiyor ya da, görevleri yönetimsel işlerle sınırlı kalıyor.

Genel Kaptan'lık görevinden Sportif Direktör'lüğe geçiş sürecine bakıldığında, Genel Kaptan'ın inanılmaz yetkileri vardı zamanında. Ama hangi Genel Kaptanların? Baba Hakkı, Baba Gündüz ve Halit Deringör gibi kulübü adeta elinde tutan kaptanların. Çok yakın bir zamanda sonsuzluğa uğurladığımız Fenerbahçe'nin eski Genel Kaptanlarından Halir Deringör'ün, Teknik direktörleri görevden aldığını biliyoruz. Bu aynı zamanda İngiliz tipi menajerlikti. Zaten İngilizler takımın başındaki teknik sorumluya "menajer" derler ki, altında birkaç teknik direktör, antrenör çalıştırabilir.

Bir diğer sistem ise Almanya'da uygulanır. Almanlar bu yapıya "idari menajerlik" derler. İdari menajer teknik kadro ile yönetim arasında iletişim kurar. Hiçbir teknik görevi yoktur. Bugün İngiltere dışında, Avrupa'da uygulanan sistem budur ki, adını değiştirip sportif direktör diyorlar. Taşıdığı anlam bakımından kulüplerin tüm branşlarının sorumlusu olması gereken bu unvan sadece futbol takımıyla sınırlıdır. Kaldı ki, artık bir futbolcunun ederinin birkaç fabrika kuracak boyutlara geldiği günümüz futbolunda, sadece futbol oynamış olmak bu unvanların içini dolduramaz. Hele biz de hiç doldurmuyor.

30 Mart 2018, Cuma 12:32
YAZININ DEVAMI

‘’Kurallara bağlı oynamak...‘’

Futbol oyununun yönetimsel anlamda dış kuralları olduğu gibi bir de kendine özgü iç kuraları vardır. Bu kurallara bağlı bir şekilde oyununuzu geliştirmezseniz ya da en azından kurala bağlı kalarak oynamazsanız genelde sorunlarla karşılaşırsınız. Hakemlerin maçları yönetirken yaptıkları hatalardan daha çok, oyunun kendine özgü oyun içi kurallarının ihlali durumunda takımların canı daha fazla yanar. Bu kurallar tam içselleştirilmediği için çoğu zaman hakemlerin yaptığı hataların peşine düşülür.

Sözgelimi Ulusal takımın Karadağ deplasmanında 2-0 öne geçtikten sonra, maç artık 2-1 galibiyetimizle biter diye düşünürken Enes Ünal'ın yaptığı bir hata yüzünden maç 2-2 bitti. Atağa çıkarken değişmez kurallardan biri şudur: Takımın bütün dikkat ve konsantrasyonu, savunmadan hücum bölgesine kadar atağı tamamlamak üzerine yoğunlaştığı için topu kaptırmayacaksınız. Oyunun içsel kurallarına bağlı kalarak, gerekirse taktik faul ile atağı durduracaksınız. Durdurmazsanız, büyük olasılıkla kalenizde bir gol görürsünüz. Gol olmasa bile yaratılan pozisyon sonucunda rakip yüreklenir. Sizin maç içinde yoğunlaşma duygunuz gerilerken, rakibinki artar.

Bir diğer temel kural pas seçimine ilişkindir. Yan pas yapan takım topu kaptırdığı anda büyük olasılıkla rakibin gol atma şansı yüksek olacaktır. Ancak dikine, rakip kaleye doğru verilen paslar kaptırıldığı anda yan paslarda olduğu kadar tehlikeli bir dönüşe neden olmaz. Takımlarımız gibi Ulusal takımımız da, son yıllarda anlamsız top dolaştırmaları pas zannedip çoğunlukla sahanın yanlamasına oynamaktalar. Bu uygulama futbolun yaratıcılığını öldürdüğü gibi seyir zevkine de darbe vurmaktadır. Pas yapmanın bir alt kuralı da şudur: En az bir rakibi oyundan düşürmeyen pas, pas değildir.

Kısa pas mı yoksa uzun pas mı seçeneği de yeniden yapılanmakta olan bir takım için önemlidir. Ulusal takımımız oyun kurgusunu şekillendirip geliştirme dönemi içerisinde mutlaka kısa paslarla oynamalıdır. Dünyanın en gelişmiş takımları bile uzun pas seçeneğine çok başvurmuyor. Çünkü uzun paslarda isabet sağlamak çok zordur. Dolayısıyla oyunun kendi doğasından kaynaklanan kurallara bağlı kalarak oynamak, gelişmek üzere yola çıkan Ulusal takımın öncelikli seçeneği olmalıdır. Kurallara göre oynamak oyunu bir kalıp içerisine sokmak anlamına gelmez. Tersine kurallı oyun sağlam bir yapı oluşturur, futbolcuları basit hatalar yapmaktan korur...

28 Mart 2018, Çarşamba 12:38
YAZININ DEVAMI

‘’Lucescu zaman kaybetmemeli...‘’

Ulusal takımımızın Rumen teknik direktörü Mircea Lucescu Gökhan Gönül ve Mehmet Topal'ı oynattığı için eleştirildi. Kanımca eleştiriler yerinde ve haklıdır. Gökhan Gönül ile Mehmet Topal futbolumuzun en değerli oyuncuları arasındadır. Ulusal takım ve kulüpler düzeyinde verdikleri hizmetler unutulmaz. Ama artık, en azından Milli takım düzeyinde verecekleri hızmetin sonuna gelmiş olmalılar. Gençlere yer açmak için bu kararı kendileri bile alabilirler.

Yeniden yapılanma olarak adlandırılan bu dönemde ne kadar genç oyuncuyla yola çıkılırsa gelecek de o denli parlak olur. Bir örnek verecek olursak, futbolda her dönem müttefikimiz olan, eğitim anlamında da bize hep yardım eden Almanya'ya bakabiliriz. Almanya 2010'da Güney Afrika Cumhuriyeti'nde yapılan Dünya Kupası finallerine henüz 20'li yaşların başında bulunan beş genç oyuncuyla başladılar. Bunlar: Manuel Neuer, Holger Badstuber, Sami Khedira, Thomas Müller ve Mesut Özil'di. Bu genç oyuncular üzerine iskeletini kuran Almanya 2010'da yarı finalde şampiyon İspanya'ya yenilerek dünya üçüncüsü oldu. 2014'de ise kupayı kazandı. Üstelik yarı finalde ev sahibi Brezilya'yı kendi seyircisi önünde, tarihinin en ağır yenilgisini(7-1) tattırarak şampiyon oldu.

Denebilir ki, bizim ülkemizde Almanya'nın amatör takımları kadar bile alt yapıya önem veren bir anlayış yok. En alt lig olan 2.Amatör ligden Süper Lig'e kadar bütün takımlar alt yapılarında hatta minik takımlarında bile şampiyonluk ve kupa peşinde koşuyorlar. Bütün teknik adamlar ve yöneticiler aynı kafada. Bu yüzden altyapılar çocuğu profesyonel hayata hazırlamıyor, tersine futboldan soğutuyorlar.

Almanya'da ise alt yapı anlayışı şöyledir: Hocalar kendini en başta öğretmen, eğitimci olarak görürler. Bu nedenle futbolcuları yarıştırmazlar, yeteneklerinin ortaya çıkması ve gelişmesi için antrene ederler. Hedef kupa kazanmak değil, profesyonel hayata hazırlanmaktır. Eğitilecek yaşlarda çocukların zihinlerini şampiyonluk ve kupa kazanmak ile duldurmazlar. Bilirlerki, böyle büyüyen çocuklar profesyonellik düzeyine gelmeden kafayı bu kupalarla bozarlar, nevrotik gençler haline gelirler hatta çıldıranlar bile olur. Süper Lig'deki yerli oyunculara dikkat edin. Altyapılarda yetersiz eğitim aldıkları için üst yapıdaki kuraldışı davranışları dikkat çekici hale geliyor.

Almanya gibi bir altyapıya sahip değilseniz yapılacak şey, kendi takımlarında oynamasalar da, 20'li yaşlara henüz adım atmış oyuncuları birarada oynatarak işi zamana bırakmaktır. Ülkemizi yurt dışında temsil etmeyen takımların, daha fazla genç yerli ve geleceği olan oyunculara görev vermeleri için yollar bulunmalı. Bu konuda en büyük görev yerli ve idealist teknik adamlara düşmektedir. Mehmet topal ile Gökhan Gönül'de, deneyimlerini bu gençlere aktarmak için Ulusal takım kadrosuna çağrılsalar da maçlardaki görevi genç oyunculara devretmeliler...

Gençler konusunda bire bir yaşadığım bir anekdotu da sizlerle paylaşmak isterim. İngiliz Teknik direktör Gordon Milne, Beşiktaş'ın başında üçüncü yılında ancak şampiyonluğa ulaşmıştı. Medya tarafından çok eleştiriliyordu. Kendisine iyi futbol oynadıkları halde neden şampiyon olamadıklarını sorduğumda yanıtı şöyle olmuştu: "Beşiktaş çok genç bir takım. Çocuklarla şampiyon olunmaz! Çocukların gelişip adam olması gerekiyor". Metin, Ali, Feyyazlı o çocuklar büyüdüklerinde üç yıl üst üste şampiyon olmuşlardı. Çocukların sağlıklı büyümesi her alanda ülkelerin geleceğini kurtarır.

26 Mart 2018, Pazartesi 13:18
YAZININ DEVAMI

‘’Yeniden yapılanma, ama nasıl?‘’

Milli takımımız yeniden yapılanma döneminde ki ilk karşılaşmasını İrlanda Cumhuriyet'i ile oynadı. Maçta ortaya çıkan mücadele ağırlıklı oyunun içinde taktik anlamda yetkinlik olmamasını doğal karşılamak gerekiyor. Zaten yeni oluşturulmaya çalışılan bir takımın taktiksel gelişmişlikten daha çok mücadele ve oyun disiplinine bağlı kalması önceliklidir. Bu anlamda Ulusal takım başarılı oldu denebilir.

Türkiye gibi altyapılardan uluslararası alanlarda başarılı olabilecek futbolcular yetiştiremeyen, büyük takımları hedefine oyuncu yetiştirmeyi değil, Şampiyonlar Ligi'ne katılıp, tam takır olan bütçelerindeki yırtığı onarma çabasında olursa, yeniden yapılanmak da o derece zorlaşır.

Bildiğim kadarıyla ülkemizde Ulusal takım düzeyinde yeniden yapılanma girişimi ilk kez Sepp Piontek döneminde yapıldı. Alman teknik direktörün 1990 yılında göreve gelmesi sırasında ilk maçımızı İrlanda Cumhuriyeti ile oynamış ve üç yıl sonra görevi bırakması da yine bir İrlanda maçı ile gerçekleşmişti. O günkü adı ile İnönü Stadı'nda oynanan ve İrlanda Cumhuriyeti'nin 3-1 galibiyetiyle biten maçtan sonra taraftarlar protokol tribününe saldırmaya kalkmıştı, ben de bu saldırıları hayretler içinde izlemiştim.

Neden hayret ettiğime gelince, Piontek'in yaptıklarının Türk futbolunun önünü açacağını çok yakından izliyor ve biliyordum. Alman teknik adam, yerli Milli takım hocalarının bile gitmediği Anadolu'nun en uç noktalarına kadar otobüs ile gidip tespit ettiği 500 civarında gencin niteliklerini, istatistiklerini bilgisayara yükletmiş ve onların içinden yeni bir takım yaratmıştı. O takım maç kazanamıyordu ama oyun yapısındaki çağdaş kımıldanmalar kendini gösteriyordu. Wembley'de, İngiltere ile 0-0 beraberlikle biten maçta İngilizler Milli takımımızı şaşkınlıkla izlemişlerdi. Ünal Karaman'ın direkten dönen uzak mesafeli şutu ise hepimizin gönüllerini okşamıştı.

1991 yılında, Beylerbeyi'nde açılan ilk 2,5 aylık teknik direktörlük kursu da, Eğitim Dairesi Müdürü Turgay Renklikurt ile onun eseriydi. Benim de kursiyer olduğum o günlerde Piontek'i daha yakından tanıdım ve kendisiyle bire bir görüşmelerim olmuştu. Bir gün bana "Ben sadece sahadaki futbolla değil, futbolcuların özel yaşamları ve kültürel hayatlarıyla, kamplarda, toplantılarda nasıl davranacakları ile de uğraşıyorum. Bu nedenle çok yavaş ilerliyoruz. Bu da beni çok üzüyor" demişti. Hatta, Cumhuriyet gazetesinin bir yan yayını olan "Bizim Almanca" dergisine de "Türkiye'de bir mutsuz Alman" başlıklı bir de yazı yazmış, derginin bir örneğini kendisine vermiştim.

Piontek sağlam olsun diye binanın temeline yatırım yapmıştı. Yapı ortaya çıkınca temelinin gerçekten ne kadar sağlam olduğunu Ulusal takımın dünya üçüncülüğüne ve Galatasaray'ın Avrupa Şampiyonluğuna ulaştığı, zorlu dönemeçleri olan yolda gördük. "Takımı Fatih Terim'e teslim ederseniz tazminat almadan görevimden ayrılırım" demiş ve bunun sözünü Şenes Erzik'ten aldıktan sonra ülkesine dönmüştü. Amacı sistemin devamlılığını sağlamaktı. Türkiye'de insanlar ne yazık ki temele değil üstteki görüntüye bakıyorlar. Şİmdi Ulusal takımın başarısı için yeniden temele iniliyor. Sabretmekten başka bir yol yok şu anda...

24 Mart 2018, Cumartesi 13:48
YAZININ DEVAMI

‘’Beşiktaş neden çaresiz kaldı?‘’

Futbol oyununun kalitesi sadece atılan gollere ya da pozisyonsuz geçen karşılaşma süresine bağlı değildir. Futbol tarihinde nice golsüz maçlar vardır ki, maç sonunda karşılaşmadan ayrılanlar, gol olmasa da birbiri ardına hazırlanan gol durumlarının verdiği hoşluğu yaşar, oyunun verdiyi keyfi birlikte paylaşırlar. Öte yandan, eğer tek başına atılan goller kusursuz bir futbolun göstergesi olsaydı, insanlar profesyonel futbolcuların oynadığı karşılaşmalara değil, minik takımların maçlarına giderlerdi. Bilindiği gibi küçük çocukların oynadığı liglerde istediğiniz kadar gol izleyebilirsiniz. Ben 15-20 gol atılan hatta 36-1 biten bir yıldız takım maçı bile biliyorum.

Sorun gol atmak ya da atamamaktan çok futbol oynayabilmektir. Futbol oynamanın en basit göstergesi de üretilen pozisyonlardır. Zaten Beşiktaş'ın, Başakşehir karşısındaki oyununun eleştirilmesinın nedenı budur, maç süresince tek bir pozisyon bile bulamamasıdır. Oysa Beşiktaş son iki sezonun şampiyonu ve Fenerbahçe ile Galatasaray'ın oynadığı karşılaşmanın berabere bitmesi ile, şampiyonluk yolunda siyah-beyazlıları daha avantajlı konuma getirmişti.

Ne var ki, maçlar oynanmadan kazanılmıyor ve belki de, Beşiktaş'ın, Başakşehir karşısındaki çaresizliği büyük derbiden kaynaklandı. Bir gün önceki maç berabere bitince Beşiktaş'tan beklentiler daha da büyüdü. Neredeyse, Beşiktaş maçı kazanmış gibi bir hava yaratıldı. Oysa siyah- beyazlıların karşısında rakibini çok iyi tanıyan, her türlü oyun analizleri yapılıp bunları uygulayabilen bir takım vardı. Başakşehir takım olarak topu en iyi kullanan ekiptir. Beşiktaş'ın sorunu da zaten buradaydı. Atağa çıkarken kaptırılan toplar...

Bu toplar Adebayor, Elia ve Edin Visca ile öylesine gole yönelik bir durumda buluşturuldu ki, deyim yerindeyse Beşiktaş'ın savunması özellikle iki beki adeta bunalıma girdi. İlk yarıda atılan gol ve yaratılan pozisyonlar Beşiktaş'ı takım olarak endişe ve gerilime sürükledi.

Maçların sonunda skor önemsiz olsaydı, hiç kuşku yok ki, oynanan futbol çok daha güzel olur, üretilen pozisyonlar ve atılan gollerin sayısı da fazla olurdu. Maçı ve sonunda puan yitirme korkusu oyuncuların özgüvenini kemiriyor adeta. Özellikle de Başakşehir gibi hem atakta hem de savunmada ne yaptığını bilen bir takıma karşı oynuyorsanız ve o takım öne geçmişse maçın devamı hiç de kolay olmaz.

Böyle bir maçın gidişiatını değiştirmek futbolculardan çok kenar yönetiminin yaratıcılığına bağlıdır. Ancak Şenol Güneş oynanan futbolu nasıl değiştirip pozisyon üretebileceğini değil, sahadakilieri herkesin bildiği yedekleri ile değiştirme yolunu seçiyor. Oyuncular bazı maçlarda çaresiz kalabilirler ama hocanın çaresizliği, Başakşehir karşısındaki gibi bir Beşiktaş ortaya çkartır.

20 Mart 2018, Salı 12:21
YAZININ DEVAMI

‘’Atiba ve Tolgay...‘’

Samet Aybaba'nın teknik direktör olarak göreve başladığı ve "Feda" sloganı ile yeniden yapılanmaya girişen Beşiktaş'ı, son beş yıl içerisinde hiç bu denli çaresiz, futboldan uzak görmemiştik. Başakşehir'e karşı zaten hep sorun yaşayan, geçen yıl şampiyon olduğu sezonda da rakibine 3-1 yenilen siyah-beyazlılar maçın ilk yarısını kendi alanından çıkamayarak tamamladı.

Doğru dürüst bir tek atak bile yapamadığı ilk yarıdaki bu görünümün temel nedeni Atiba ve Tolgay Aslan'ın, bir türlü savunmanın arasından çıkıp takımı ileriye doğru taşıyamamalarıydı. Stoperlerin önünden çıkamayan bu ikili, savunmada kaldıkları halde defansif bir başarı sağlasalar söyleyecek bir sözümüz olmazdı. Ama Başakşehir'in atakları karşısında hiçbir varlık gösteremediler, topun kanatlara taşınmasına da engel olamadılar.

Karşılaşmanın ilk yarısı bittiğinde görünen ve beklenen, Şenol Güneş tarafından bu ikiliden birinin oyundan alınmasıydı. Oyundan alınması gereken ise Atiba olmalıydı. Ama Şenol Güneş, Beşiktaş'ta görev yaptığı süre içerisinde çoğunlukla yaptığı gibi yine yanlış bir seçimle iyi oynamaya başlayan Tolgay'ı dışarı aldı.

Atiba, Beşiktaş'ın son yıllardaki en yararlı oyuncusu. Kendisini hep takdir ettik. Ancak onun da kötü oynamaya hakkı vardır. Bu maç da onlardan biriydi. Takıma hiçbir katkısı olmayan Atıba'yı tam 81 dakika alanda tuttu Şenol Hoca.

Beşiktaş maçın ikinci yarısını adeta tek kale oynadı. Bu oyun Başakşehir'in on kişi kalmasıyla ilişkili değil. Çünkü sayısal eksiklik yaşanmadan da Beşiktaş, Başakşehir'i kendi alanına hapsetmişti. Ne var ki, Beşiktaş'ın tek kale oyunu bir tek pozisyon bile üretemedi. Maçın genelinde de Beşiktaş'ın gol pozisyonuna benzer tek bir atağı yoktu.

Abdullah Avcı Beşiktaş'ın doldur boşalt oyununun sonuç vermemesi için oyuna Gökhan İnler'i aldı. Böylece yapılan şişirme topların hepsi bu oyuncudan döndü. Beşiktaş son iki yılın şampiyonu. Bir gün önce geleneksel rakipleri berabere kalınca, birden şampiyonluğun en büyük adayı oldu. Ne var ki, aday olmak başka, akıl ve bilgi ile oyun oynayarak sonuç alma başkadır. Bu Beşiktaş, bu futboluyla ligi dördüncü bitirirse öpüp başına koysun...

18 Mart 2018, Pazar 22:00
YAZININ DEVAMI

‘’Kocaman'ın teknik adam anlayışı...‘’

Fenerbahçe-Galatasaray derbisinde açık ve net olarak gördük ki Aykut Kocaman'ın niyeti Fenerbahçe'ye futbol oynatmak değil, topu taça atmaktır. Maçı televizyondan izlemeyenler farkında olamadılar kuşkusuz, ama Fenerbahçe'nin yitirdiği her topta ya da sonlandıramadığı her atakta Aykut Kocaman'ın iki eli havadaydı. Bellik ki kendinin bilgi katamadığı oyunda hakemden medet umuyordu.

Aykut Kocaman'ın uygulaması ve hatta anlaması zor olan bir konu, Fernando'nun deplasman maçlarında oynatılıp iç sahada yağmur gibi orta yapılmasına rağmen yedek kulübesinde oturtulmasıdır. Kişisel olarak ben Fernandoa'yu çok beğenen bir değilim. Hatta Fenerbahçe'ye neden transfer edildiğini de anlamış değilim. Ancak Türkiye gibi futbolun doldur boşalt anlayışla oynatıldığı bir ülkede, iç sahada iş yapabilir. Ne var ki Aykut Kocaman onu da dışarıda oynatıp iç saha maçlarında yanında oturtuyor.

Aslında maçtan önce yazdığımız yazılarda Aykut Kocaman'a yol bile göstermiştik. Ama Aykut Hoca yol yordam bulmak yerine hakemin vereceği kararlara sığınmıştı. Galatasaray savunmasının ağrıyan karnı Maicon-Serdar Aziz ikilisiydi. Özellikle Serdar Aziz'in kontrolsüz hareketleri Fenerbahçe için maçı kazanmanın anahtar faktörlerinden biriydi. Üstelik Serdar iki penaltı pozisyonuna neden oldu. Hakem Bülent Yıldırım bunlardan en az birini vermeliydi. Ama ne yazık ki o da sorumluluk almadı.

Bizm gençlik yıllarımızda amatör kümede hocalık yapan birinin ilk taktiği takımı Serdar Aziz'in üzerine oynatmak olurdu. Her Fenerbahçe atağında sallanan Serdar'ı yeterince sıkıştırmayan Fenerbahçe forvetleri doğal olarak takımın aldığı bir puanla yetinmek zorunda kaldı. Ayrıca kendi alanında oynayan ve Galatasaray'a tarihsel olarak üstünlüğü olan Fenerbahçe bir puanı kaleci Volkan Demirel'in üstün performansıyla kurtardı.

Maçın başladığı andan itibaren çok net görüldü ki, iki takımında niyeti yenilmemekti. Olası bir yenilgi Galatasaray için sorun yaratmasa da Fenerbahçe'de birtakım taşlar yerinden oynayabilirdi. Aykut Kocaman bu olasılığı göz önüne alarak bir takım kurmuştu. Kazanması gereken bir maçı beraberliğe bağlayan Kocaman'dı. Dolayısıyla Kocaman'ın isteği oldu, Fenerbahçe şampiyonluk yarışından kopmamış gibi görünse de, Aslında yarışın dışına düştü sanırım. Bir değil, iki değil tam üç takımı geçmek sanıldığı kadar kolay değildir.

17 Mart 2018, Cumartesi 21:51
YAZININ DEVAMI