‘’Yılmaz Vural'ı takdimimdir!‘’
Ligin sonuna yaklaşıldıkça ortaya saçılan iğrenç dedikodulardan mideniz bulanmadı mı? Futbol dışında her şeyin konuşulduğu; sahaya aklını, birikimini, emeğini, alın terini yansıtan teknik adamların, futbolcuların ve diğer yan aktörlerin ağır bir haksızlığa uğradığı şu dönemde gündeme getirmemiz gereken isimler de sis bulutunun içinde kayboluyor.
Oysa asıl konuşmamız gereken onlar. Kimler mi? Mesela; Kasımpaşa'yı sıfırdan alıp tek yabancıyla ve adı sanı duyulmamış oyuncularla ligde tutmayı başaran Yılmaz Vural ile Baroni'nin sakatlığının ardından formayı sırtına geçirdikten sonra Fenerbahçe'nin takım savunmasına inanılmaz bir katkı sağlayan Selçuk Şahin. Selçuk zaten tabloda haftanın futbolcusu. Yarın bir gün adından yine bahsedilecektir.
Ben bugünkü yazıyı Yılmaz Vural'a ve onun müthiş mesleki eğitimine ayırıyorum: 19 Mayıs Gençlik ve Spor Akademisi (1975-1979), Köln Spor Akademisi'ne giriş (1982-1983), Köln Spor Akademisi Futbol İhtisas Bölümü (1993), TFF B Lisansı (1983), TFF A Lisansı (1987), Orta Ren Futbol Federasyonu Bonn-Hennef Spor Okulu Futbol Monitör ve Antrenör A Lisansı (1983), Alman Federasyonu Kaiserea-Kamen Spor Okulu Antrenör A Lisansı (1986), Alman Federasyonu Köln Spor Akademisi-DSHS Teknik Direktörlük Lisansı (1992), UEFA PRO Lisans-Alman Futbol Federasyonu (2005). Ve ayrıca muhtelif tarihlerde yurtiçi ve yurtdışında eğitmen ve kursiyer olarak katıldığı onlarca eğitim semineri.
‘’Yeni sezona bakalım!‘’
Gidecekler-kalacaklar - alınacaklar listelerinin havada uçuştuğu bir haftanın ardından oynanacak maça konsantre olmanın zorluğu bir yana, başta Arda olmak üzere bazı oyuncuların adeta sezonu kapatmış bir havada olması, Galatasaray’ın Büyükşehir Belediyesi karşısındaki en büyük handikapıydı. Buna bir de son haftaların flaş ismi Neill’in yokluğu eklenince, Aslan’ın işi zor görünüyordu. Bu dezavantajların üstesinden gelmenin tek yolu ise, istekli ve arzulu bir futbol ortaya koymaktı. Galatasaray oyunun belli bölümlerinde bunu başardı. Ayağa çabuk paslarla orta alanı hızlı geçen Cim Bom, attığı tek golün yanı sıra rakip kalede rekor sayıda pozisyon da buldu. Ancak ne var ki, bu sezon şampiyonluğun kaçırılmasında en büyük nedenlerden biri olarak karşımıza çıkan ‘gol kaçırma sendromu’ yüzünden aradaki farkı açamadı. Bu maçın, buna benzer önceki karşılaşmalardan tek farkı ise Büyükşehir’in bulduğu pozisyonlardan bir gol çıkaramayarak Sarı-Kırmızılı futbolcuların gol hovardalığını cezalandıramamasıydı. Oysa ligin ilk maçında bunu başarmışlardı!
Fenerbahçe ve Bursaspor’un kazanmasının ardından az da olsa taşıdığı Şampiyonlar Ligi ümidini tamamen kaybeden Galatasaray, yeni sezonun hazırlıklarına bugünden itibaren başlamalı. Ama bundan öncekilerde olduğu gibi hesapsız, kitapsız değil. Zira, camia yeni bir hüsrana daha tahammül göstermeyebilir.
‘’Bu nasıl Galatasaraylılık?‘’
'Ezeli rekabet, ebedi dostluk' klişesinin 'dostluk' kısmının yalan olduğunu nicedir biliyorduk. Lakin son yıllarda bu yalanın yerini ürkütücü bir gerçeğin aldığını görmekteyiz: Ebedi nefret. Bir insanı, bir zümreyi, bir kulübü sevmeyebilirsiniz. Ama bu ona düşman olmanızı da gerektirmez ki... Galatasaraylı Fenerbahçe'yi sevmeyebilir; keza Fenerbahçeli de Galatasaray'ı... Bu gayet doğaldır. İki kulüp taraftarının, ezeli rakiplerinin rakiplerini desteklemesi de olağandır. Fakat yarışın içinde kendi takımın da varken, (velev ki olmasa bile) ezeli rakibim avantaj sağlamasın diye takımının yenilmesini istemenin iler tutar bir tarafı var mıdır? Pazar günü bazı Galatasaraylılar'ın takımlarının Bursaspor'a kaybetmesini arzuladığına şahit oldum. Daha sonra sayılarının bir hayli fazla olduğunu öğrendim (Burada Ali Sami Yen'de takımını çılgınca destekleyenleri tenzih ediyorum). Sırf Fenerbahçe'ye yaramasın diye takımının hedeflerinden vazgeçmesini ve kaybetmesini istemek, nasıl bir taraftarlıktır? Hiç böyle Galatasaraylılık olur mu? Galatasaray değerlerine, ruhuna ne oldu? Her daim gurur vesilesi yapılan o ruh göğe mi yükseldi? 'Benim kaybım rakibimin de kaybı olacaksa; o zaman kaybedeyim' zihniyetiyle hareket edecek kadar gözümüzü nefret bürümüşse, bırakalım topu, formayı, kağıdı, kalemi, medeniyeti filan... Alalım elimize karasabanı, yeniden sürmeye başlayalım toprağı! Yeni baştan çıkalım uygarlık yolculuğuna! Çünkü bu tren çoktan kaçtı!
‘’Göçek bir sonuçtur!‘’
Geçtiğimiz hafta eski hakem Muhittin Boşat'ın Akşam Gazetesi'ndeki yazısı, bugünlerin habercisi gibiydi. Faal hakemliği sırasında yönettiği Galatasaray-Fenerbahçe derbisinde Luciano'nun smacını gör(e)mediği için tarihe kayıt düşülen Boşat, MHK'nın Fenerbahçe-Beşiktaş derbisi için hakem bulmakta zorlandığını ileri sürdüğü yazısında şunu söylüyordu: "Beşiktaş Göçek ve Yıldırım'ı istemiyor. F.Bahçe Aydınus, Abitoğlu ve Müftüoğlu'na karşı. İşler arapsaçı. Ben olsam bu maça Hüseyin Göçek ya da Cüneyt Çakır'ı atarım." MHK da bu yazıdan sonra Boşat'ın uyarısını ve dileğini (!) dikkate almış olmalı ki, maça Hüseyin Göçek'i atadı. Sonuç malum. Şimdi her kafadan bir ses çıkıyor. Beşiktaş yönetimi Göçek'in düdüğünü asmasını istiyor. Yeni Ali Aydın olma yolunda hızla ilerleyen Göçek de tıpkı benzemeye çalıştığı Ali Aydın gibi düdüğünü assa her şey düzelecek mi? Göçek'in bir neden değil, sonuç olduğunu bilmiyor muyuz? Yıllar önce bir kulüp menajeri 'Yürü Kuddusi korumam altındasın' demişti. Bir kaç hafta önce de Aziz Yıldırım, bu sezonun en formda hakemi aynı Kuddusi Müftüoğlu'nun soyunma odasını bastı. Değişen bir şey var mı? Dün neyse, bugün de o. İstenen-istenmeyen hakem listeleri havada uçuşuyor. Hakemler üzerinde korkunç bir baskı kuruluyor. Puan hesapları hakemler üzerinden yapılıyor. Kimin eli hangi cebinde belli değil! Yaşananlar bozuk düzenin tezahürü, hepsi bu. Çözüm belli ama bunu yapacak irade nerede? Meselenin asıl nirengi noktası da burasıdır. Gerisi boş laf..
‘’Neill değil 'nimet'‘’
Futbolda bir takımın başına kolay kolay gelmeyecek ‘gel-git’i bir hafta içinde yaşadı Galatasaray. Diyabakır maçında taraftarın protestosuna maruz kalan Sarı-Kırmızılılar, Manisa’da kendini bir anda Egeliler’in sevgi seli içinde buldu. Buldu bulmasına ama taraftarın coşkusuna sahadaki futbolcuların sahip olduğunu söylemek mümkün değildi; başta Arda Turan olmak üzere...
Kendisine yönelik tepkilerin etkisinden kurtulamayan Kaptan’ın yüzünden düşen bin parçaydı. Bu durgunluk, Arda’nın futboluna da yansıdı. Arda’nın, maçın son dakikalarına kadar ortalıkta görünmeyen Elano ile son yılların en kötü performansını sergileyen Sabri’ye zaman zaman ayak uydurması, rakip üzerinde baskı kurulamamasının en önemli sebebiydi. Zor günler yaşayan Arda’nın daha profesyonel davranması ve gereksiz duygusallıkları sona erdirmesi, hem kendisi, hem de Galatasaray’ın menfaati açısından zorunluluktur. Oyunu, sahasında kabul eden ve o klasik hazırlık paslarıyla sahaya hakim olmaya çalışan Galatasaray, uzun toplarla Manisa kalesinde rekor sayıda pozisyon buldu. Bunlardan ise sadece ikisini gole çevirebildi. Farkı daha da açabileceği golleri ise ciddiyetsizlik ve beceriksizlik nedeniyle cömertçe harcayınca son dakikaları yine taraftara azap çektirerek geçirdi. Son deplasman galibiyetini yine bir Ege takımı olan Denizlispor karşısında alan Galatasaray’da sahanın en iyi oyuncusu Lucas Neill’di. Avustralyalı, Sarı-Kırmızılı takımın uzun yıllar özlemini çektiği lider karaktere sahip defans oyuncusu boşluğunu başarıyla dolduracağını bir kez daha kanıtladı.
‘’Başka Arda yoktu ki!‘’
Ali Sami Yen'deki protesto uzun yıllar unutulmayacak cinstendi. Ben de taraftara hak verenlerdenim. Ancak bir itirazım var: Arda Turan'a yapılanlar, haksızlığın, vefasızlığın, vicdansızlığın dik alasıdır
Türkiye'nin hallerine dair daha önce de yaptığım bir benzetmeyi tekrarlama gereği duyuyorum: Bu ülke devasa bir değirmen gibidir. Sahip olduğu değerleri öğütmekte üstüne yoktur. Kırk yılda bir çıkan özel insanlar bir şekilde o değirmenin deliğinden aşağı yuvarlanır ve un ufak olarak bir çuvala doldurulur. Tarihimiz, paramparça ettiğimiz değerlerimizin hazin hikayeleriyle doludur. Son kurbanımız Arda Turan oldu. Pazar günü Ali Sami Yen Stadı'nda görülmemiş bir kıyam vardı. Son haftalarda alınan yenilgiler üzerine ayaklanan taraftar 90 dakika boyunca Galatasaray'ı protesto etti. Rijkaard dışında hemen hemen herkes tepkilerden payını aldı. Ben de, Sarı-Kırmızı öfkeye hak verenler kervanına katılanlardanım. Ancak bir itirazım var: Arda Turan'a yönelik suçlama ve protestolar, insafsızlığın, haksızlığın, vefasızlığın, vicdansızlığın dik alasıdır. Genç kaptanı 'ruhsuz' diye nitelemek için insanın sağduyudan yoksun olması gerekir. Galatasaray taraftarı sapla samanı birbirine karıştırmıştır. El birliğiyle 'Metin Oktay Ruhu'nun son temsilcisini darmadağın etmiştir. Kristal kadeh artık toz toprak olmuştur. Toparlamak, geri dönüştürmek mümkün değil. Başını duvarlara vursan, dizlerini dövsen ne fayda? Giden, gitti...
‘’Sarı-Kırmızı öfke‘’
Bu takımın 14 yıl şampiyon olamadığı zamanlar oldu. Gerek Ali Sami Yen’de, gerekse dış sahalarda sayısız maç kaybettiğine tanık olduk. Avrupa kupalarına katılamadığı, son anda küme düşmekten kurtulduğu sezonlar yaşandı. Yakın tarihte Fenerbahçe’ye 6-0 yenildiğini de gördük. Ancak hiçbirinde Galatasaray taraftarı bu kadar öfkeli ve tepkili olmamıştı. Haklılar mı? Bence evet. Çünkü adı üstünde, ‘taraftar’! Onlar sahadaki profesyonel futbolcu gibi düşünmez. Her nefes alış verişlerinde gönül verdikleri takımlarını içlerinde hissederler. Yürekleri her daim takımları için çarpar. O nedenle futbolcuların da, kendileri gibi takımları için yaşamasını isterler. Galatasaray formasını giyen futbolcunun o formanın içini doldurmasını beklerler. ‘Ruh’ dedikleri budur. Ama ben buna meslek ahlakı, iş disiplini diyeyim. Bir takımın yönetimi, ister dünya çapında yıldız, isterse sıradan bir futbolcu olsun, transfer edeceği oyuncuda önce meslek ahlakını, iş disiplinini aramalı. Futbolcu sahaya çıktı mı, terini son damasına kadar çime akıtmalı. Koşmalı, mücadele etmeli, çırpınmalı, yırtınmalı, pes etmemeli. Yenilirken bile rakibi yara bere içinde bırakmalı. İşte, işin püf noktası burasıdır. Bardağı taşıran son Fenerbahçe yenilgisi değildir. Hiçbir şey yapmadan yenilmektir. Kaybederken bile onurunla kaybetmektir. Seni yenen rakibine şapka çıkarttırmaktır. Galatasaray Yönetimi’nin dün geceki mesajı almasını umut ediyorum.
‘’Fenerbahçe için bir zamanlar 'Transferin Şampiyonu' denirdi.‘’
Fenerbahçe için bir zamanlar 'Transferin Şampiyonu' denirdi. Şimdi aynı klişe Galatasaray için kullanılıyor. Cim Bom art arda zaferler kazanırken, en önemli silahı 'Takım Ruhu'ydu. O ruh bugünlerde Saracoğlu'nda...
Her ikisi de madalyonun iki yüzü. Biri olmadan diğerinin hiç bir önemi yok. Birbirlerinin varlık nedenleri. Türk futbolunun olmazsa olmaz iki değeri. Birlikte ama birbirlerine karşı! Onlarsız bir hayat düşünülemez. Bu sezon gelenek olduğu üzere yine şampiyonluk yarışının içindeler. Son 6 haftaya girilirken Fenerbahçe, Galatasaray'a oranla daha avantajlı. Bu farkı yaratan da bu yıl taşıdıkları futbol değerleri. Eskiden Fenerbahçe 'Transferin Şampiyonu'ydu. Şimdi ise Galatasaray. Terimli yıllarda zaferden zafere koşan Aslan'ın en büyük silahı 'Takım Ruhu'ydu. O ruh bugünlerde Saracoğlu Stadı'nda ortaya çıktı. Yani roller değişti. Fenerbahçe'nin gol dahi yemediği son 5 maça bakıldığında; koşan, basan, yardımlaşan, mücadele eden, rakiple boğuşan,, pes etmeyen, terini son damlasına kadar çimlere akıtan, pozisyon zenginliği yaratamamasına rağmen taraftarıyla bütünleşen, coşan, coşturan bir futbolcu topluluğuyla karşılaşırsınız. Galatasaray'da ise karşınıza çıkan, 'Monşerler Topluluğu'! Doğaldır, bu tablo sonuçlara ve şampiyonluk yarışına da yansıyor. Aslında Bursa ve Beşiktaş için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Onlar da takım olma özellikleriyle ön plana çıkıyor. Başarıları tesadüf değil. Galatasaray'ın en zayıf halka olarak ortaya çıkması da öyle...