Arama

Popüler aramalar

‘’130 trilyonluk fiyasko‘’

Sansasyonel bir şekilde transfer edilen Elano ile ara transferde kiralanan Jo’nun ligin en kritik maçında Rijkaard tarafından kulübeye çekilmesi, yönetimin transfer politikasının iflası değilse, nedir? Ligin bitimine 6 hafta kala Rijkaard’ın sahaya her hafta değişik bir takım sürmesi, hala kadro istikrarını sağlayamaması, Galatasaray’ın şampiyonluk yarışında havlu atmasının en büyük sebebi olabilir mi?

Eldeki dört ön liberodan ikisinin dahi yan yana oynaması taraftar için yeterince azap verici bir durum iken, Sivas’a karşı tümünün sahaya sürülmesi nasıl bir taktik dehanın ürünüdür, biri bizlere anlatabilir mi? Son 5 maçında sadece bir puan alabilmiş, (o da geçen hafta Gaziantep karşısında mucizevi bir şekilde alınan beraberlik) Sivas karşısında ikinci yarıda tel tel dökülen ve kalesinde sayısız pozisyon veren bir takıma büyük takım demek mümkün mü? Geriye düştüğü hiçbir maçı çeviremeyen, öne geçtiğinde de galibiyeti koruyamayan bir takımın şampiyon olması hak mıdır? Küme düşmemek için çırpınan Sivasspor karşısında takımın en iyisinin yedek kaleci Aykut olması kimin ya da kimlerin utancı olmalıdır?

Her karşılaşmanın final niteliği taşıdığı haftalara girilmişken, Fenerbahçe maçında hakeme itiraz nedeniyle sarı kart görerek takımını en kritik sınavında bir kez daha santrforsuz bırakan Baros, dün gece rahat bir uyku çekebildi mi? 130 trilyonluk bir takımın son yarım saatte topu bir türlü ayağında tutamamasının mantıklı bir izahı var mı?

Bu sorular bitmez. Cevap verebilecek bir babayiğit var mı, onu merak ediyorum.

06 Nisan 2010, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Fenerbahçe-Galatasaray dostluğu!‘’

Bugün üzerinde en çok tartışılan kavramlardan biri olan 'dostluk' insanlık tarihi kadar eskidir. Nasıl ki insanoğlu, Kabil'in kardeşi Habil'i öldürmesiyle 'düşmanlık' olgusuyla yüzleştisye, 'dostluk' da Gılgamış ile Enkidu arasındaki sarsılmaz sevgi bağı ile destanlaşmıştır. Dostluk da düşmanlık da diğer tüm insanlık hallerinde olduğu gibi diyalektiğin bir parçasıdır. İki insan birbirine düşman olabileceği gibi dost da olabilir. Düşmanlığı çıkarların çatışması körükler; peki ya dostluğu ne pekiştirir? Menfaat birliği deyip geçiştirebilir miyiz? Asla. Sadece çıkarlara dayalı yapay dostluklar olabileceği gibi, katıksız, saf dostluk da olabilir. Bu, kişilerin seçimine ve hayat felsefesine bağlıdır. O nedenle bireyler arasındaki dostluklar farklılıklar gösterebilir. Dostluğun bin bir türlüsü yaşanabilir. Ama kurumlar arası dostluk olamaz. Tıpkı devletler arası olamayacağı gibi. Olsa olsa 'dostluk' adı altında karşılıklı çıkar birliği oluşur. Bu bağlamda ezeli rakipler Fenerbahçe ile Galatasaray arasında dostluktan söz etmek de abesle iştigaldir. Bu iki kulüp varlık nedenleri ve çıkarlarının taban tabana zıt olması nedeniyle dost olamazlar. Bir Fenerbahçeli ile Galatasaraylı dost olabilir; Fenerbahçe başkanı ile Galatasaray başkanı da olabilir; ama bu, kurumlar için geçerli değildir. Lakin aralarındaki rekabet, düşman olmalarını da gerektirmez. Aslında olması gereken gayet basittir: Saygı. İşte bizim beceremediğimiz budur: Birbirimize saygı göstermek. Maçlarımızı karşılıklı saygı çerçevesinde uygarca oynayabilmek. Son derbide bunu başardık; Özhan Canaydın'ın vefatı nedeniyle... Demek ki bu potansiyele sahipmişiz. Peki böylesine medeni olabilmek için sevilen birini kaybetmemiz mi gerekirdi? Bunu neden kendi hür irademizle yapamayız ki? Uygarlaşmak için illa bedel mi ödemeliyiz? Saygı, dostluk ve düşmanlık kadar eski bir olgu değildir belki; ancak çağdaşlığın olmazsa olmaz koşuludur. Saygı yoksa, biz de yok oluruz...

31 Mart 2010, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Canaydın'ın naaşı‘’

Yeryüzündeki tüm canlılar için tek bir mutlak vardır: Ölüm. Ecel, yaşayanların Tanrı'dan sonraki gerçek efendisidir. Ondan kaçış yoktur. Ne kadar direnirseniz direnin mutlaka sizi bir şekilde teslim alır. O nedenle hayattayken gerçekleştirdiğimiz tüm eylemlerimize ölüm güdüsü yön verir. Bir gün Azrail'in kapımızı çalacağını bildiğimiz için bütün çabamız biraz daha uzun ve anlamlı yaşamak üzerinedir. Yaşarken arz yuvarlağında ne kadar derin izler bırakırsak, ölümümüz de o kadar manalı olur. Hatta bazı durumlarda hayattayken yapamadıklarınızı ölümünüzle gerçekleştirirsiniz. Ölüm kainatın en ürkütücü fenomendir; lakin bu gibi durumlara 'güzel ölüm' derler. Ölüm güzel olur mu? Bazen oluyor. Güzel insanların ölümü de güzel oluyor. Tıpkı hayatları gibi.

Özhan Canaydın'ın vefatı ve cenaze töreni bu açıdan herkes için bir ders niteliğindeydi. Özhan Bey'in son yolculuğu, nasıl yaşanması ve bu dünyanın nasıl terk edilmesi gerektiğini beynimize bir kez daha nakşetti. Nicedir unuttuğumuz, hayatımızdan çıkardığımız dostluk, dayanışma, birlik, beraberlik gibi hasletleri bizlere yeniden hatırlattı Özhan Canaydın. Yokluğu karşısında hissettiğimiz ortak acımızla Özhan Bey'in naaşı etrafında bir hale olduk ve yüreğimizi sarmalayan o ince sızıyla onu ebediyete uğurladık.

Peki Özhan Başkan'ın ilkelerinden, yaşam tarzından ders çıkardık mı? Çıkaracak mıyız? Onun centilmenliği, beyefendiliği, birleştiriciliği bundan sonraki nesillere de bayrak olacak mı? Ben pek ümitli değilim. Bunun için de geçerli nedenlerim var. Bugün yapılacak kongre sürecinde yaşananlar, gerçekten de başlı başına umut kırıcı gelişmeler. Her şeyden önce Galatasaray'ın, tarihinin en kritik ve bölünmüş kongresini yaşayacağını söylemeliyim. Bu kongrenin Galatasaray'ın geleceğini inşa etmekten çok, bir hesaplaşma alanı olacağını düşünüyorum. Özhan Bey'in adına hareket ettiklerini ilan ederek ortaya çıkanların, merhumun naaşını daha fabrika bahçesindeyken ailesine rağmen nasıl sahiplenmeye çalıştıklarını ve bunun için hır gür çıkardıklarını hesaba katarsak, konunun vahameti kendiliğinden anlaşılır. Bu sahiplenme dürtüsünün ve Canaydın'ın istismarının kongre boyunca da artarak devam edeceği su götürmez bir gerçek. Beyin kortekslerinin sadece 'entrika'ya ilgili bölümünü çalıştıran bu kafatasçı kesimin, bazı Galatasaray muhabirlerini tehdit etmesi, çeşitli kişi ve gruplarla koltuk pazarlıkları yapması ise zaten kendilerinden beklenen bir yöntem. Endişelenmekte haklılar! Kaybederlerse Galatasaray'ı bundan böyle sonsuza kadar kaybedecekler. Galatasaray küçük bir zümrenin oyuncağı olmaktan çıkacak.

Hiç kuşkum yok. Özhan Bey'in naaşı kongre salonuna da kurulacak. Kimileri onu kullanacak, istismar edecek, kimileri de anısı önünde saygıyla eğilerek Galatasaray'ın geleceği için sandığa gidecek. Aklı selim ve sağduyulu Galatasaraylı'nın rengi bellidir. Ve Galatasaray'da tarih boyunca hep sağduyu kazanmıştır. Yine öyle olacak.

27 Mart 2010, Cumartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Hayatımızdan çekilen zerafet: Özhan Canaydın‘’

"Başlangıçta şaşkınlıkla izledik onu. Ne tarzı, ne söylemleri, ne de eylemleri bize uymuyordu. Başka bir zamandan, başka bir gezegenden yanlışlıkla bu dünyaya gelmiş gibiydi. Bir türlü kabullenemedik Özhan Canaydın ekolünü. Kanıksadık onu. Aramıza almamak için direndik. Bilakis, kendimize benzetmeye çalıştık. Sporun 'sevgi, barış ve dostluk' olduğu temasını tekrarladıkça, Fair Play mesajları verdikçe, ona acı acı güldük. Bir 'Don Kişot' muamelesi yaptık, kendisine. Ne de olsa yel değirmenlerine karşı savaşıyordu! O ise yılmadı. Israrla bizi değiştirmeye çalıştı. Çabasının karşılığı ise, aşağılanma ve hakaretler oldu. Rol yaptığını söyleyenler bile çıktı.

Şark kurnazı, taşralı politikacı muamelesi gördü, belli çevrelerce. Zaman zaman kendi camiasından da tepkiler aldı. Centilmen olduğu için Ali Sami Yen'de yuhalamak gibi bir ayıbı bile işlediler. Çoğunlukla anlaşılamadı. Dışlandı. Yalnızlaştı. Kahroldu. Ama hepsini içine attı. Ve pes etmedi. Yolundan dönmedi. Yara-bere içinde de olsa, sisteme karşı mücadelesini sürdürdü. Sonunda bir de fark ettik ki, az da olsa bizi değiştirmiş Özhan Bey. Sahip olduğu hasletleri biz farkında olmadan içimize işlemiş. Bugün dündan daha huzurlu bir futbol ortamı varsa, bu onun sayesindedir. Evet, Galatasaray onunla arzu edilen başarılara ulaşamadı belki. Ancak, yalnız Galatasaray’a değil, Türk futboluna getirdiği insancıl anlayışla adını tarihe yazdırdı. Galatasaray'da geçen bunca sıkıntılı yıldan, çekilen eza-cefadan sonra tam yaptığı yatırımların hasadını toplayacakken bırakmak zorunda kalması, kaderin garip bir cilvesi olsa gerek.

Babacanlığıyla, insanlığıyla, yardımseverliğiyle, sevecenliğiyle, ailesinin geleceğini ipotek altına alacak kadar Galatasaray’a olan bağlılığıyla, fedakarlığıyla gönüllerimizin en has bahçesinde yer edinmiştir Özhan Başkan... Güle güle zarif adam. Seni asla unutmayacağız."

Böyle yazmışım, 28 Şubat 2008 tarihli Fanatik Gezetesi'ndeki 'Sahalardan çekilen zerafet: Özhan Canaydın' başlıklı makalemde. Görevi bırakmasının ardından... O zerafet, bugün ise hayatımızdan çekildi. Can suyumuz kurudu. Biraz daha çoraklaştık. Aslında yukarıdaki ifadelere eklenecek pek fazla bir söz yok. Çünkü sözün bittiği yerdeyiz yine. Ne söylersen söyle Özhan Bey geri gelmeyecek artık. Bizi duymayacak da... O şimdi çok uzaklarda. Belki de ait olduğu yerde. Yıldız tozlarının arasında. O sonsuz yolculuğunda. Gidiyor, gidiyor...

24 Mart 2010, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Lucas ön liberoya!‘’

Dün geceki Trabzonspor maçı da gösterdi ki, Galatasaray’ın en büyük sorunu, ön libero mevkiinde birinci sınıf oyuncularının olmayışıdır. Mevcut kadroda yer alan dört ön libero da, oyunun iki yönünü oynamaktan uzak olunca Sarı-Kırmızılı takım özellikle deplasman maçlarında büyük sıkıntı yaşıyor. Mustafa ve Barış da kulübedekiler gibi topu oyuna sokmada ve forveti desteklemede yetersiz kalınca orta alanda bütün yük Elano’nun omuzlarına bindi. Ancak ne var ki Brezilyalı yıldız da bekleneni vermekten uzaktı. Bu sorunun bundan sonraki haftalarda da süreceği göz önüne alınırsa, Rijkaard’ın Lucas Neill’i orta sahaya çekmesi bir çözüm olabilir.

Orta alandan kaynaklanan bu organizasyon sıkıntısından dolayı uzun toplara yönelen Sarı-Kırmızılı takımın bu stratejisi de, Jo’nun pivot santrfor özelliklerine sahip olmaması nedeniyle bir sonuç vermedi. İleriye şişirilen bütün toplar adeta bir duvar tenisi gibi Trabzonspor defans oyuncularından geri döndü. Gerçek şu ki, Galatasaray Hakan Şükür’ün boşluğunu hala doldurabilmiş değil! Sakatlıktan yeni kurtulan Milan Baros’un da daha zamana ihtiyacı var. Ama zamanın da Galatasaray aleyhine işlediği ayan beyan ortada.

Bütün bu olumsuz saha içi görüntüsüne karşın Galatasaray yine de Avni Aker’den puan çıkaracak pozisyonları yakaladı. Özellikle maçın ilk ve son 10 dakikalarında yakaladığı pozisyonlarda kalesinde devleşen Onur’u geçebilseydi sahadan üç puanla dahi ayrılabilirdi. Lakin ayrılsa ne yazar! Bir dahaki deplasmanda Sarı-Kırmızılı taraftarlar yine kahır çekecek. Şampiyonluğa oynayan bir takımın deplasman karnesi bu kadar kötü olur mu? Ali Sami Yen büyüsüyle mutlu sona ulaşmak mümkün mü? Çok zor. Atı alan Üsküdar’ı geçiyor bile...

22 Mart 2010, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Bursaspor artık 'Beşinci Büyük'tür‘’

Son söyleyeceğim lafı hiç eveleyip gevelemeden ilk başta dile getireceğim: Bursaspor'un bu sezon şampiyon olmasını can-ı gönülden temenni edenlerden biriyim.

Çünkü bu, Türk futbolunun selameti açısından bir zorunluluktur. Çünkü bu, Dört Büyükler'in hegemonyasının darbe alması, etki alanının daralması bakımından mutlak surette gerçekleşmesi gereken bir devrimdir.

Çünkü bu, Anadolu ihtilalininin fitilini ateşleyecek bir kıvılcımdır. Mesela; Eskişehir, Kayseri, Gaziantep, Antalya gibi potansiyel taşıyan diğer kentlerimizi de harekete geçirecek bir dinamiktir.

Çünkü bu, Anadolu halkına taraftarlık bilinci aşılayacak, önceliği Üç Büyükler'den ziyade kendi şehirlerinin takımlarına vermesini sağlayacak bir dip dalga hareketidir.

Çünkü bu, sahada ve saha dışında adaleti tesis etmekle yükümlü olan federasyonun, hakemlerin, futbolu yöneten-yönetemeyen, yetkili-yetkisiz tüm kurulların, kurumların ve medyanın yıllardır Dört Büyükler lehine estirdiği yıkıcı fırtınanın hızını kesmesine sebep olacak bir döngüdür.

Lafın kısası, Bursaspor'un şampiyonluğu mahküm olduğumuz kısır döngünün kırılması için elzemdir. Bugünlerde kuvvetli bir ihtimal olarak beliren bu olgunun mayıs ayı sonunda realize olmaması için hiç bir sebep yoktur. Bursaspor'un yöneticisiyle, teknik heyetiyle, futbolcusuyla, taraftarıyla, kentin en ücra köşesindeki hemşerisiyle buna hazır olduğunu biliyoruz. Sessiz, derinden ama emin adımlarla geldikleri de ortada. Önlerinde uzun ve engebeli bir yol var. Taşıdıkları inanç, özgüven ve motivasyonla tüm engelleri aşacak güce, donanıma sahip olduklarının kendileri de farkında. Lakin rakipleri de artık bunun farkında! O nedenle dikkatli olmalılar! Sağlam ve dirayetli durmalılar! Sinirleri çelik gibi olmalı! Basit hatalara yer yok!

Şampiyonluğu adeta bir zanaatkar titizliğiyle ilmek ilmek örmesi gerekecek olan Bursaspor camiasının aklından çıkarmaması gereken bir gerçek de şudur: Sezon sonunda şartlar ne olursa olsun Bursaspor artık ligin 'Beşinci Büyüğü'dür. Zira çıta yükselmiştir. Artık bundan geriye dönüş yoktur. Hedef daha yukarısı olmalıdır. Hayalperestlikle suçlayabilirsiniz belki ama ben, Bursaspor'un Türkiye'nin Manchester United'ı, Ertuğrul Sağlam'ın da Alex Ferguson'u olabilecek potansiyele ve futbol değerlerine sahip olduklarına inanıyorum. Buna kendileri de inansın yeter.

17 Mart 2010, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Keita resitali‘’

Ankaragücü maçının bir kaç açıdan önemi vardı. Galatasaray’ın iddiasını devam ettirmesi boyutu bir yana, takımın Arda’sız ne yapacağı ve onun yerine oynayacak olan Dos Santos’un katkısının ne olacağı merak konusuydu. Sarı-Kırmızılı takımın, Arda’nın oynamadığı dört maçtan sadece bir galibiyet çıkardığını hesaba katarsak bu konudaki endişelerin yersiz olmadığını da söyleyebiliriz. Ancak maça fırtına gibi başlayan ve ilk dakikalarda da golü bulan Galatasaray bu endişeleri gidermeyi başardı. Ne var ki, Meksikalı oyuncunun silik futbolu kafalarda soru işareti bıraktı.

Bu maçta Dos Santos’un ilk 11’de sahaya çıkacağı zaten bekleniyordu. Ancak Rijkaard’ın, Ayhan Akman-Mehmet Topal ikilisinin yerine Mustafa Sarp ile Barış Özbek’i oynatması gecenin sürpriziydi. Belli ki, Hollandalı çalıştırıcı Eskişehir yenilgisinin faturasını Ayhan-Mehmet ikilisine kesmişti! Bu tercihinde ne kadar haklı olduğunu da Mustafa ile Barış’ın dinamik ve yıpratıcı futboluyla gördük. Her ne kadar onlar da topu oyuna sokma konusunda çok fazla beceri gösteremeseler de, savunmaya yaptıkları katkı yadsınamazdı. Öyle ki başta Vassell olmak üzere kadrosunda birçok yıldız oyuncu barındıran Ankaragücü maç boyu sadece bir net pozisyon bulabildi.

Elbette, savunma ve orta alanın bu kadar dikkatli olduğu bir maçta takımın yıldızlarının devreye girmesi de kaçınılmazdı. Nitekim başta Keita olmak üzere onlar da sahne almakta gecikmediler. İlk ve son golün asistini yapan Abdel Kader, ikinci golü de adeta yoktan var etti. Fildişi Sahilli yıldızın attığı ve attırdığı gollerdeki bireysel performansı, son yılların en fantastik resitaliydi. Doğrusu gözlerimizin pasını sildi.

15 Mart 2010, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Diyarbakırspor politikasının iflası!‘’

Aslında sade ve basit bir oyun olan futbol üzerinden politik oyunlar oynamak insanoğlu için yeni bir uğraş değil. Geçmişte 20. Yüzyıl Avrupa’sının diktatörlerinin başvurduğu bu yöntemi biz yeni keşfettik. İş, aş, eğitim ve hizmet götürmediğimiz bir coğrafyada futbolla barış ve huzur sağlayacağımızı sandık. Fena halde yanıldık. Futbolun zaman zaman toplumlar arası yakınlaşmayı sağladığı bir gerçek. Son örneği Türkiye-Ermenistan mili maçları. Ancak ne var ki bir ülkenin herhangi bir bölgesinde baş gösteren şiddet ve çatışmayı futbolla absorbe etmek hayalperestlikten başka bir şey değildir.

Diyarbakırspor'u yanlış bir devlet politikasının aracı haline getirirseniz, karşı taraf da aynı yöntemi kendi argümanı için kullanır. Diyarbakır'daki son olaylar bundan başka bir şey değildir. Devletin propaganda silahı ters tepmiş, PKK'nın elinde oyuncak olmuştur. Hiç kuşkusuz sorunlu bir bölgeye verilecek hizmetler arasında sportif yatırım da yer almalıdır. Ama bu şekilde değil. Bunun yanlışlığı, bundan önceki sezonlarda da ortaya çıkmıştı. Fakat bu politikadan vazgeçilmedi. Oysa Diyarbakırspor'a aktarılan kaynaklarla amatör branşların geliştirilmesi sağlanabilirdi. Spor tesisleri yapılabilir, antrenörler görevlendirilebilir, bölgedeki başı boş gençlik atletizm, yüzme, jimnastik, güreş, boks, halter, basketbol, voleybol, hentbol gibi branşlara yönlendirilebilirdi. Sokakta polise taş atan çocukların spor sahalarında birbirleriyle yarışmaları sağlanabilirdi. Lakin devletimiz böyle uygun görmedi. Etnik ayrılıkları ve düşmanlıkları körükleyecek ucuz ve popülist politikalara yönlendi. Bunun faturası da çok ağır oldu. Diyarbakır Atatürk Stadı'ndaki recm ve linç girişimi toplumsal dokumuzda uzun süre kapanmayacak yaralar açtı. Organize bir eylem olduğu her halinden belli olan bu vahim olay sportif olmaktan öte ideolojik ve sosyolojik motifler taşıyor. Çözümü de buralarda aramak gerekiyor. Eğer kısa zamanda sorunu çözemezsek, bu dalga ülkenin başka şehirlerine ve statlarına da yayılacaktır. İşte kapıdaki asıl tehlike de budur.

10 Mart 2010, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI