Arama

Popüler aramalar

‘’Terlemedi bile!‘’

Avrupa’nın önemli liglerinde tek maçlı eleminasyon sistemine göre oynandığı için büyük mücadelelere ve sürpriz sonuçlara sahne olan kupa maçları bizde gruplar nedeniyle yasak savar cinsinden oynanıyor. Federasyonun kulüplere gelir sağlamak amacıyla böyle bir yönteme baş vurması her ne kadar anlaşılabilir bir durum olsa da, teknik adamların, futbolcuların ve taraftarların aynı ciddiyette olduğunu söylemek mümkün değil.

Hoş, federasyonun kulüplere temin ettiği o gelir de Ziraat Bankası ve TRT’nin kasasından; yani halkın cebinden çıkıyor ya... Neyse, o çetrefilli konulara fazla girmeyelim ve Orduspor-Galatasaray maçının en azından taraftar ilgisi bakımından bir istisna olduğunu belirtelim. Bunun nedeni de elbette iki takımın 23 yıl aradan sonra karşı karşıya gelmesiydi.

Neredeyse çeyrek asırdır Galatasaray’a hasret kalan Ordulular’ın heyecanını iki takım futbolcuları taşımazken, daha 4. dakikada ev sahibi ekibin 10 kişi kalması maçı iyice angaryaya çevirdi. Burada hakem Bünyamin Gezer’in yorumu alkışlanacak cinstendi.

Zira, ülkemizde hakemler bu tür pozisyonlara değil kırmızı kart, bazen sarı kartlarını bile çıkarmıyorlar. Rakibin eksilmesi, ardından gelen erken gol Galatasaraylı futbolcuların konsantrasyonunu sıfırlarken, yediği tekme nedeniyle oyundan düşmesine rağmen Arda Turan maça damga vuran futbolcuydu.

Galatasaray ilk yarının sonlarına doğru ciddiyetten o kadar uzaklaştı ki, Orduspor’un bir ara maçı tek kaleye bile çevirdiğine şahit olduk. Bu bölümde Sarı-Kırmızılı takımın imdadına devre yetişti.

İkinci yarının hemen başında gelen gol ise hakemin erken çalan bitiş düdüğü gibiydi. Sonrası iki takım için de antrenmandı!

11 Ocak 2010, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kaç Arda kaç!‘’

Arkana bakmadan kaç! Koşarcasına, uçarcasına kaç! Galatasaray şampiyon olsa da, olmasa da kaç! Durma buralarda! Şu gördüğün vasatlar ve vahşiler cehennemi sana ve senin gibi sıra dışı Türkler’e göre değil.Memleketinde sana rahat ve huzur yok. Burada aykırı olmayacaksın. Özel biri asla olmayacaksın. Üstün yeteneklerinle sivrilmeyeceksin. Zekan toplumun önünde gitmeyecek. Öyle liderliğe filan hiç soyunmayacaksın. Hele hele söz konusu Galatasaray’ın liderliği ise iki kere düşüneceksin ve uzak duracaksın beladan!.. Buralarda renksiz, kokusuz; sıradan olacaksın! Aksi takdirde sıradanlığın faşizmi seni gaz odasına gönderiverir! O nedenle hiç durma! Git ülkenden! Ait olduğun, aidiyet duyduğun bu topraklarda daha fazla heder olma! Bağrına taş bas ve uzaklaş!

Görüyorsun sana tahammülleri yok. Yaptığın en ufak hata sana misliyle geri dönüyor. Darağaçları kuruluyor. İdam fermanın çıkarılıyor. Ülkeyi felakete sürükleyen koca koca adamların, siyasetçilerin hatalarına hoş görüyle yaklaşanlar, sıra sana gelince cellat kukuletasını başlarına geçiriveriyorlar. İyisi mi bundan sonra sen bunlara daha fazla aldırma. Bir müddet münzevi ol! Çekil yalnızlığına, gömül sessizliğine! Kulaklarını tıka, gözlerini yum! Zamanı geldiğinde de koyul yola! Hatalarını da, günahlarını da, sevaplarını da vur sırtına, kanat çırp parlak geleceğine! Daha fazla meze olma sırtlan sürüsüne! Bu ülkenin kırk yılda bir yetişen kendi öz değerlerinin yok edilmesine artık daha fazla tahammülü yok. Onun için buna izin verme. Önünde uzun ince bir yol var. Fırsatın ve zamanın varken al başını git! Git kendini daha fazla dövdürmeden! Bu dünyanın bir yerlerinde seni bağrına basacak, kıymetini bilecekler mutlaka vardır. Git onlara!

Mutlaka gidişine üzülecekler, yokluğuna alışamayacaklar olacaktır. Olsun. Onlar da seni uzaktan sevsinler. Bilirsin, aşkların en güzelidir uzaktan sevmek. Hem Aşık Veysel ne demiş: Seversin, kavuşamazsın; adı aşk olur. O misal, seni gerçekten sevenlere el salla ve uzaklaş buralardan. Sevenlerin seni yüreğinde taşıyacaktır. Eminim, sen de Galatasaray’ı... Yolun açık olsun!..

Sercan ilaçtır
Ara transfer sezon başında yapılan eksik planlamanın giderilmesi için bir fırsattır. Bu bilinçle hareket eden Galatasaray Yönetimi de harıl harıl çalışıyor. Hedefteki ilk isim olan Sercan Yıldırım Galatasaray’ın yalnız bugününe değil, geleceğine de yapılan bir yatırımdır. O nedenle yurt dışından sorunlu bir forvet almaktansa Galatasaray Sercan’ı mutlaka bitirmeli. Kabul, fiyatı uçuktur. Lakin yapacak bir şey yok. Diğer büyükler piyasayı böyle belirledi! Ayrıca bir de stoper alacağı belli olan yönetimin sol bek mevkiine de mutlaka transfer yapması gerekir. Zira Hakan Balta alternatifsiz kaldı. Galatasaray’ın solu, hiç bu kadar güçsüz olmamıştı.

08 Ocak 2010, Cuma 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Mustafa Denizli neden yeni bir Seba olmasın?‘’

Mehmet Ali Birand, 20 yıl önce yayınladığı ‘Emret Komutanım’ isimli kitabında, “Emeklilik generalin ölümüdür” demişti. Çünkü, generalin tek bildiği ve en iyi yaptığı şey askerliktir. Askerlik onun yaşamının ta kendisidir. Yaş haddinden askerliği sona erince general için adeta hayat da biter. Aynı şey bir bakıma futbolcular için de geçerlidir. Zira onların da becerebildiği tek şey futbol oynamaktır. Bu oyuncak günün birinde ellerinden alındığında, dipsiz bir kuyunun içinde bulurlar kendilerini. Elde ettikleri şan, şöhret ve parıltılı hayattan sonra bir anda gündemden düşmek, sonu belirsiz bir bunalıma sürükler onları. Bu nedenledir ki, aktif futbolculuk hayatı sona erdikten kısa bir süre sonra hem futboldan kopmamak, hem de yaşamlarını idame ettirmek için hemen hemen hepsi teknik direktörlüğü dener.

Kimi bunu başarır, kimi de sistemin acımasız çarkları arasında kaybolur gider. Başaranlar adeta ikinci baharını yaşar. En az futbolculuk günlerindeki kadar popülerdirler. İçlerinden çok az kısmı sıra dışı işler yapar ve elit antrenör kategorisine yükselir. Büyük çoğunluk ise yüzer-gezer bir şekilde takım takım dolaşır. Herhangi bir takımda uzun süre dikiş tutturup tutturmamaları ya da meslek yaşamları boyunca 15-20 takım değiştirmeleri o kadar önemli değildir. Önemli olan bir şekilde futbol pastasından nemalanmaktır.

Her ne olursa olsun; ister elit, ister vasat; tüm eski futbolcu ya da eski-yeni teknik adamların ortak bir noktası vardır: Hiç biri yöneticiliği düşünmez ve denemez. Kendilerini o çapta görmediklerinden midir, yoksa işin kolayına kaçtıklarından mı, bilinmez. Herhangi bir kulüpte veya federasyonun herhangi bir biriminde yönetici sıfatıyla görev almak hiç birinin öncelikleri arasında değildir.

Platini, Beckenbauer, Hoennes ve Butragueno örnekleri ortada
Oysa ülke futboluna hizmet etmenin bin bir yolu vardır. Yıllardır Avrupa’da birçok örneğini görüyoruz. UEFA Başkanlığı koltuğunda eski bir futbolcu, Fransız Michael Platini oturuyor. Bayern München’in başkanlığını da kulübün eski futbolcusu Uli Hoennes yapıyor. Franz Beckenbauer ise aynı kulübün Onursal Başkanı. Emilio Butragueno Real Madrid’in Sportif Direktörülüğü görevini sürdürürken, Zinedine Zidane da Başkan Perez’in transferden sorumlu danışmanlığını yürütüyor. Ülkesi Hırvatistan’da futbol okulları açan Davur Suker ise futbolun bir başka kulvarında oldukça anlamlı bir misyonu üstlenmiş durumda. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Hiç kuşkusuz tümü teknik direktörlük yapacak donanıma sahip. Ama onlar daha büyük işlere soyunarak bilgi ve becerilerini yönetici sıfatıyla sergilemeyi tercih ediyorlar. Avrupa’yla aramızdaki temel farklılıklardan biri de budur. Futbolu, futbolun içinden gelenler, futbolu bilenler yönetiyor. Bizde ise cebine parayı koyan kulübün tepesine çörekleniyor. Kulüpler ya para babası yöneticilere, ya da siyasetçilere bağımlı hale geliyor. Bu konuda Avrupa’nın çok çok gerisinde olmamıza karşın, sezon başında Aykut Kocaman’ın Fenerbahçe’ye, Ünal Karaman’ın da Trabzonspor’a sportif direktör olması umut verici gelişmeler. Sayılarının artmasını umut edelim ve ülke futbolunun önde gelen fenomenlerinden Mustafa Denizli’nin Beşiktaş’la olan ilişkisine dönelim:

Denizli, Terim, Kocaman ve Karaman başkanlığı düşünmeli
Futbolun içindeki herkesin bildiği gibi Denizli bir futbol misyoneridir. Hep büyük hedefler peşinde koşmuştur. Kimsenin cesaret edemediği işlere el atmıştır. Çoğunlukla başarılı da olmuştur. Adını futbol tarihimizin sayfalarına altın harflerle yazdırmıştır. Ancak bütün bunlara rağmen bugüne kadar başardıklarının Denizli’yi tatmin ettiğini sanmıyorum. Onun asıl amacı teknik adam olarak Dünya ve Avrupa futbolunun zirvelerinde dolaşmaktır. Teknik adamlığa devam ederse bu amacına da ulaşması kuvvetle muhtemel. Peki, Türk futbolunu ya da herhangi bir Türk kulübünü Avrupa’nın zirvesine çıkarmak için teknik adamlık şart mıdır? Mustafa Denizli bunu Beşiktaş Başkanı olarak da başaramaz mı? Teknik direktör olarak futbolun her kademesinden geçmiş olan Denizli, neden gönül verdiği Beşiktaş’a başkan olmasın? Çok yakın bir zamanda olmasa bile önümüzdeki yıllarda o koltuğa oturmak istese buna itiraz edecek kaç Beşiktaşlı olabilir ki? Süleyman Seba’dan sonra Türkiye’nin en kaotik kulübü olan Beşiktaş’ı, Mustafa Denizli vizyonu, karizması, sakinliği, dinginliği, zerafeti bambaşka bir formata sokmaz mı? Bütün bu sorulara hayır diyecek çok fazla futbolsever olduğunu sanmıyorum. Buna Mustafa Denizli de dahil! Kim ne derse desin, sadece Beşiktaş’ın değil, Türk futbolunun böyle bir açılıma ihtiyacı var. Ve bu işin öncüsü olacak üç-beş isimden biri, hatta birincisi Mustafa Denizli’dir. Ben, Mustafa Denizli’nin Beşiktaş, Fatih Terim’in Galatasaray, Aykut Kocaman’ın Fenerbahçe, Ünal Karaman’ın da Trabzonspor başkanı olduğu bir Türkiye’nin hayal olmadığına inanıyorum. Buna onlar da inansın yeter!

02 Ocak 2010, Cumartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kurdun ensesi kalın!‘’

Meslek hayatım boyunca kişilerle uğraşmamayı ilke edindim. Ağaçlara bakarak ormanı ıskalamamaya çalıştım. Ülkemizde yaşanan tüm olumsuzlukların -hangi alanda olursa olsun- bozuk sistemden kaynaklandığına inandım. Bütün bunları tekrarlamamın nedeni, kendimi, bundan 1 yıl önce yaşanan utanç verici bir olayın kahramanını yeniden gündeme getirme zorunda hissetmem. Söz konusu zatla kişisel bir hesabım yok. Kendisi olsa olsa bozuk bir sistemin yan ürünüdür.

Bundan 1 yıl önce 16 yaşındaki öğrencisi Y.C. ile ilişkiye girdiği iddiasıyla gündeme gelen beden eğitimi öğretmeni ve atletizm antrenörü F.E.Ö., FANATİK’te ‘Kurt kuzuyu kaptı!’ başlığıyla haber olmuştu. Y.C’ye gönlünü kaptıran orta yaşlı bu öğretmen (!), büyük bir atlet yapacağı vaadiyle genç kızın ailesini ikna ederek öğrencisini görev yaptığı ile getirmiş ve ondan sonra ikili arasında yaşananlar iki kenti de tedirgin edecek bir hal almıştı. Atletizm Federasyonu Başkanı Mehmet Terzi, olaydan sonra soruşturma açtıracağını söylemişti. Milli Eğitim Bakanlığı’ndan ise ses-seda çıkmamıştı. Gelgelelim aradan geçen bunca zamana karşın, ortada ne soruşturma var, ne de başka bir şey. F.E.Ö. sanki dokunulmaz! Hatta işleri biraz daha ilerletmiş! Öyle ki, öğrencisi Y.C’yi 10 Kasım’da Ankara’da yapılan Atatürk’ü Anma Koşusu’nda Isparta ilinden koşturan F.E.Ö., 21 Kasım’da İstanbul’da düzenlenen Ömer Besim Kır Koşusu’nda ise Gümüşhane’den yarıştırıyor. Yani bu ikili aynı anda iki ilin antrenör ve sporcusu olabiliyor! Tabii F.E.Ö’nün hesabına yatan harcırahlar da ikiye katlanıyor. Meblağ önemli değil.. Önemli olan meslek haysiyetı bu kadar tartışılan birinin hala fütursuzca işler yapabilmesi ve gerek eğitim, gerekse atletizm camiasında kabul görmesi. Ve elbette kimsenin üzerine gitmemesi. Peki böyle yüz kızartıcı hadiseler görmezlikten gelinirse, kim çoluğunu, çocuğunu atletizme yönlendirir? Söyler misiniz kim?

29 Aralık 2009, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Maestro Arda‘’

Büyük takımlarımız tarafından genellikle angarya olarak kabul edilen kupa maçlarının en önemli özelliklerinden biri alternatif oyuncuların kendilerini gösterebilme olanağı bulmalarıdır. Gösterdiler, gösterdiler... Aksi durumda Lüleburgaz, Pendik gibi sürprizler kaçınılmazdır. Tabii yedeklerin, yedek olarak kalmaları veya bir kısmının gönderilmesi de...

Dün gece Galatasaray açısından böyle bir geceydi. Her ne kadar Rijkaard bu konuda kantarın topuzunu kaçırsa da, Trabzonspor maçı görev verdiği yedek isimler için sezon sonuna kadar Galatasaray’da kalıp kalmamaları bakımından son fırsattı. Bu fırsatı yeterince değerlendirebildiler mi? Alpaslan Erdem ve Aydın Yılmaz için ne yazık ki, ‘hayır’ diyeceğiz. Kanımca bu iki futbolcu devre arasında başka kulüplerin yolunu tutar. Ayrıca bu sezon kulübeye mahküm olan Ayhan Akman’ın da bundan böyle kolay kolay ilk 11’de yer bulacağını sanmıyorum. Zira onca tecrübesine rağmen hiç bir sorumluluk almaması ve takımın en çok top kaybeden ismi olması adına yakışmayacak bir performanstı. Gecenin parlayan ismi hiç kuşkusuz Caner Erkin’di. Gerçek mevkii olan sol kanadın önünde oynayan genç futbolcu, attığı şık golün yanı sıra Trabzonspor defansını takımını bir maestro gibi yöneten ve sahanın tartışmasız yıldızı olan Arda Turan ile birlikte en fazla zorlayan isimdi.

Dün gece forma giyen futbolcuların ligde toplam 8 gole sahip olmasına karşın Trabzonspor’a karşı 2 gol birden atması, iki mislini de kaçırması, kaderin garip bir cilvesi midir, yoksa ortada Trabzonspor diye bir takımın olmaması mıdır, takdiri size bırakıyorum. Karadeniz ekibi adına üzüntü duymamak elde değil.

24 Aralık 2009, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Hakemlere de 'Azizsilin'!‘’

Futbolu en basit tabiriyle bir 'oyun' deyip geçiştirebilir miyiz? Yoksa oyun içinde oyunların döndüğü devasa bir kumpanya mıdır? Bu, nerede yaşadığınıza ve meseleye hangi açıdan baktığınıza bağlıdır. Harcı evrensel değer yargılarıyla karılmış toplumlarda futbola bakış açısı çok daha naiftir. Her alanda kaosun hüküm sürdüğü bizim gibi ülkelerde ise futbola hak ettiğinin üzerinde anlamlar yüklenir. Futbol, içinde her türlü oyunun sergilendiği bir çadır tiyatrosuna dönüşür. Yönetenlerle yönetilenler iç içedir. Roller bazen birbirine karışsa da başrol oyuncularıyla figüranlar genellikle bellidir. Ve bu oyunda kimi futbola hayat verirken, kimi de futboldan hayat bulur!

Futboldan hayat bulanların bazıları daha sonra o varlık nedenlerine yön vermeye kalkışır. İşte asıl kargaşa
ondan sonra başlar. Çünkü iktidara oynayan başkaları da vardır. Onlar da kendi cephelerinde mevzilenir ve zamanı geldiğinde harekete geçer. İşte futbolumuzda son zamanlarda olan bitenler bundan ibarettir. Bütün savaşlarda olduğu gibi bu muharebenin temelinde de ekonomik nedenler yatar. Savaş, paylaşım savaşıdır. Amaç pastadan daha fazla pay kapmaktır.

Aziz Yıldırım'ın iki hafta önce kaybedilen Eskişehirspor maçı sonrasında izlediği strateji tam olarak budur. Aziz Bey, "Bu hakemler değişecek" derken, işaret ettiği değişimi iki haftadır görüyoruz. Başkan Yıldırım şimdi sus pus. Çünkü amacına ulaştı. Tehdit etti, korkuttu, sindirdi, baskı altına aldı. Üç metre geriden çıkan oyuncuya ofsayt bayrağını kaldıran o gencecik hakemin yüzüne bakarsanız o korkuyu, ürkmüşlüğü görürsünüz. O ruh halinden sağlıklı kararlar beklenebilir mi? Ne yazık ki bizim ülkemizde en geçerli yöntem hakemler üzerinde baskı kurmaktır. Bugün Aziz Yıldırım, dün de Adnan Polat ile Yıldırım Demirören... Hatta en centilmen başkan olarak bilinen Özhan Canaydın'ın bile bir hakeme düdük astırdığına şahit olduk.

Bütün bunları söylerken hakem camiasının da çok masum olduğunu iddia etmiyorum. Onlar da bu kaosun önemli bir parçası. Ve azarlanmaya dünden razılar! Böylece gündeme geliyorlar. Figüranlıktan başrole geçiyorlar. Ne de olsa şöhretin iyisi, kötüsü yoktur. MHK zaman zaman kimsenin aklının almadığı icraatlarıyla yöneticilere çanak tutuyor. Mesela; Galatasaray'ın Ali Sami Yen'deki son üç maçının ikisine Kuddusi Müftüoğlu'nu vermenin nasıl bir izahı olabilir? Sözümü Mehmet Tezkan'ın politikacılar için söyledikleriyle tamamlayayım: "Bu ülkede futbol, yöneticiler daha az konuştuğu zaman huzur bulur."

22 Aralık 2009, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Keita böyle istedi‘’

Sturm Graz ve Gençlerbirliği maçlarının verdiği en önemli ders, Galatasaray’da kadro derinliğinin olmadığıdır. Yedeklerin perişanlığını çarşamba günü Avusturya temsilcisi karşısında görmüştük. Dün gece de Galatasaray 50 ile 60’ıncı dakikalar arasında Gençlerbirliği önünde yaprak gibi sallanırken, Rijkaard çaresizce seyrediyordu. Zira, kulübede oyunu çevirecek bir oyuncusu yoktu. Elindeki tüm silahlarını zaten sahaya sürmüştü. Yorulsalar da, oyundan düşseler de, bayılsalar da sahada kalmak zorundaydılar. Öyle de oldu. Ve Elano-Keita-Kewell kombinasyonuyla atılan mükemmel golle de kaliteli ayakların sahada kalması gerektiğini ispatladılar. Ama bu her zaman böyle gitmez. Şu bir gerçek: Galatasaray’ın devre arasında biri santrfor olmak üzere mutlaka iki ya da üç takviyeye ihtiyacı var. Yönetim bu operasyonu gerçekleştiremezse ligin ikinci yarısı ilk yarıdan daha zorlu geçer.

Ali Sami Yen’deki son üç maçında adeta ecel terleri döken Galatasaray’ın Gençlerbirliği karşısında zorlanmasının birinci nedeni, Ankara ekibinin gerçekten dirençli bir takım olmasıysa, ikinci ve daha önemli nedeni Sarı-Kırmızılı takımın oyunu çabuklaştıramamasıydı. Oysa takımda bunu yapabilecek bir Elano varken, nedense Brezilyalı oyuncunun çok fazla topla buluşturulamadığını gözlemledik. Bu, takım bütünlüğü açısından ciddi bir sorun.

Keita’nın mükemmel oyununu alkışlarken, son sözümüzü MHK’ya söyleyeceğiz: İki hafta önce Ali Sami Yen’deki Vestel Manisa maçında görevlendirilen Kuddusi Müftüoğlu’nun bu maça da atanmasının mantıklı bir izahı var mı?.. Elde hakem mi yok?.. Komplo teorisyenlerinin eline malzeme vermenin alemi var mı?

20 Aralık 2009, Pazar 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Yerli hoca devrimi‘’

Öncelikle şunu belirtmeliyim: Futbolda teknik direktörleri ırk, milliyet, yaş, cinsiyet, ideoloji gibi parametreler üzerinden sınıflandıranlardan değilim. Bunu yapanlara da şiddetle karşıyım. Benim için şu veya bu değil, iyi ya da kötü hoca vardır. Aslolan, bir teknik direktörün sahip olduğu meziyetlerinin ve bilgisinin üzerine koyması, kendini geliştirmesi, çağa ayak uydurması, işini iyi yapabilmesidir. Namuslu ve dürüst olması ise zaten insan olmanın bir gereğidir. Bütün bunlara bir de çalıştığı camiayla bütünlük sağlayabilmesi eklenebilir. Özellikle de bizim gibi duygularıyla yaşayan toplumlarda. Hiddink, Del Bosque gibi dünya çapında hocaların ülkemizde düştüğü durum buna en iyi örnektir. Tabii bardağın dolu tarafından da örnek vermek gerekirse; Derwall ve Milne'den bahsedilebilir. Kuşkusuz hepsi iyi hocalardı; ancak kimi çalıştığı camiaya uyum sağladı, kimi sağlayamadı.

Ülkemizde uyum konusunda yerli teknik direktörlerin yabancılara nazaran biraz daha avantajlı olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bu ülkenin geleneklerini, alışkanlıklarını, beklentilerini çok iyi biliyorlar. Sonuçta hepsi bizim insanımız! Yakın zamana kadar tek eksikleri, futbolumuzun Avrupa ve Dünya standardında olmamasıydı. Buna paralel olarak yerli hocalar da, Avrupalı meslektaşlarının gerisindeydi. Ancak son 10 yılda gerek kulüp takımlarımız, gerekse milli takımlar düzeyinde yakaladığımız ivmeye koşut olarak yerli hocalarımızın önemli bir kısmı da eşik atlamayı başardı. Bilhassa genç jenerasyonda bunu çok daha iyi gözlemleyebiliyoruz. Ligin ilk yarısının bitimine bir hafta kala Tolunay Kafkas'lı Kayserispor'un zirveye kurulması, ilk 6 takımın, 4'ünün hocasının yerli olması tesadüf değil. Keza, 17 takımın 13'ünün başındaki hocalardın yerli olması da... Bu, futbolumuzda son yıllarda yaşanan gelişimin bir sonucudur.

Ligi forse eden yerli hocalarımızın, değeri yüz milyonları aşan Fenerbahçe ve Galatasaray'ın başındaki Daum ile Rijkaard'a karşı bugünkü tabloyu yaratmaları, hiç kuşkusuz başarılarının önemini bir kat daha arttırıyor. Bütün bu saptamaların ışığında günümüz realitesi şudur: Meseleye yerli-yabancı hoca olarak değil, başarılı-başarısız hoca olarak bakmak gerekir. Ve artık bizde de Avrupalı teknik adamlar kadar iyi ve başarılı yerli hocalar vardır. Milli Takım'a iki aydır hoca bulamayanlar, arayışlarını biraz da bu gerçeğin ışığında yapmalıdır. Tabii, onları bu arayışa iten saha dışı faktörler söz konusu değilse...

15 Aralık 2009, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI