Arama

Popüler aramalar

‘’Es Es Bandosu‘’

Arjantin ve Brezilya takımlarının tribünlerindeki renklilikten, cümbüşten, eğlenceden etkilenen bir grup Eskişehirspor taraftarı, aynı atmosferi kendi statlarında da yaratmaya karar vererek Temmuz 2006'da bir bando takımı kurar. Başlangıçta enstrümanlarını başta belediye olmak üzere çeşitli kurumlardan emanet alırlar. Kısa sürede tribünlerde benimsenirler. Ardından taraftarlar arasında para toplanır ve kendi enstrümanlarına sahip olurlar. Çeşitli meslek gruplarından 21 kişinin oluşturduğu Es Es Bandosu o gün bu gündür Atatürk Stadı'nın tribünlerinde yer alarak marşlar eşliğinde taraftarı coşturuyor. Kavga ve küfürden arınmış bir taraftar profili oluşturmayı hedefleyen Es Es Bandosu'nun fark edilmesi için ne yazık ki bir büyük takımın maçının Lig TV'den naklen yayınlanması bekleniyormuş. Oysa onlar üç yıldır Orta Anadolu'nun bozkırında tüm Türkiye'ye bir futbol kültürü aşılamak için canla başla çalışıyorlar. Tribünde yarattıkları sinerji, Eskişehir kentini sarmalamış durumda. Zaten barışçıl bir kent olan Eskişehir'den yükselen bu ışığın, diğer şehirlere de yayılması için başta federasyon olmak üzere her kurumun seferber olması gerekir. Buna, deplasmanlarda polis tarafından tribünlere alınmayan Es Es Bandosu'nun önündeki engelleri kaldırarak başlayabilirler. Tabii temiz futbol özleminde samimiyseler...

08 Aralık 2009, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Aslanlar gibi!‘’

Ligde arka arkaya alınan kötü sonuçlardan sonra üç ön liberolu sistemden vazgeçerek yeniden sezon başındaki oyun kurgusuna dönen Rijkaard’ı bu hamleye iten en önemli neden grubu lider bitirme zorunluluğuydu. Takım tertibindeki tek fark Keita’nın yerine Elano’nun ilk 11’de olmasıydı. Sarı-Kırmızılı takımın vazgeçilmez futbolcularından biri olarak gösterilen Ayhan’ın kulübeye mahkum olması ise tecrübeli futbolcunun, Hollandalı teknik adamın gözünden düştüğü yorumlarına neden oldu. Rijkaard’ın kadro üzerinde yaptığı bu ufak rötuş bile özlenen coşkulu futbolu geri getirdi. Bunda hiç kuşkusuz tribünleri tıka basa dolduran taraftarla Arda Turan’ın da payı vardı. Hücumda Galatasaray’ın en etkili ismi olarak göze çarpan Kaptan, oyunun belli bölümlerinde Panathiakoslu oyuncularla adeta kedinin fareyle oynadığı gibi oynadı.

Galatasaray’ın bu oyun şablonuyla rakibine gol atması zaten bekleniyordu. Ancak bu sistemle kalesinde çok pozisyon vermesi endişeleri de beraberinde getiriyordu. Lakin korkulan olmadı. Sarı-Kırmızılı takımda ilerideki oyuncular da takım savunmasına katkı yapınca, zaman zaman Cisse karşısında zorlansalar da Yunan ekibine fazla pozisyon vermediler.

Galatasaray’ın gruplar sonrasında seri başı olması bakımından önem taşıyan karşılaşmanın verdiği bir başka önemli ders de, Sarı-Kırmızılı futbolcular işlerini ciddiye aldıkları takdirde kaybetmelerinin çok zor olduğu gerçeğiydi.

04 Aralık 2009, Cuma 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Size bir özür borçluyuz...‘’

Aslında siz-biz ayrımı yapmak da yanlış. Lakin, yaşam standartlarımız bizleri bu ayrıma itiyor! Belki, biz engelsizler Tanrı’nın daha sevgili kullarıyız. En azından şimdilik!

Sizleri anlayabileceğimizi sanmıyorum. İnsan sahip olduğu bir şeyi kaybetmeden, kaybedenleri anlayamaz ki!..

Neler hissettiğinizi, ne acılar çektiğinizi, ne zorluklarla karşı karşıya olduğunuzu kendimizi sizin yerinize koyarak ne kadar anlayabiliriz ki? Sakın sizlere acıdığımı düşünmeyin. Sizleri bir birey yerine koymayarak bir insanlık suçu işlediğimizi anlatmaya çalışıyorum sadece.

Günlük hayatınızı kolaylaştıracak, sizleri yaşamın içine çekecek düzenlemeleri yapmadığımız için görev kusuru işlediğimizi dile getirme çabası içindeyim.

Bu bir günah çıkarma da değil. Sekiz küsur milyon insanını yok sayan, evlerine hapseden bir ülkenin engelsiz bireyi olarak utanç duyuyorum. Her yıl 3 Aralık Özürlüler Günü nedeniyle göstermelik törenler düzenleyip sonra da unutan bir zihniyeti de lanetliyorum.

Ve sizden özür diliyorum.

En azından kendi adıma...



(Bu yazı, Dünya Engelliler Günü dolayısıyla 07.12.2005 tarihinde yayınlanmıştır. Aradan geçen dört yıllık zaman zarfında değişen hiç bir şey olmadığı için noktasına virgülüne dokunmadan aynen yayınlıyorum. Sadece kullandığım görsel materyal farklı. Tabii nicelik olarak...)

03 Aralık 2009, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Go home Rijkaard!‘’

Adına ister oyun deyin, ister endüstri... İsterseniz de hayatla ilgili her şey... Futbola dair sayısız nitelendirme, yakıştırma, değerlendirme yapabilirsiniz. Ve hepsinin de gerçeklik payı vardır. Zira, öyle naif bir ifadeyle söylendiği gibi, futbol fena halde hayata benzemez! Futbol hayatın ta kendisidir! Ondan dolayıdır ki, tıpkı hayata şekil veren insanoğlu gibi futbolun da karanlık bir yüzü vardır. Bunun başında gelen ise futbolun nankör bir oyun olduğu gerçeğidir. Futbol sizi kullanır kullanır, işine gelmediği zaman da kaldırıp atar. Bu kural en fazla teknik direktörleri kapsar. Çünkü teknik adamlar en kolay harcanan unsurlardır. Bu, dünyanın her yerinde böyledir. Ama bizim gibi bir futbol kültürü, geleneği olmayan; akılla bilgiyle değil de cehaletle, hurafelerle beslenen toplumlarda bu işin dozu öylesine kaçırılır ki, insaf ve izan sınırlarını aşar. Son haftalarda Rijkaard'a yönelik eleştirilere ve yorumlara bakınca, Türkiye'de asıl çağın gerisinde kalanın futbol takımlarımız, teknik adamlarımız ve hakemlerimizden ziyade spor basını olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Çok değil, daha bir buçuk ay önce Rijkaard'ın yere göğe sığdırılamadığı, hatta ikinci bir Derwall olduğu iddialarının yer aldığı spor medyasında bugün Hollandalı'nın futboldan anlamadığı bile söylenebiliyor. Rijkaard, sezon başında Mustafa Denizli'ye çekilen, önümüzdeki haftalarda da muhtemelen Dauma'da çekilecek olan muamelenin aynısına maruz kalıyor. Kaba ve hoyrat bil dil alabildiğine hükümranlığını sürdürüyor. Ve bu dil, aklı-ı selim insanların geleceğe dair umutlarını da alıp götürüyor. Son günlerin moda feryadıyla; ayıptır, yazıktır, günahtır!..

***

Rijkaard demişken, Galatasaray'la devam edelim: Sarı-Kırmızılı kulüp, futbola verilen ara dönemde spor basının imdadına bir kez daha yetişti. Basketbolda yaşanan skandalın iler tutar tarafı yoktur (Bu arada bu haberi ilk yakalayan, ancak Nedim Karakaş'ın verdiği sözü tutmaması ve haberi internet medyasına sızdırması nedeniyle muhtemel bir ödülden olan dostum Gökhan German'ı da kutluyorum). Zaten sorumlular da bedelini ödemişlerdir. Burada ilginç olan, bu skandal nedeniyle başlayan iç hesaplaşmanın, liseciler tarafından Adnan Polat ve yönetimine karşı bir linç kampanyasına dönüştürülmüş olması. Galatasaray'da eskiden kol kırılır yen içinde kalırdı. Ki bana göre doğru bir yaklaşım değildir bu... Öyle anlaşılıyor ki, bu kural koltukta oturanın kimliğine göre değişiyor! Geçmişte Ergün Gürsoylar'ın filan yaptıklarına göz yumanlar, bugün bir anda dürüstlük abidesi kesildi. Hani bir laf vardır, 'İnsan, insanın kurdudur' diye... Aslı şu olmalı: 'Galatasaraylı, Galatasaray'ın kurdudur!'

***

Türkiye'nin duayen (!) başkanlarından biri olan İlhan Cavcav'ın ileri sürdüğü şike iddiaları, aslında bilinen ama bir türlü dillendirilmeyen ülkemiz gerçeklerindendi. Sayın Cavcav'ın neden bunca yıl sustuktan sonra birdenbire kuyuya taş attığı ayrı bir soru tabii. Ama yıllar sonra da olsa geçmişteki kirli ilişkilerin deşifre edilmesi yine de iyiye işaret. İşin ilginç tarafı, iddiaların odağındaki isimlerden biri olan Gençlerbirliği'nin eski futbolcusu Halil İbrahim'in de Cavcav'ın iddialarına yeni iddialarla cevap vermesi. Bu durum mahkemeye düşen suç ortaklarının suçu birbirlerinin üzerine atmasına benziyor. Bu tartışmalardan pek fazla bir şey çıkacağını sanmıyorum. Türkiye yapanın yanına kar kaldığı bir ülkedir. Ben burada bir başka isme dikkat çekmek istiyorum. Halil İbrahim'in maç satmakla itham ettiği eski hakem Yavuz Karaozan, olaylı Fenerbahçe-Galatasaray derbisinin gözlemcisiydi. Ve bilir misiniz, maçı tatil etmediği için yerden yere vurulan Bünyamin Gezer'e ne not vermişti? Ben söyleyeyim: 8.3. Yani pekiyi! Zaten aynı Bünyamin Gezer üç hafta sonra Sivas-Beşiktaş maçına çıkmadı mı? Çıktı. O halde stop! Ha geçmiş, ha bugün, ha yarın... Mal bu, kalite bu!

01 Aralık 2009, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Volkano!‘’

Kumarbazın birine sormuşlar, “Neden en çok sen kaybediyorsun” diye... Cevap vermiş: “En çok ben oynuyorum da ondan!” Bu realiteyi futbola uyarlarsak sahada en çok koşan, en çok çalışan, topla en fazla oynayan futbolcular doğal olarak en fazla hatayı da yaparlar. Hiçbir şey yapmazsan hata da yapmazsın! Oynamazsan kaybetmezsin... Ama kazanamazsın da!.. Dün gece Bursa’da bu kuralın ne kadar geçerli olduğuna bir kez daha tanık olduk. Ertuğrul Sağlam, çoğu yerli teknik direktörün düştüğü hataya düşmedi. Zira yerli teknik adamlarımıza Fatih Terim’den sirayet etmiş bir hastalık vardır: Bir oyuncu ne kadar iyi oynarsa oynasın, sahada arka arkaya iki hata yaptı mı, ona kızarlar ve oyundan alırlar! İşte Ertuğrul Hoca, maçın ilk yarısında geliştirdiği ataklarda final paslarında basit hatalar yapan Volkan Şen’i tepkisel bir kararla oyundan almak yerine teselli etti, yüreklendirdi ve babacan tavrının karşılığını aldı. Zira o da biliyordu ki, Volkan Şen böyle oynadığı müddetçe mutlaka Galatasaray’ın gardını düşürecekti. Çünkü sahanın en çok koşan, en çok kaçan, en çok pozisyon yaratan, en etkili futbolcusu Volkan Şen’di. Genç futbolcunun adı Volkan değil de, ‘Volkano’ olsaydı, bol sıfırlı rakamlarla şimdi büyüklerdeydi!

Üç liberolu sistemle son haftalarda rakiplerine az pozisyon veren, buna karşın pozisyon bulmakta da zorlanan Galatasaray’da ise bu sistem de defo verdi gibi gözüküyor. Sarı-Kırmızılılar, Bursa karşısında da az pozisyona girmesine karşın, kalesinde sayısız pozisyon yaşadı. Bursaspor biraz becerikli ve şanslı olsaydı, Galatasaray’ın sahadan farklı bir yenilgiyle ayrılması işten bile değildi. Bu kötü oyunun sebeplerinden biri Neeskens’in şapkadan tavşan çıkararak Arda’yı santrafor oynatması, diğeri ise orta alanda baskı yiyen üç ön liberonun oyun kurmakta yetersiz kalışıydı.

28 Kasım 2009, Cumartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Büyük Mustafa‘’

Geçtiğimiz günlerde Moskova'da yaşayan Serkan Gönay isimli bir okurum gönderdiği mailinde savaş ve futbol arasında benzerlik kurarak, her ikisini de kazandıracak en önemli etkenin dahi bir lider olduğunu dile getirmişti. Serkan Bey, görüşünü desteklemek için de eşsiz komutanlar Kartacalı Hannibal ve Atatürk örneklerini vermişti. Bu, bence de doğru bir tespit.

Savaş ve futbol birbirine çok benzer. Her ikisi de mücadele, hücum, savunma, taktik, teknik, cesaret, kararlılık, hamle zamanlaması gibi parametrelerden oluşur. Ve elbette komutan. Savaşan topluluğun başında güçlü, zeki, ileriyi gören, karizmatik bir lider varsa rakibe karşı bir adım önde oluyorsun. Adeta maça 1-0 önde başlıyorsun. Ülkemizde bu özelliklere sahip teknik adam sayısı ne yazık ki pek fazla değildir. En önde geleni ise Mustafa Denizli'dir. Onun özelliklerini ve neleri başardığını teker teker sıralamanın bir anlamı yok. Bunları zaten biliyoruz. Denizli nasıl bir lider olduğunu bu sezon bir kez daha gözler önüne serdi. Yönetimi ve taraftarı birbirine girmiş bir camiayı ayakta tutmak ve yeniden iddialı duruma getirmek ancak dahi bir liderin başarabileceği bir şeydir. Bu bir Mustafa Denizli klasiğidir.

Serinkanlı olmak, krizi yönetmek, yol göstermek, rehberlik yapmak ve bitap düşmüş bir topluluğu canlandırmak. Büyüklük öyle kolay elde edilecek bir meziyet değildir. O her zaman büyüktü. Futbolculuğunda da, teknik adamlığında da, adamlığında da... Ve hep büyük kalacak.

24 Kasım 2009, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arda mı Elano mu!‘’

Fenerbahçe yenilgisinin ardından Rijkaard’ın az pozisyon vermek uğruna döndüğü üç ön liberolu oyun sistemi, belli ki bundan sonra da Hollandalı’nın vazgeçmeyeceği bir model olacak. Bu durumda da Elano ile Keita yedek kulübesinden çıkamayacak gibi gözüküyor. Önümüzdeki haftalarda Rijkaard’ın en fazla başını ağrıtacak meselelerden biri bu olacak sanırım. Özellikle de takım kazanamadığı zaman... Çünkü bu sistemde az pozisyon veren Galasaray, aynı ölçüde az da pozisyon buluyor. Sezon başındaki o coşkulu ve bol pozisyonlu futbolu oynayan Aslan’dan eser yok.

Elano demişken Brezilyalı’ya bir parantez açmak gerekiyor. Arda’nın yokluğunda ilk 11’de kendisine yer bulan Sambacı, bu şansını iyi değerlendiremedi. Takımın oyun temposuna ayak uyuramadığı gibi hücumda da etkili olamadı. Bu kadar para verilen bir futbolcunun arada bir de olsa maç kurtarması gerekir. Ama ne gezer! Ayhan ile birlikte sahanın en kötü futbolcusuydu. Elano bu kadar milyon Euro ediyorsa, Arda Turan’a ne fiyat biçeceğiz? Dün gece de anlaşıldı ki, Arda bu takımın yarısı. Onsuz olmuyor. Onun yokluğunda Sabri’nin de bir yanı eksik kalıyor. Çabaları bir sonuç vermiyor.

23 Kasım 2009, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’'Galatasaray Türkiye'dir' sözü Adnan Polat'a mı ait?‘’

“İki yıl önceki mucize şampiyonluğuna bir yenisini daha eklemek üzere olan Galatasaray’ın sırrını araştırmak isteyenler, işe Türkiye’yi mercek altına alarak başlamalıdır. Zira Galatasaray Türkiye gibidir. Her ikisi de kaostur, karmaşadır. Moderniteyle, arabesk iç içedir. Dostluk ve dayanışma da vardır, ihanetler de... Sevgi ve nefret tek bir bünyede ikiz kardeştir. Snob tavırlarla semt sıcaklığı harman olmuştur. Cemaat kültürünü yaşamının merkezi haline getirenlerle, Batı yaşam tarzını benimseyenler aynı camianın bireyleridir. Birlikte ama birbirlerine karşı. Ve en önemlisi, Türkiye de, Galatasaray da en zor anlarda ayağa kalkmasını bilirler. Tam yıkıldı, bitti, yok oldu denirken, akıl almaz bir birlik-beraberlik, kenetlenme, dayanışma örneği göstererek yeniden vücut bulurlar. Mucizeler gerçekleştirirler. Kahramanlar, efsaneler üretirler. Adeta Anka Kuşu gibi küllerinden doğarlar.

Galatasaray fena halde Türkiye’ye benzer. Hatta Türkiye’nin ta kendisidir! Bu özellik, son 15 yılda Fenerbahçe’den Galatasaray’a geçmiştir. Bundan dolayıdır ki, Galatasaray’ın zaferleri Anadolu kentlerinde görülmemiş bir heyecan fırtınasına neden olur. Yürekler daha bir hızlı atar Galatasaray’ın zirve yolculuklarında... Sarı-Kırmızı zafer şarkıları taşrada daha büyük bir coşkuyla seslendirilir. Bir başkadır Anadolu’nun Galatasaray sevgisi.”

*****

Yukarıdaki satırlar, 06.05.2008 tarihli Posta Gazetesi ile Fanatik Gazetesi’nin internet sitesinde yazmış olduğum “Galatasaray Türkiye’dir” başlıklı yazının bir bölümünden alıntıdır. Buraya tekrar koymamın bir sebebi, “Galatasaray Türkiye’dir” sözünün neredeyse anonim hale gelerek bir slogana dönüşmesi ve Başkan Adnan Polat tarafından sahiplenilmesidir. Diğer sebebi ise, son iki haftadır yazılarımı beğenmeyip mail yoluyla bana ağır küfürler eden bazı Galatasaray taraftarlarının mesajlarını, “Unutma, Galatasaray Türkiye’dir” şeklinde bitirmeleridir.

Öncelikle şunu belirtmekte fayda görüyorum: Gazete köşelerinin kişisel meselelere ayrılmasını tasvip eden biri değilim. Bu da bir bakıma benim kişisel meselem sayılır. Bu köşeyi bu şekilde işgal etmek zorunda kaldığım için okurlarımdan özür diliyorum. Gel gelelim, bu konuda haksızlığa uğradığımı da düşünmeden edemiyorum. Benim hakkımı benden başka savunacak kimse olduğunu da sanmıyorum.

Ben “Galatasaray Türkiye’dir” başlıklı yazıyı yazdıktan bir kaç ay sonra kulübün resmi internet sitesinde aynı başlıkla bir bildiri yayınlandı; bu sözün kaynağı belirtilmeden... Ardından bazı spor yazarları da aynı başlıkla yazılar döşendiler. Son olarak Başkan Adnan Polat önce Galatasaray Dergisi’nde yine “Galatasaray Türkiye’dir” sözünü merkeze oturtuğu bir manifesto yayınlandı; akabinde de önceki gün verdiği bir demeçte aynı sözü tekrarladı. Ve ekledi: “Ben bu sözü, Galatasaray’ın birleştirici özeliğini vurgulamak için söyledim.”

Şimdi benzetmek ne kadar doğru bilemem ama rahmetli İslam Çupi’nin, “Fenerbahçe büyüklüğü ne şampiyonluk büyüklüğü, ne kupa büyüklüğüdür. Onun büyüklüğü başka bir büyüklüktür işte, adı konamaz.” sözü ile Yalçın Doğan’ın “Fenerbahçe Cumhuriyeti” sözünden bir farkı yoktur, “Galatasaray Türkiye’dir” sözünün. Tümü camialar tarafından benimsenmiş ve tarihe not düşülmüştür. O sözlerin sahiplerine hakları nasıl teslim ediliyorsa, aynısını benim de beklemem en doğal hakkımdır diye düşünüyorum. Her ne kadar onlar kadar şöhretli ve popüler olmasam da...

“Galatasaray Türkiye’dir” sözünün camia tarafından benimsenmesi beni ne kadar mutlu ediyor ve gururumu okşuyorsa, kaynağı belirtilmeden çeşitli vesilelerle kullanılması da o kadar üzüyor, diyorum ve meseleye burada noktayı koyuyorum. Sadece bilmeyenler bilsin istedim.

*****

Alpaslan Dikmen’den bir mesaj var!

”Küfür meselesine gelince. Çok haklısın. Bunu bitirmek için çok çaba sarfediyoruz, ki ben normal hayatında çok argo konuşan bir adam sayılırım. Ama maçta bir tek gün küfrettiğim (hakem, futbolcu ya da rakibe) görülmemiştir. Tribün liderimiz Sebahattin Şirin de aynen öyledir... Ama benden tek bir farkla; o normal hayatında da küfürlü konuşmaz..

Yine de bu kötü tezahüratı engelleyemedik. Zaman zaman engellediğimiz oldu ama genel manada olmadı. Hatta bir ara Aziz Yıldırım’a küfüru engelliyoruz diye bizi Aziz’in adamları diye lanse eden hödükler bile oldu :)))) Ama bakın bunu önledik, dikkat edin uzun suredir stadımız da Aziz amcaya :)) küfür yok...”

*****

Merhum Alpaslan Dikmen’in bir yazım üzerine mailleştiğimiz dönemde bana göndermiş olduğu bir mailin küfürle ilgili kısmını yukarıya koymak zorunda hissettim kendimi. Çünkü, son iki yazım üzerine kendisini UltrAslan diye niteleyen o kadar çok Galatasaray taraftarından ağza alınmayacak küfürlerle dolu mailler alıyorum ki, ağzım açık kaldı. Ve çok üzüldüm. Üzüntümün bir nedeni tabii ki bu küfürleri yemekse, bir diğer nedeni de bu zavallıların Galatasaray taraftarı olması. Rahmetli Alpaslan, bunları adam etmek için boşuna uğraşmış demek ki...

Son maçlarda aynı halet-i ruhiye tribünlerin önemli bir kısmına da hakim. Hemen her maçta Fenerbahçe’ye sövülüyor.

Misal; Galatasaray Dinamo’ya gol atıyor, tribünler koro halinde Fenerbahçe’ye küfür yağdırıyor. Bir dünya markası olan Galatasaray’a böylesi bir taraftar profili yakışmıyor. Galatasaray sınırları aşıyor ama taraftarı yerinde sayıyor. Bu taraftar takımının marka değerini düşürüyor. Ve Alpaslan Dikmen’in kemiklerini sızlatıyor. Ne yazık ki bu durum kısa zamanda da düzelecek gibi gözükmüyor. İşlerin yoluna girmesi için uzun ve sancılı bir süreç gerekiyor.

*****

Galatasaray’ın ruhu: Arda ve Sabri

Başarının anahtarı, takım ruhudur. Bunu yakalayan takımlar rakiplerinin daima önündedir. Takım ruhuna sahip olmanın yolu da, takıma o ruhu verebilecek futbolculardan geçiyor. Galatasaray’ın UE FA zaferinin en büyük nedeni, bu tür futbolcuların bir hayli fazla olmasıydı. Türkiye’nin en kaliteli kadrosuna sahip olduğu tartışma götürmez olan bugünkü Galatasaray’ı UEFA Kupası galibi Galatasaray’la takım ruhu konusunda kıyaslayabilir miyiz? Sanmıyorum. Bence bugünkü Galatasaray’da temel eksiklik bu. Başta Arda ve Sabri olmak üzere bazı futbolcuların takıma ruh kattığı bir gerçek.

Lakin sayı çok az. Takımın tamamının Arda ve Sabri gibi hissetmesi, maçı yaşaması, sonuna kadar mücadele vermesi, kaybetmemek için canını dişine takması, terini son damlasına kadar yeşil çimlere akıtması gerekiyor. Yeni bir Avrupa Kupası hedefinin tutturulmasının başka yolu yok. Savaşmadan kazanılmaz.

12 Kasım 2009, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI