‘’Şenol Güneş'in karizması!‘’
Ne zaman bahsi geçse, onur, gurur, şan, şeref gibi yaldızlı sözcüklerle parlatmaya gayret etiğimiz Türk futbol tarihi, bütün tarihsel süreçler gibi aynı zamanda ihanetler, nankörlükler, haksızlıklar, iki yüzlülükler geçididir. Tarih varsa; mağrur da vardır, mağdur da... Zalim de aynı zaman diliminin bir parçasıdır, mazlum da... Ve tarihi yazan vakanüvisler, genellikle muktedirlerin tekinsiz dilini kullanırlar. Yazılı tarih, sadece onların tarihidir!
A Milli Futbol Takımımız, bundan sekiz yıl önce Türk futbol tarihinin en büyük başarılarından birine imza attığında herkese hak ettiği paye verilmişti. Bir kişi hariç: Şenol Güneş. Dönemin muktedirlerinin (Aynı zamanda bugünün de..), bu başarının mimarı Şenol Hoca'yı yerden yere vururken, kullandıkları argüman üç aşağı, beş yukarı aynıydı: Karizması, vizyonu, misyonu yok! Şenol Güneş'in kıyafetine, saçına, başına, jöle kullanmamasına bile takanlar vardı! Düzey buydu. Oysa futbol piyasamızın kurallarını ve o kuralları kimlerin koyduğunu bilenler, neden Şenol Hoca'ya böyle davranıldığını çok iyi anlıyorlardı. Bu mütevazı Trabzonlu öğretmen, her şeyden önce taşralıydı ve futbol entelijansiyasına (!) biat edenlerden değildi. Mesele aslında bu kadar basitti!
Uğradığı haksızlıklar karşısında kalbi kırılan Şenol Güneş kaçarcasına gitti bu ülkeden. Uzakdoğu'nun sakin ve dingin atmosferinde ruhunu dinlendirdi. Kendi içine gömüldü. Maneviyatını zenginleştirdi ve yeniden doğmuş biri olarak tekrar kendisini lime lime edenlerin arasına döndü. Belli ki bu kez daha güçlü, daha dayanıklı, daha sabırlı, daha babacan, daha sevecen, daha kucaklayıcı. İşte, parçalanmanın eşiğine gelmiş Trabzonspor'u yeniden ayağa kaldıran ve yarışa ortak eden dinamik budur. Bugün Trabzonspor'un başında sadece bir teknik direktör yok; bir bilge adam var. Bundan 14 yıl önce yarım bıraktığı işi tamamlamaya gelmiş bir futbol ulemasıyla karşı karşıyayız. Yarattığı sinerjiyle Bordo-Mavili camiayı adeta bütünleştiren Şenol Güneş, moral değerleri dibe vurmuş futbolcuları da adeta bir simyacı gibi yeniden işleyerek dönüştürmüş ve gerçek değerlerine kavuşturmuştur. Olimpiyat Stadı'nı dolduran 40 bin kişi, oynanan coşkulu futbol, camiadaki iyimser hava, bu sezon olmasa bile kısa zaman içinde Trabzonspor'un yeniden şampiyonluğu kucaklayacağının habercisidir. Yeter ki sabırsız, tez canlı Trabzonlular, alınacak bir-iki başarısız sonuçta Şenol Hoca'ya bundan önce yapılan haksızlıkları tekrarlamasın. Zira çok iyi biliyoruz ki, Trabzonspor tarihi de, kendi evlatlarını paramparça eden linç örnekleriyle doludur. Bu kez hata yapmamalılar. Çünkü Şenol Güneş son şansları olabilir!
‘’Felaket tellalı!‘’
Kendimizi bir futbol ülkesi olarak addediyoruz ama eli ayağı düzgün sadece iki stadımız var. İkisinin de zemini felaket.
Maç başlar başlamaz Kayserispor’un agresif ve hırslı oyunu karşısında şaşkına dönen Galatasaray’da takım savunması bir felaket.
Her transfer sezonunda, özellikle Premier Leauge takımları tarafından milyon Euro’lara transfer edilmek istendiği yönünde haberlerin uçuştuğu Mehmet Topal daha bir felaket.
Sabri’nin yokluğunda sağ kanadı teslim alan Uğur Uçar da diğer bir felaket. Sahaya 4-2-4 gibi garip bir dizilişle çıkarak takımı adeta orta sahasız oynatan, rakip eksildikten sonra hiç bir değişikliğe gitmeden son 10 dakikaya kadar oyunu seyreden Rijkaard’ın taktik anlayışı bir başka felaket. Atatürk Havalimanı tarihinin en görkemli karşılamasına neden olan Dos Santos’un sergilediği performans ve ceza sahasına yaptığı ortalar hepsinden felaket.
Türkiye’nin gelmiş geçmiş en pahalı kadrosuna sahip olmasına karşın, sahadaki takımın yarısının, kulübedekilerin de tamamının gençlerden oluştuğu Kayserispor’a karşı son yarım saati bir kişi fazla oynamasına karşın üstünlüğünü tam anlamıyla kabul ettiremeyen Galatasaray felaket ötesi. Uzun süreli sakatlıklar başta olmak üzere başına bu kadar felaket gelen bir takımın kazanması mümkün müydü? Mümkün olsa bile, mesela Elano ya da genç Emre o golleri atıp üç puanı alsa dahi gelecek adına umut verebilecek bir görüntüsü var mıydı Sarı-Kırmızı takımın? Kuşkusuz hayır. Galatasaray’ın balansı anlaşılmaz bir şekilde bozulmuş gibi. Sezon başındaki o coşkulu takım nasıl pozisyon fakiri haline gelmiş anlaşılır gibi değil.
Kimse son 15 dakikadaki baskıdan ve tempodan söz etmesin. O baskı, 10 kişi kalan Kayseri’nin savunmaya çekilme refleksinin doğurduğu bir sonuçtu. Galatasaray’ın bu maçtaki tek tesellisi, Lucas Neill ile Emre Güngör’ün uyumu ve iyi futbollarıydı.
‘’Rijkaard ironisi!‘’
Kırk küsur yıllık ömrümün yarıya yakını bu meslekte geçti. Pek çok kez hata yaptım. Yaptığım her hatadan kendime dersler çıkarmaya gayret gösterdim. Düzeltme şansım olanları düzeltmeye çalıştım. Düzeltemediklerim için ise içtenlikle özür diledim. Başta okuyucularım olmak üzere... Hiç kuşkusuz hatalarımdan dolayı büyük tepkiler de aldım. Hepsini olgunlukla karşıladım. Zaten bu mesleğin doğasında vardır, etki-tepki korelasyonu... Bu nedenle tepkilere her zaman hazırlıklıyızdır. Yazı bir kurşun gibidir. Namludan çıktıktan sonra geriye dönüşü yoktur. O nedenle bir yazı yazacağım zaman adrenalinim iki katına çıkar. İçimi bir korku kaplar. Heyecandan titrediğim zamanlar bile olur. Yazı yazmak tel cambazlığı yapmak gibidir. Üstelik elinde denge sopası da yoktur!
Bilenler bilir, ironik yazı yazmak benim tarzım değildir. Bu tarzı pek az denerim. Çünkü ironi, büyük ustalık gerektiren tehlikeli bir yazım tarzıdır. Yanlış anlaşılmaya o kadar müsaittir ki, bazen ironinin açıklamasını yapmak zorunda kalırsın. İşte şimdi benim bu yazıda yapmaya çalıştığım da budur. Üç gün önce kaleme aldığım ‘Go home Rijkaard (2)’ yazısı üzerine gelen sert tepkilere o kadar şaşırdım ki, anlatamam. Küfür, hakaret ve tehditleri bir yana bırakırsak, aklı-selim okuyucular için bu açıklamayı yapmak benim için bir zorunluluk oldu. Evet, yazının başlığında ünlem olmaması belki yanlış anlamalara neden olmuş olabilir, ama yazının içeriğini okuyunca ne anlatmak istediğimin gayet açık olduğu ortadadır. Rijkaard’a sahip çıkılması gerektiği daha nasıl anlatılır bilemem. O yazıdan, Rijkaard’ı yerden yere vurduğum, memleketine postalamak istediğim sonucunu çıkarıp beni Galatasaray düşmanı, Aziz Yıldırım’ın uşağı ilan etmenin iler tutar bir tarafı yoktur. Her zaman okur, yazara serzenişte bulunacak diye bir kaide yoktur. Bazen yazarlar da okurlara serzenişte bulunur. Ben de bugün size serzenişte bulunuyorum. Daha ne diyeyim!
*****
Gökhan alınmalıydı
Galatasaray’ın ara transferde aldığı flaş isimler hem futbol, hem de reklam ve pazarlama açısından takıma katkı sağlayacak futbolclar. Ancak giden Nonda mı olmalıydı? Eminim, Kongolu futbolcu taraftarın içini burmuştur. Bana göre gidecek isim Leo Franco olmalıydı. Hem Ufuk’un önünü açmak hem de takımı santrforsuz bırakmamak için... Ama yapılmadı. Bence yönetimin bir hatası da Gökhan Ünal’ı almamak oldu. Belki maliyetinden kaçıldı, ama Gökhan Ünal kalitesinde bir santrafor için istenilen para verilebilirdi. Verilseydi, Jo’nun sakatlığı camiayı bu kadar kara kara düşündürtmezdi. Üstelik ezeli rakibinin de eli zayıflatılmış olurdu.
‘’4-Arda-0!‘’
Futbolu rakamlara hapsedenlerden değilim. Ne rakamlarla ifade edilen saha içi dizilişin, ne de basketboldaki gibi istatistiki verilerin futbolu tarif etmeye yetmeyeceğine inanıyorum. İnandığım rakamsal bir değer ve futbol felsefesi varsa, o da Cruyff’un 1-9-1 diye tarif ettiği ‘total futbol’ anlayışı ile “En güzel gol, boş kaleye atılan goldür” şiarıdır. Bu nedenle Rijkaard üzerinden yapılan ve 4-3-3, 4-4-2, 4-5-1 ya da 4-6-0 gibi bir takım rakamlarla ifade edilen taktik varyasyonların bugünkü Galatasaray’ı anlatmak için yetersiz kaldığını düşünüyorum. Aslında Rijkaard’ın yapmak istediği gayet basit. Barcelona’da uyguladığı ve bugünkü ‘Barca fenomeni’nin temellerini attığı oyun anlayışını Galatasaray’a yerleştirmek. Bu, bir devrimin temellerini atmaktır. Her devrimde olduğu gibi bir takım sancılar, sıkıntılar, zaaflar olacaktır. İşte Galatasaray’da yaşanan budur. Keza dün geceki kötü futbolun sebebi de... Çünkü Rijkaard’ın oyun felsefesinde en kritik bölge orta alandır. Bu bölgede yer alan futbolcuların oyunun iki yönünü de oynamaları gerekir. Gelgelelim, Galatasaray’ın orta sahasını oluşturan oyunculardan bunu yapabilen sadece Arda Turan’dır. Kısmen de Mustafa Sarp... Hal böyle olunca bütün yük Kaptan’a biniyor. O ne kadar oynarsa takım o kadar sonuç alıyor. Bu görüntü de, ‘Yıldızlar Topluluğu’ diye anılan koskoca Galatasaray’a yakışmıyor. Diğer yıldızların bir an önce devreye girmesi elzemdir. Aksi takdirde Antalya karşısındaki gibi futbolu sıfır, pozisyonu sıfır, şutları sıfır, oyuna hakimiyeti sıfır, pas yüzdesi sıfır bir Galatasaray ortaya çıkar ve taraftarın gelecek adına beslediği tüm umutları sıfırlar.
‘’Başkan'ın şifreleri‘’
UEFA Kupası ve sonrası
Başkan Adnan Polat, “Sportif başarının maddi altyapısının oluşturulmasıyla, başarıların sürekliliği mümkün kılınacaktır” sözüyle bir bakıma UEFA Kupası ve sonrasına gönderme yapıyor. UEFA zaferinin devamının getirilmemesinin en büyük nedeninin kulübün gerekli maddi altyapıya sahip olmamasına bağlayan Polat, Kupa’nın kazandırdığı potansiyelin de harekete geçirilemediğine vurgu yapıyor.
Tek büyük Galatasaray
“Galatasaray bu topraklardan çıkabilecek en kurumsalaşmış tek spor markasıdır” ifadesinin en klasik açılımı şudur: “Tek büyük var, o da Galatasaray.” Sayın Polat’ın “çıkmış” kelimesinin yerine “çıkabilecek” kelimesini bilinçli kullanıp kulanmadığını bilemiyorum ama burada ezeli rakibine gönderme yaptığı gayet açık. Baştan Polat’ın bu cümledeki bir iddiası da Galatasaray çapında bir markanın bundan böyle Türkiye’den çıkamayacağıdır.
Türk sporunun öncüsü
“Geçen 100 yılda olduğu gibi kendi vizyonuyla Türk sporunun gelişimine damga vuracağını ve yeni dönemde de öncülük misyonunu üsteleneceği” açıklamasınya Adnan Polat sadece futbolu kastediyorsa haklıdır. Galatasaray vizyonunun, Türk futbouna öncülük yaptığı ve bundan sonra da yapmaya devam edeceği bir gerçek. Ancak ‘Türk sporu’ derken diğer branşları da unutmamak gerekir ki, bu da Galatasaray’da bundan sonra yatırımların sadece futbolla sınırlı kalmayacağının teyididir.
‘’Go home Rijkaard (II)‘’
Artık fazla oluyorsunuz, Bay Frank! Öyle ne demek oluyor, hakeme itiraz eden futbolcuya çıkışmak! Yedek kulübesinden el kol hareketleriyle ok gibi fırlamak, dördüncü hakemin üstüne bir hışımla koşarak seyirciyi ve diğer futbolcuları da tahrik etmek; şov yapmak varken, kendi futbolcunuzu hizaya getirerek bize ne anlatmaya çalışıyorsunuz! Ne alemi var kırk yıllık alışkanlıklarımızı yerle bir etmenin! Şimdi durup dururken nereden çıktınız! Hafta içi bazı aklı-ı selimler sizi konuşacak. Örnek hareketinizden filan bahsedilecek. Felsefeniz, ahlakınız, iş disiplininiz, dünya görüşünüz, meslek anlayışınız bir kez daha anlatılacak. Yerli şovmenlerle göndermeler yapılacak. Hiç yoktan gündem yarattınız şimdi! Ne gerek vardı buna! Biraz bize uysanıza!
Kuşkusuz bir kez daha rahatsızlık da vereceksiniz bazı mihraklara, odaklara, baronlara! Taktiğinizle, tekniğinizle, oyun anlayışınızla ilgili yine bir kulp bulup sizi yerden yere vuracaklar; futbolu bilmediğinizi bilmem kaç bininci kez papağan gibi tekrarlayacaklar ve evinize dönmenizi isteyecekler. Tıpkı sezon başından beri ve son olarak Ali Sami Yen'de oynanan Gaziantep maçının ardından yaptıkları gibi... Hani, son derece kötü oynayan, penaltı dahil arka arkaya goller kaçıran ve bu nedenle bazı densiz seyirciler tarafından bir ara ıslıklanan Nonda'yı oyunda tutup, Elano'yu çıkarmıştınız ya... Sizi tefe germişlerdi. Oyunu okuyamadığınızı iddia etmişlerdi. Oysa bilmiyorlar mıydı ki, Nonda'yı oyunda tutmanızın ardında bir teknik direktörün oyuncusuna sahiplenme duygusunun yattığını? Bir annenin sınavlarda başarısız olan ya da ne bileyim sokakta başka çocukların saldırısına uğrayan evladını şefkatle kucaklaması gibi futbolcunuzu bağrınıza bastığınızı anlamadılar mı sanıyorsunuz? Anladılar, anladılar. Hem de çok iyi anladılar. Lakin, iş başka! Siz bilmezsiniz, buralarda biat kültürünün geçerli olduğunu? Arada bir duayenlere (!) telefon açmalısınız, fikir danışmalısınız, hatta zaman zaman Papermoon'da filan yemek yemelisiniz, birlikte fotoğraf karelerine girmelisiniz. Onlara bağlı ve bağımlı olmalısınız. Bir dediklerini iki etmemelisiniz. Bakın görün o zaman nasıl el üstünde tutuluyorsunuz. Hatalarınız nasıl görmezlikten geliniyor. Her sözünüzde, her eyleminizde nasıl keramet aranıyor. Nasıl size payeler veriliyor. Nasıl dünyanın en iyi teknik adamı oluyorsunuz. Hatırlatırım size, bu topraklarda kendi başınıza buyruk olduğunuz, ilkeleriniz, prensipleriniz olduğu zaman başınıza gelmeyen kalmaz. Tamam, bu kültüre yabancısınız. Ama başka şansınız yok! Ya bu deveyi güdeceksiniz, ya da bu diyardan gideceksiniz! Güdemeyeceğinize göre... Valizinizi hazırlayın! Biletiniz kesildi bile!..
‘’Yeni Barça mı oluyor?‘’
Bir büyük kulübü ‘büyüklük’ mertebesine çıkaran en önemli faktör, yöneticilerinin sahip olduğu değerlerdir. Akıllı, zeki, çağdaş, vizyon sahibi, atılımcı ve cesur yöneticiler ancak bir kulübü büyütebilir. O büyüklük ki, salt yerel sınırlar içinde ezeli rakiplere üstünlük sağlamakla sınırlı değildir. Kulübü evrensel boyutlara taşımak asli görevdir. Bugün Galatasaray işte bu eşiktedir. Galatasaray’ın dünyada tanınan en büyük Türk markası olduğu zaten bir gerçektir. Ama tanınmak, bilinmek yetmiyor. Önemli olan hali hazırda bekleyen bu büyük potansiyeli harekete geçirmektir. Taraftarın yalnız müsabakalarda değil, günün her saatinde yararlanabileceği çağdaş tesislere sahip olmak, kalıcı gelir kaynakları yaratmak, marka değerini yükseltmek, ürün pazarını genişletmek bu işin ne kadar önemli bir parçasıysa, kulübün vitrini olan futbol takımını her biri kendi alanında marka olan yıldızlarla donatmak da o kadar zorunludur. Bu, birbirini tetikleyen ve besleyen iki farklı süreçtir. Galatasaray Yönetimi’nin sezon başında ve devre arasında takıma kazandırdığı yıldızlara bu bağlamda bakmakta fayda var. Geçmişteki acı tecrübelerden ders çıkaran Adnan Polat ve arkadaşları bir kez daha ellerine geçen ikinci Avrupa zaferi fırsatını bu kez ıskalamak istemiyor. Neill, Dos Santos ve her ne kadar Avrupa Ligi’nde oynayamayacak olsa da Jo, belki bundan sonra da yapılacak bir-iki transfer daha Galatasaray’ın 10 yıl aradan sonra bir Avrupa kupası daha kazanmasına sebep olabilir. Zenginleştirilen kadro aynı zamanda ligi de domine edecek bir güce ulaşacaktır. Ki, bu sezon elde edilecek bir lig şampiyonluğu veya ikinciliği üç yıl aradan sonra takımın Şampiyonlar Ligi’nde mücadele edecek olması bakımından son derece önemlidir. Kulüplerin devre arasında yaptıkları tek bir transfer bile bazen takımların kimyasını bozarken, Galatasaray’ın adeta sezon başındaymışçasına hareket etmesi önemli bir risk gibi gözükse de, asıl hamlenin önümüzdeki yıllar için yapıldığını söyleyebiliriz. Alınan oyuncuların özelliklerine bakıldığında Rijkaard’ın yeni bir Barcelona yaratmak için kolları sıvadığını iddia etmek pek de hayalperestlik sayılmaz. Hele Galatasaray’ın ‘Nou Camp’ının da önümüzdeki yıl devreye gireceğini hesaplarsak, Sarı-Kırmızılı taraftarlar parlak bir geleceğin hayalini şimdiden kurmaya başlamalıdır. Unutulmamalı ki hayaller, gerçeğin insan zihnindeki izdüşümüdür. Gelecek Galatasaray’ın...
‘’Erman Toroğlu'nun şifresi!‘’
Ligin ikinci yarısı başlar başlamaz suni bir gündem yaratarak yine futbolun dışına çıkmayı başardık. Erman Toroğlu'nun Lig TV'deki işine son verilmesi, takımların devre arası yaptığı transferlerden, kar yağışı nedeniyle 2010 Kültür Başkenti (!) İstanbul'da iki maçın ertelenmesinden, Fenerbahçe-Denizli, Galatasaray-Gaziantep maçlarındaki olağanüstü mücadeleden, Trabzonspor'un Sivas karşısındaki müthiş futbolundan daha fazla konuşuldu, yazıldı, çizildi. Bu olayın bu kadar gürültü koparmasının bir sebebi Erman Hoca'nın hayatımıza fazlasıyla nüfuz etmesiyse, bir diğer nedeni de haksızlığa uğramasıdır. Toplumsal refleksimiz bir kez daha devreye girerek, mağdur olan Erman Toroğlu'dan yana tavır koydu. Oysa olan biten iki ticari markanın ortaklığının sona ermesinden başka bir şey değildir. Lig TV'de bir markadır, Erman Toroğlu da...
Ne Lig TV Erman Hoca'yı göndererek kendi marka değerini yükseltir, ne de Erman Hoca Lig TV'siz kendi marka değerini düşürür. Hepimiz biliyoruz ki, Erman Hoca bir müddet sonra kendi mecrasında akacaktır. Burada asıl üzerinde durulması gereken, 'Ligin marka değerinin yükseltilmesi' şeklindeki iksir sloganın arkasına sığınılarak iki yüzlülük yapılması, toplumun gözünün boyanmaya çalışılmasıdır. Erman Toroğlu'nun benim de tasvip etmediğim sokak diline sahip olduğu bir gerçek. Futbolun içinde yer alan aktörlerin bundan rahatsız olması da anlaşılabilir bir durum. Ben isterdim ki, Erman Hoca'nın kendilerine uzanan sivri dilinden rahatsız olanlar, aynı Erman Hoca’nın 2005 yılında TBMM Sporda Şiddet, Şike ve Haksız Rekabetin Önlenmesine İlişkin Komisyon'da yaptığı aşağıdaki açıklamalardan da rahatsız olsunlar. Ama nerede o günler! Buyurun buradan yakalım:
- "Şike herkesin gözünün önünde yapıldı. Diyarbakır-Elazığ maçında şike, Rize-Akçaabat karşılaşmasında her halde yanılmıyorsam aynı hesap. Türkiye'de adalet mekanizması kanaatle küme düşürebiliyorsa, düşürselerdi."
- 10 gündür teşvike aracılık eden konuşuluyor, teşviki veren Aziz Yıldırım hiç konuşulmadı. Hadi konuşsanıza, gitsenize üstüne. Arkada dev var çünkü. O aysbergin üstü."
- "Futbolda para var; mafya da var."
- "Federasyon seçimlerine karışan mafyaya devlet ’burada ne geziyorsun’ demedi."
- "Eski Federasyon Başkanı Haluk Ulusoy hakem tayin etti."
- "Eski MHK Başkanı Bülent Yavuz'u futbolun yanından geçirmem, ama TRT'de yorum yapıyor."
- "Sabri Çelik ve Bülent Uzun'un kellesi uçuruldu."
Sakın Erman Toroğlu asıl bunları dile getirdiği için aforoz edilmek istenmesin? Kim bilir?