Arama

Popüler aramalar

‘’Hentbol maçı!‘’

Elano, Keita, Neill, Jo ve Dos Santos... Saydığımız bu isimler sezon başı ve ortasında Galatasaray’ın kadrosuna kattığı dünya çapında yıldızlar... Bütün bunlara kimsenin itirazı olduğunu sanmıyorum. Ancak ne var ki, Neill dışında hücum hattına güç katacak bu göz kamaştırıcı isimler bir takımın ‘takım’ olmasına yetmiyor. Takım olmak için öncelikle omurganın sağlam olması gerekiyor. Omurgadan kastımız; kaleci, savunmanın göbeği, orta alanın ortası ve en uçta yer alan forvet ya da forvetler... Hiç kuşkusuz her birinin takım bütünlüğü açısından ayrı ayrı büyük önemi var. Gelgelelim, oyunun iki yönünü de oynayabilecek özelliklere sahip orta alan oyuncularının diğerlerinin bir adım önüne geçtiğini söyleyebiliriz. Kastettiğim, son yıllarda futbol terminolojisinin en fazla vurgu yapılan oyuncuları... Yani ön liberolar.

Geçtiğimiz sezon futbol tarihinin en büyük kulüp başarısına imza atan Barcelona fenomenine göz attığımızda, Katalan ekibinin sırrının, bu mevkiinde oynayan Iniesta ve Xavi’de saklı olduğunu görebiliriz. Elbette Galatasaray’ın bu kadar yüksek kalitede ön liberolara sahip olmasını bekleyemeyiz. En azından şimdilik! Lakin, büyük hedefler peşinde koşan bir takımın en hayati mevkiinde yer alan oyuncuları da Ayhan Akman ve Mehmet Topal olmamalı. Defansif katkıları zaten sınırlı, ofansif yönleri de sıfır olan bu ikilinin yan yana oynatılması, takımın hücum gücünü zayıflattığı gibi kreatif yönünü de sıfırlıyor. Bir de bunlara Arda, Keita, Sabri ve Caner’in kötü günlerinde olması eklenince Galatasaray’ın futbolu çekilmez hal alıyor. Dünkü maçın akılda kalan en önemli boyutu ise, oyunun ayak topundan çok el topunu andırması ve Bülent Yıldırım’ın da sahada hentbol hakemi gibi durmasıydı!

09 Mart 2010, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Fenerbahçe düşmanı Aydınus!‘’

Futbol bir bileşkedir. Yönetim, teknik adam, futbolcu, taraftar, hakem ve basın ayağından oluşan... Her birinin ayrı ayrı rolü ve önemi vardır. Bunlardan biri olmadan diğerlerinin bir kıymeti harbiyesi yoktur. Olimpiyat halkaları gibi iç içe geçmişlerdir. Dolayısıyla, artık endüstriyel bir ürün halini alan futbolun, son yıllardaki moda deyimle 'marka değeri'ni belirleyecek olan da bu bileşenlerdir. Ve bundan dolayıdır ki, futbolun değerini düşürecek eylem ve söylemlerden kaçınmaları tümünün asli görevidir. En başta da yöneticilerin... Çünkü söz konusu marka değerinin artırılması hepsinden önce onların yükümlülüğündedir. En sorumlu davranması gereken onlardır.

Gelgelelim bizim ülkemizde tam tersi bir süreç işlemektedir. Yöneticiler öylesine sorumsuz davranışlarda bulunmakta, öylesine provokatif ve tehditkar demeçler vermektedir ki, futbol terörünün neredeyse baş sorumlusu olmaktadırlar. Bu tür yönetici prototipinin son örneği; Fenerbahçe Başkanvekili Nihat Özdemir'dir. Sayın Özdemir'in, Sarı-Lacivertli takımın 2-1 kaybettiği İstanbul Büyükşehir Belediyesi maçının ardından hakem Fırat Aydınus'u 'Fenerbahçe düşmanı' ilan etmesi yuh dedirtecek cinstendir. Böylesi bir sorumsuzluğun izahı, iler tutar tarafı yoktur. Bu, Aydınus'u holiganlara, psikopatlara hedef göstermekten başka bir şey değildir. Bundan böyle Fırat Aydınus ve aile efradının başına gelebilecek her türlü belanın, musibetin suçlusu Nihat Özdemir'dir. Ben bu yazıyı yazana kadar Futbol Federasyonu henüz Özdemir'i PFDK'ya sevk etmemişti.

Ancak bugün, yarın sevk edileceğinden kuşkum yok. Ancak verilecek cezanın caydırıcı olmayacağını hepimiz biliyoruz. Futbol Federasyonu, eğer gerçekten de Türk futbolunu milyarlarca dolarlık dünya piyasalarında bir yerlere getirmek istiyorsa bu tarz yöneticilere çok daha ağır yaptırımlar uygulamalıdır. Gerekiyorsa yöneticilik hayatları sonlandırılmalıdır. Erman Toroğlu'unu marka değerini düşürüyor gerekçesiyle bir kalemde silenlerin, Nihat Özdemir tipindeki yöneticiler karşısında sessiz kalmaları göz boyamadan, aldatmacadan başka bir şey değildir.

Yok, sen boşuna konuşuyor, yazıyorsun; burada gücü gücüne yetene kuralının işlediği orman kanunlarının geçerli olduğu bir futbol piyasası var deniyorsa, o zaman yapılabilecek pek fazla bir şey yoktur. Dizlerimizi dövmekten başka...

02 Mart 2010, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Jo faktörü‘’

Her şeyden önce böylesine kişilikli bir takım yarattığı için Yılmaz Vural’ı kutlamak lazım. Sezon başı itibariyle küme düşecek ilk takım gözüyle bakılan Kasımpaşa ligin en pozitif futbol oynayan takımlarından biri olduğunu dün gece Galatasaray karşısında bir kez daha kanıtladı. Mavi-Beyazlılar, mütevazı kadrosuyla Türkiye’nin en pahalı ekibine karşı cesur bir futbol oynamakla kalmadı, oyunun belli bölümlerinde daha etkili pres yaptı, daha iyi top çevirdi.

Fenerbahçe’nin yenilmesiyle birlikte aradaki puan farkını açma fırsatını yakalayan Galatasaray’da ise Rijkaard’ın sahaya sürdüğü kadro, beraberinde büyük riskler de taşıyan bir yapıdaydı. İleride görev alan dörtlü, hücum zenginliği yaratabilecek olmasına karşın pres özelliklerinin yetersiz oluşu nedeniyle takım savunmasını arızaya uğratacak oyun karakterine sahiptiler. Nitekim, Kasımpaşa’nın baskı kurduğu bölümlerde en az üç oyuncunun ileride kalması, savunmayı ve iki ön liberoyu oldukça zorladı. Her şeye rağmen Galatasaray bu bölümde farkı açacak pozisyonlar da buldu. Başta Dos Santos olmak üzere forvetlerinin geliştirdiği kontrataklarda golü bulamamasının en büyük sebebi pas seçimlerinde yapılan tercih ve zamanlama hatalarıydı.

Dün gecenin Sarı-Kırmızılı takım adına en büyük kazancı Jo ve Dos Santos’un giderek takıma intibak etmiş olmalarıydı. Özellikle Jo, Hakan Şükür’den sonra özlenen pivot santrfor özlemini giderecek bir görüntü sergiledi. Sambacı, kendisini çok iyi savunan genç Barış’a rağmen ileriye atılan her topa sahip olarak arkadaşlarına servis yapmayı başardığı gibi, alan boşaltarak gerideki oyuncuları pozisyona sokmaya çalıştı. İnsan, keşke Avrupa’da da oynayabilseydi demekten kendini alamıyor.

01 Mart 2010, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’İtalyan işi!‘’

Son yıllarda futbol terminolojisinin en çok vurgu yapılan kavramı ‘takım savunması’dır. Gerçekten de büyük başarılara imza atan takımlara bakıldığında savunma prensiplerinin üst düzeyde olduğu görülür. Ancak bu tek başına yeterli midir? Kuşkusuz hayır. Takım olarak ne kadar iyi savunma yaparsanız yapın, hücum yönünüz de aynı ölçüde etkili değilse ‘takım’ olmanız mümkün değildir. İşte Galatasaray’ı iki hafta içinde iki hedeften uzaklaştıran en önemli etken budur. Takım olma konusunda ne yazık ki bu sezon bir türlü balans tutturulamadı. Sezon başında etkili bir hücum takımı görüntüsü veren Galatasaray’da sezon sonuna doğru şemsiye tersine döndü. Bunda beklenmedik sakatlıkların ve yanlış transfer politikasının rolü çok büyük. Bir büyük takımı forvetsiz bırakmak nasıl bir yönetim becerisidir sorgulamak gerekir. Koskoca Galatasaray sadece Arda ve Keita’nın omuzlarına bindirilmiş hedefe götürülmek isteniyor. Bu iki futbolcuya zaman zaman Caner eşlik ediyor hepsi bu. Gerisi savunmada var, hücumda yok. Bekler ise ikisinde de yok.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen Galatasaray kendisine turu getirecek pozisyonlar da buldu. Sadece birini değerlendirebildi. İkincisini de bulacaktı ki, İtalyan hakeme takıldı. Maç boyu ikili mücadelelerde tercihlerini Atletico lehine kullanan Rocchi, çizgi hakeminin de seyrettiği pozisyonda net bir penaltıyı vermeyerek turu Galatasaray’ın elinden aldı, rakibine hediye etti. Caner de İtalyan’ın ekmeğine yağ sürdü!

26 Şubat 2010, Cuma 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Affetme bizi Zekeriya!‘’

Sevgili kardeşim Zekeriya Güçlü! Bahtı kara ülkemin, kalbi kırık şampiyonu! Sana, daha fazla katlanamadığın için gencecik yaşında terk ettiğin şu yalan dünyadan sesleniyorum. Sesimi duyup duyamayacağını bilemiyorum. Lakin seslenmeliyim. Sen de bilirsin ki, en zor yazı adrese ulaşıp ulaşamadığı bilinmeyen yazıdır. Ancak ne var ki yazılmak zorundadır, bu tür yazılar da... Bu biz fanilerin, siz ölümsüzlere karşı son vazifesidir, borcudur.

Evet, başlıkta da belirttiğim gibi bizi hiç bir zaman affetmemelisin. Araf’ta karşılaştığımız zaman iki elin yakamızda olmalı. Sana yaptığımız kötülüklerin, ihmalkarlıkların hesabını sormalısın bizden. Ben kendi adıma mağfiret dilemeyeceğim senden. Çünkü suçluyum; suçluyuz. Seni anlamadık. Seni sahiplenmedik. Seni yaşamın boyunca yapayalnız bıraktık. Bir başına, kendi dertlerinle, yoksunluklarınla, kederinle... Sana karşı hep riyakar davrandık. Moskova’dan Dünya Şampiyonu olarak döndüğünde boynuna çelenk takarken de sahte bir samimiyetimiz vardı, sana hiçbir zaman gerçekleştirmeyeceğimiz vaatlerde bulunurken de...


Çalıştın, çabaladın, sesini duyurmak için nafile çırpınışlarda bulundun. Ama başaramadın. Sonunda pes ettin. Çekildin köşene. Boynunu büktün. Mahzunlaştın. Kırıldın hepimize. Küstün hayata. İçindeki o derin kederi, musalla taşının karşısına asılan o devasa posterindeki yüzünde görmek mümkündü. Ama ne fayda! Sen gittin. Bunu sen yaşarken, spor yaparken, hastalığınla boğuşurken görmeliydik. Görmedik. Gözlerimize mil çekildi sanki.

Zaten biz hep böyle değil miyiz? Hasbelkader çıkan değerlerimize sırt çevirmek en büyük karakteristik özelliklerimizden biri olmadı mı yıllardır? O değerler ki, elimizden, avucumuzdan kayıp geri dönüşü olmayan o sonsuz boşluğa yuvarlanınca ancak aklımız başımıza geliyor. Gelse ne olur! Dizlerimizi dövsek, başımızı duvarlara vursak ne çıkar? Nedametimiz, günahımızı hafifletir mi? Sen iyisi mi bize aldırma can dostum! Bırak, kendi sefaletimizle bizi baş başa. Sizleri tüketince nasıl olsa kendi kendimizi de bitirmenin bir yolunu buluruz biz. Bu, sahip olduğu bütün değerlerini hoyratça harcayan bir ulusun değişmez yazgısıdır. Bunu böyle bil. Ve bizi asla affetme! Ruhun şad, mekanın cennet olsun pek kıymetli şampiyonum!..

24 Şubat 2010, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kaç Arda kaç! (2)‘’

İşte görüyorsun sevgili kardeşim, bir süre önce sana bu şekilde seslenmekte ne kadar haklı olduğumu... Senin bu ülkeye, bu topluma fazla geldiğini söylemekte bir beis görmememin çok sayıda sebebi olduğuna pazar günü BJK İnönü Stadı'nda bir kez daha şahit olduk. Orada senin namusuna dil uzatan o zavallı güruhun önüne bundan sonraki sezonlarda bir kez daha çıkmanın artık manası yok. Git yüreğinin götürdüğü yerlere. İnsanca yaşayabileceğin, insanca muamele görebileceğin; emeğine, futboluna, kişiliğine, eşine, dostuna saygı duyacak uygar toplumlar kucağını açmış seni bekliyor. Durma buralarda. Bu sezon, senin Türkiye'deki son sezonun olsun. Zira, burada geçireceğin her günün, ömür törpün olacaktır. Bu vahşilerin arasında daha fazla kalamazsın. Vandalların, bedenini, ruhunu lime lime etmek için hep tetikte olacaklarını biliyorsun. Bugün İnönü'de, yarın başka statlarda... Hep tacize uğrayacaksın. Küfür yiyeceksin. Sadece seninle de yetinmeyeceklerini gördün artık. Seni hep üzecekler, ağlatacaklar, kalbini kıracaklar. Bu ülkenin kaba gerçeği bu. O yüzden sana buralarda hayat yok. Vakit varken, yaşanacak hayatın ve hakkın olan huzurun seni bir yerlerde bekliyorken topla pılını pırtını, uzaklaş bu ait olmadığın çorak topraklardan. Biliyorum, bu kaçış sevenlerini çok üzer. Lakin, bana kalırsa burada sana yapılanların sevenlerini daha fazla üzmesi gerekir. Nihayetinde onlar da seni anlayacaktır. Kalpleri hep seninle beraber olacaktır, senin için çarpacaktır. Senin başarınla gururlanacaktır hepsi. Bu nedenle vardığın yerde kendini asla yalnız hissetmeyeceksin. Sonra yalnızlık dediğin ne ki! Bir tutam gönül kırıklığı değil mi? Fazla söze gerek yok. Vur sırtına kederini, al başını git. Biz razıyız seni uzaktan sevmeye... Yeter ki kendini daha fazla dövdürme buralarda. Git artık git!

24 Şubat 2010, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Elano'nun dönüşü‘’

Bir dünya şampiyonunu, bir dostu toprağa verdikten sonra derbi seyretmenin, yazmanın zorluğu ve manasızlığı bir yana, bu ülkenin medar-ı iftiharı olmuş bir sporcuya neden saygı duruşu yapılmaz, insanın aklı almıyor doğrusu. Herhangi bir kulübün herhangi bir ferdi kaybedildiği zaman bütün statlarda saygı duruşu yaptıran federasyon, Türk güreşinin unutulmaz ismi Zekeriya Güçlü gibi bir değere bunu neden çok görür? Ölen insanın illa futbol camiasından mı olması lazım? Yaşarken değerini bilemedik ki, ölünce bilelim. Çok yazık, çok...

Şampiyonluk yarışı için tutunacağı son dal olan dün geceki derbiye Beşiktaş’ın olanca hırsıyla asılacağı beklenen bir durumdu. Ancak beklenmeyen, Galatasaray’ın ilk yarıdaki silik futboluydu. Siyah-Beyazlı takım belki de hiçbir rakibi önünde böylesine bir baskı kurmamıştı. Bunda Fink ve Ernst’in orta alanı iyi parsellemesinin yanı sıra Galatasaray’ın topu sürekli ileriye şişirmesi ve iki beki Uğur ile Hakan’ın kötü futbollarının da etkisi vardı. Bu bölümde Sarı-Kırmızılı takımı ayakta tutan isimler Leo Franco ile Neill-Emre ikilisiydi. Beşiktaş’ın saldırgan futbolunun ikinci yarıda da devam edeceği bekleniyordu ki, sahaya bambaşka bir Galatasaray çıktı. Son haftaların yükselen değeri Elano’nun önderliğindeki Cim Bom’da Arda ve Keita da devreye girince Beşiktaş kalesi arka arkaya tehlikeler yaşadı. Galatasaray ataklarına karşı koymakta zorlanan Beşiktaş’ın yediği golde Sivok’un büyük hatası vardı. Golden sonra işinin daha da zorlanacağı düşünülen Siyah-Beyazlı takımın imdadına Arda’nın sakatlığı ile Rijkaard’ın sahanın en iyilerinden Elano’yu dışarı alması yetişti. Bu skorla Galatasaray istediğini elde ederken, Beşiktaş’ın şampiyonluk şansı biraz daha Kaf Dağı’nın ardına doğru gitti.

22 Şubat 2010, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Cim Bom klasiği‘’

Galatasaray’ın artık geleneksel hale gelen en önemli özelliklerinden birisi ligdeki formu, pozisyonu ne olursa olsun Avrupa arenasında kendi klasiğini sahaya yansıtarak iyi futbol oynayıp, iyi sonuçlar almasıdır. Bu özelliği bir ara Gerets zamanında sekteye uğrasa da, Skibbe ve Rijkaard’la birlikte yeniden eski kimliğine büründü Sarı-Kırmızılı takım. Bunun en önemli sebeplerinden birisi hiç kuşkusuz Galatasaray’ın UEFA Kupası zaferiyle dünyada edindiği haklı şöhretidir. Gelgelelim, dün gece sözünü ettiğimiz Galatasaray var mıydı Atletico Madrid karşısında? İlk yarı itibariyle bunu söylemek çok zor. Rakip kim olursa olsun Avrupa maçlarında kendi oyununu kabul ettiren Galatasaray, Atletico Madrid karşısında bunu başaramadığı gibi, kalitesine yakışmayacak basit hatalar yaptı. Özellikle de rakip alana çıkarken kaptırılan toplar Sarı-Kırmızılı takımın başına çok işler açtı. Galatasaraylı futbolcular basit oynamak yerine fantezi paslara ve hareketlere yönelince lüzumsuz top kayıpları yaptılar ve Atletico’nun hızlı forvetlerinin ekmeğine yağ sürdüler. Bu bölümde skorun tek farkta kalması Sarı-Kırmızılı takımın şansıydı.

İkinci yarıda ise silkinen Galatasaray, attığı gole kadar sahanın tek hakimiydi. Temsilcimiz, pozisyon zenginliği yaratamasa da Elano ve Arda’nın iyi oyunu, Keita’nın anlık parlamalarıyla Atletico kalesini tehdit etmeye başladı. Nitekim arzu edilen gol de Arda-Keita kombinasyonuyla geldi ve ikinci maç için gereken avantaj sağlandı. Umarım bu fırsat Ziraat Türkiye Kupası’daki gibi kaçmaz!

19 Şubat 2010, Cuma 03:30
YAZININ DEVAMI