‘’'Galatasaray Türkiye'dir' sözü Adnan Polat'a mı ait?‘’
“İki yıl önceki mucize şampiyonluğuna bir yenisini daha eklemek üzere olan Galatasaray’ın sırrını araştırmak isteyenler, işe Türkiye’yi mercek altına alarak başlamalıdır. Zira Galatasaray Türkiye gibidir. Her ikisi de kaostur, karmaşadır. Moderniteyle, arabesk iç içedir. Dostluk ve dayanışma da vardır, ihanetler de... Sevgi ve nefret tek bir bünyede ikiz kardeştir. Snob tavırlarla semt sıcaklığı harman olmuştur. Cemaat kültürünü yaşamının merkezi haline getirenlerle, Batı yaşam tarzını benimseyenler aynı camianın bireyleridir. Birlikte ama birbirlerine karşı. Ve en önemlisi, Türkiye de, Galatasaray da en zor anlarda ayağa kalkmasını bilirler. Tam yıkıldı, bitti, yok oldu denirken, akıl almaz bir birlik-beraberlik, kenetlenme, dayanışma örneği göstererek yeniden vücut bulurlar. Mucizeler gerçekleştirirler. Kahramanlar, efsaneler üretirler. Adeta Anka Kuşu gibi küllerinden doğarlar.
Galatasaray fena halde Türkiye’ye benzer. Hatta Türkiye’nin ta kendisidir! Bu özellik, son 15 yılda Fenerbahçe’den Galatasaray’a geçmiştir. Bundan dolayıdır ki, Galatasaray’ın zaferleri Anadolu kentlerinde görülmemiş bir heyecan fırtınasına neden olur. Yürekler daha bir hızlı atar Galatasaray’ın zirve yolculuklarında... Sarı-Kırmızı zafer şarkıları taşrada daha büyük bir coşkuyla seslendirilir. Bir başkadır Anadolu’nun Galatasaray sevgisi.”
*****
Yukarıdaki satırlar, 06.05.2008 tarihli Posta Gazetesi ile Fanatik Gazetesi’nin internet sitesinde yazmış olduğum “Galatasaray Türkiye’dir” başlıklı yazının bir bölümünden alıntıdır. Buraya tekrar koymamın bir sebebi, “Galatasaray Türkiye’dir” sözünün neredeyse anonim hale gelerek bir slogana dönüşmesi ve Başkan Adnan Polat tarafından sahiplenilmesidir. Diğer sebebi ise, son iki haftadır yazılarımı beğenmeyip mail yoluyla bana ağır küfürler eden bazı Galatasaray taraftarlarının mesajlarını, “Unutma, Galatasaray Türkiye’dir” şeklinde bitirmeleridir.
Öncelikle şunu belirtmekte fayda görüyorum: Gazete köşelerinin kişisel meselelere ayrılmasını tasvip eden biri değilim. Bu da bir bakıma benim kişisel meselem sayılır. Bu köşeyi bu şekilde işgal etmek zorunda kaldığım için okurlarımdan özür diliyorum. Gel gelelim, bu konuda haksızlığa uğradığımı da düşünmeden edemiyorum. Benim hakkımı benden başka savunacak kimse olduğunu da sanmıyorum.
Ben “Galatasaray Türkiye’dir” başlıklı yazıyı yazdıktan bir kaç ay sonra kulübün resmi internet sitesinde aynı başlıkla bir bildiri yayınlandı; bu sözün kaynağı belirtilmeden... Ardından bazı spor yazarları da aynı başlıkla yazılar döşendiler. Son olarak Başkan Adnan Polat önce Galatasaray Dergisi’nde yine “Galatasaray Türkiye’dir” sözünü merkeze oturtuğu bir manifesto yayınlandı; akabinde de önceki gün verdiği bir demeçte aynı sözü tekrarladı. Ve ekledi: “Ben bu sözü, Galatasaray’ın birleştirici özeliğini vurgulamak için söyledim.”
Şimdi benzetmek ne kadar doğru bilemem ama rahmetli İslam Çupi’nin, “Fenerbahçe büyüklüğü ne şampiyonluk büyüklüğü, ne kupa büyüklüğüdür. Onun büyüklüğü başka bir büyüklüktür işte, adı konamaz.” sözü ile Yalçın Doğan’ın “Fenerbahçe Cumhuriyeti” sözünden bir farkı yoktur, “Galatasaray Türkiye’dir” sözünün. Tümü camialar tarafından benimsenmiş ve tarihe not düşülmüştür. O sözlerin sahiplerine hakları nasıl teslim ediliyorsa, aynısını benim de beklemem en doğal hakkımdır diye düşünüyorum. Her ne kadar onlar kadar şöhretli ve popüler olmasam da...
“Galatasaray Türkiye’dir” sözünün camia tarafından benimsenmesi beni ne kadar mutlu ediyor ve gururumu okşuyorsa, kaynağı belirtilmeden çeşitli vesilelerle kullanılması da o kadar üzüyor, diyorum ve meseleye burada noktayı koyuyorum. Sadece bilmeyenler bilsin istedim.
*****
Alpaslan Dikmen’den bir mesaj var!
”Küfür meselesine gelince. Çok haklısın. Bunu bitirmek için çok çaba sarfediyoruz, ki ben normal hayatında çok argo konuşan bir adam sayılırım. Ama maçta bir tek gün küfrettiğim (hakem, futbolcu ya da rakibe) görülmemiştir. Tribün liderimiz Sebahattin Şirin de aynen öyledir... Ama benden tek bir farkla; o normal hayatında da küfürlü konuşmaz..
Yine de bu kötü tezahüratı engelleyemedik. Zaman zaman engellediğimiz oldu ama genel manada olmadı. Hatta bir ara Aziz Yıldırım’a küfüru engelliyoruz diye bizi Aziz’in adamları diye lanse eden hödükler bile oldu :)))) Ama bakın bunu önledik, dikkat edin uzun suredir stadımız da Aziz amcaya :)) küfür yok...”
*****
Merhum Alpaslan Dikmen’in bir yazım üzerine mailleştiğimiz dönemde bana göndermiş olduğu bir mailin küfürle ilgili kısmını yukarıya koymak zorunda hissettim kendimi. Çünkü, son iki yazım üzerine kendisini UltrAslan diye niteleyen o kadar çok Galatasaray taraftarından ağza alınmayacak küfürlerle dolu mailler alıyorum ki, ağzım açık kaldı. Ve çok üzüldüm. Üzüntümün bir nedeni tabii ki bu küfürleri yemekse, bir diğer nedeni de bu zavallıların Galatasaray taraftarı olması. Rahmetli Alpaslan, bunları adam etmek için boşuna uğraşmış demek ki...
Son maçlarda aynı halet-i ruhiye tribünlerin önemli bir kısmına da hakim. Hemen her maçta Fenerbahçe’ye sövülüyor.
Misal; Galatasaray Dinamo’ya gol atıyor, tribünler koro halinde Fenerbahçe’ye küfür yağdırıyor. Bir dünya markası olan Galatasaray’a böylesi bir taraftar profili yakışmıyor. Galatasaray sınırları aşıyor ama taraftarı yerinde sayıyor. Bu taraftar takımının marka değerini düşürüyor. Ve Alpaslan Dikmen’in kemiklerini sızlatıyor. Ne yazık ki bu durum kısa zamanda da düzelecek gibi gözükmüyor. İşlerin yoluna girmesi için uzun ve sancılı bir süreç gerekiyor.
*****
Galatasaray’ın ruhu: Arda ve Sabri
Başarının anahtarı, takım ruhudur. Bunu yakalayan takımlar rakiplerinin daima önündedir. Takım ruhuna sahip olmanın yolu da, takıma o ruhu verebilecek futbolculardan geçiyor. Galatasaray’ın UE FA zaferinin en büyük nedeni, bu tür futbolcuların bir hayli fazla olmasıydı. Türkiye’nin en kaliteli kadrosuna sahip olduğu tartışma götürmez olan bugünkü Galatasaray’ı UEFA Kupası galibi Galatasaray’la takım ruhu konusunda kıyaslayabilir miyiz? Sanmıyorum. Bence bugünkü Galatasaray’da temel eksiklik bu. Başta Arda ve Sabri olmak üzere bazı futbolcuların takıma ruh kattığı bir gerçek.
Lakin sayı çok az. Takımın tamamının Arda ve Sabri gibi hissetmesi, maçı yaşaması, sonuna kadar mücadele vermesi, kaybetmemek için canını dişine takması, terini son damlasına kadar yeşil çimlere akıtması gerekiyor. Yeni bir Avrupa Kupası hedefinin tutturulmasının başka yolu yok. Savaşmadan kazanılmaz.
‘’Saracoğlu'nun muhbiri!‘’
Muhbirlik, insanoğlunun sosyalleştiği ve devlet aygıtını oluşturduğu tarihlerden itibaren itici bir kelime olarak tüm toplumların ortak hafızasına kazınmıştır. Aslında yıkıcı güçlere karşı devletin bekasını sağlayan önemli bir mekanizma olmasına rağmen, muhbirlik kurumu genellikle diktatörler tarafından mazlumlara karşı kullanıldığı için ihbarcılar toplum tarafından dışlanırlar. Gelgelelim, modern dünyada toplumun oto kontrolünü sağlaması bakımından kuralları çiğneyenleri ihbar etmek tüm bireylerin vatandaşlık görevidir. Yani bir bakıma komşu komşunun, hatta arkadaş arkadaşın muhbiridir!
Bizde bu türden bir davranış hala ayıp sayıldığı için 'kuralsızlık' en geçerli kural haline gelmiştir. Lakin durum o kadar da iç karartıcı değildir. İşte Aziz Yıldırım'ın yaptığı...
Fenerbahçe Başkanı, Galatasaray maçında sahaya yabancı madde atarak kulübün ceza almasına neden olan 8 taraftarı kamera kayıtlarından tespit ettirerek Emniyet Müdürlüğü'ne bildirmiş. Bir daha stada girmemeleri için kombine kartı olanların kartlarını da iptal etmiş. Bu, aslında Emniyet Müdürlüğü'nün görevidir. Ama birileri işini yapmayınca iş başa düşüyor! Aziz Bey'in kendi taraftarını ihbar etmesi gazetelerde kuru bir haber olarak yer aldı. Ercan Güven dışında herhangi bir spor yazarının da dikkatini çekmedi! Ne de olsa bizde taraftar goygoyculuğu moda!
Oysa Aziz Yıldırım'ın suçluyu bulup emniyete bildirmesi Türk futbolunun en önemli gelişmelerinden biridir. Bir milattır. Sessiz bir devrimdir. Emniyetin nezarethanesinden holigan kurtaran yöneticilerin hala varlığını sürdürdüğü bir düzende Aziz Bey'in davranışı tribün terörünün önüne geçecek çok büyük bir hamledir. Türk futbolunun kurtuluş hamlesi... Darısı diğerlerinin başına!..
‘’Aslan pençeleri‘’
Hani çok bilinen bir özdeyişimiz vardır; ‘Bir musibet, bin nasihatten iyidir’ şeklinde... O misal; Rijkaard’ın takım tertibinde doğruyu bulması için Fenerbahçe musibetinin başına gelmesi gerekiyormuş. Aslına bakılırsa sezon başından beri bir kısmını şansıyla atlattığı pek çok musibetle karşı karşıya kaldı Galatasaray... Lakin hiç birinden ders alınmadı. Demek ki her sezonda olduğu gibi bu yıl da bir ‘Kadıköy Travması’ lazımmış! Hollandalı teknik adamın bu sezon ilk kez rotasyona gitmemesi ve üst üste iki resmi maçta aynı kadroyla sahaya çıkması dersini aldığını gösteriyor. Orta alanı Sivas maçından sonra yine Mehmet Topal, Mustafa Sarp ve Barış Özbek gibi fizik gücü ve kondisyonu yüksek, pres özelliği olan savaşçı oyunculardan kuran Rijkaard’ın bu hamlesi sonucu Galatasaray, dün gece de Dinamo Bükreş’e maç boyu pozisyon vermedi. Bu durum bir bakıma eleştirilen Galatasaray savunmasının da aslında o kadar kötü olmadığını ortaya koydu. Her biri rakibi hırpalayan birer ‘Aslan Pençesi’ olan orta alan oyuncularından müthiş bir destek alan Servet-Gökhan-Sabri-Hakan dörtlüsü 180 dakikadır belki de en rahat maçlarını çıkardılar. Galatasaray’ın ideal 11’inin son iki maçta sahaya çıkan kadro olduğunu söylersek, pek abartmış sayılmayız. Burada Rijkaard’ı sıkıntıya sokacak olan Keita’nın durumudur. Fildişi Sahilli oyuncunun kimi keseceği doğrusu merak konusu. Kırılgan takımdan mücadeleci takıma geçiş yapan Galatasaray’da bu sisem içinde Arda ve Kewel gibi yaratıcı oyuncular da hünerlerini sergileme fırsatı bulurken, bir başka dikkat çekici nokta da takımın pas yüzdesinin oldukça yüksek düzeyde olmasıydı. Dün gece adeta top göremeyen Dinamo Bükreş’in ikinci yarıda sertliğe başvurmasının nedeni de buydu. Futbolun doğrularını sergileyen Galatasaray’ın bu kadro yapısı ve oyun anlayışıyla ligde ve Avrupa’da önü açık. Tek yapılması gereken etkili bir forvet oyuncusuyla takımın takviye edilmesi. Sanırım kısa zamanda o da gerçekleşecek.
‘’Hepimiz Ercan Saatçi'yiz!‘’
Başlığı provokatif bularak tahrik olup bana da küfretmeye hazırlananlara tepkilerini yazının sonuna bırakmalarını tavsiye ediyorum.
Ercan Saatçi'nin iki arkadaş arasındaki sohbette de olsa, Galatasaray'a küfretmesini onaylayacak bir aklı-ı selim insan olacağını sanmıyorum. Nitekim kendisi de her medeni insan gibi hatasını kabul ederek tüm Galatasaray camiasından özür diledi. Olayı bu denli spekülatif hale getiren hiç kuşkusuz Saatçi'nin sanatçı kimliğinden çok Hürriyet Gazetesi'nin Spor Servisi'nin başında olmasıdır. Konumu itibariyle tepki alması, kınanması da gayet doğaldır. Benim burada dikkat çekmek istediğim konu, Ercan Saatçi üzerinden ahlak bekçiliği yapılmak istenmesidir. Milli ve dini değerlerimizin bu kadar tavan yaptığı bir dönemde tribünlerde binlerce insanın koro halinde küfür etmesi ne kadar ahlaki ise Ercan Saatçi'nin küfür etmesi de o kadar ahlakidir. Bu bakımdan kimsenin birbirinden farkı yoktur. Sorun aslında küfrün toplum tarafından içselleştirilmesi ve günlük diyaloglarımızın da önemli bir parçası haline gelmesidir. Hatta o kadar ki, küfrün tribünlerde serbest bile bırakıldığını söyleyebiliriz. Öyle ya, 120 saniyenin üzerinde küfür edersen kulüp ancak ceza alıyor. Altında ise ceza yok! Yani 119 saniye küfür serbest! Tabii bir de kime edildiğine bağlı. Federasyona ve hakemlere edilen küfürlere müsamaha yok. Ama rakip takıma ya da kendi futbolcu, teknik adam ve yöneticine istediğin kadar söv! Mesele sadece küfrün kanıksanması ya da bu konuda uygulanan çifte standart da değil. Asıl problem toplumun küfür konusundaki riyakarlığıdır. Hala namus cinayetlerinin işlendiği ve katillerin cezalarında namus indirimine gidildiği bir ülkenin tribünlerinde ve hatta sokaklarında topluca ana, avrat, bacı demeden dümdüz gitmek, bize özgü ironik bir durumdur mudur, yoksa bu toplumun ikiyüzlülüğü müdür, sogulamak gerek.
Ercan Saatçi'yi bu ayıbı nedeniyle hep beraber protesto edelim... Edelim etmesine de, iki insanın kendi arasındaki konuşmanın kaydını yıllarca elinde tutup da sırası geldiğinde kamuoyuna servis edenlerin ayıbına ne diyeceğiz? Ayrıca hangisi daha ayıp? Küfür konusunda samimi olmak istiyorsak önce aynaya bakmalıyız. Kim ne kadar masum ona cevap bulmalıyız. Ve temizliğe önce kendi evimizin önünden başlamalıyız.
‘’Enerjik Cim Bom‘’
Elano ve Keita’nın yokluğunda macburi rotasyona giden Rijkaard’ın sahaya üç ön liberoyla çıkması ilk bakışta yadırganabilir. Ancak günümüz futbolunun temel ilkelerini göz önüne aldığımızda orta alanın atletik ve enerjik futbolculardan oluşması takım savunması açısından hayati önem taşır. İşte dünkü Galatasaray’ın bundan öncekilerden farkı buydu. Ligde oynadığı son üç maçta kalesinde 9 gol gören Sarı-Kırmızılı takımın, Sivas’a hemen hemen hiç pozisyon vermemesinin nedeni; Barış Özbek, Mustafa Sarp ve Mehmet Topal’ın orta alanda adeta geçit vermez bir ‘majino hattı’ oluşturmasıydı. Takım savunmasına büyük katkı yapan bu üçlüden Barış Özbek ve Mustafa Sarp ataklarda da etkili olunca, Galatasaray farkı daha da arttırabilecek pozisyonları bulmakta gecikmedi. Gelgelelim Sarı-Kırmızılı oyuncular başta Arda olmak üzere, son vuruşlarda istenilen beceriyi gösteremeyince, Galatasaray ilerleyen haftalar için gerekli moral motivasyonu verecek ve takımı havaya sokacak farklı skoru yakalayamadı.Son haftalarda depresif bir görüntü veren Arda Turan, dün gece de durgundu! Ancak bu durgunluk futbolunda değil, hal ve hareketlerindeydi. Hücum organizasyonlarında yine başrolü üstlenen milli futbolcu, yaptığı klas hareketlerle tribünlerden en çok alkışı alan futbolculardan biriydi. Bir diğeri de Sabri Sarıoğlu’ydu. Adeta bir enerji küpü olan genç futbolcu, Sivasspor’un sol kanadını deyim yerindeyse tek başına çökertti. Ne var ki, o da final paslarında başarılı olamayınca, verdiği olağanüstü çabanın karşılığını alamadı. Seyircinin Ercan Saatçi’ye öfkesinin damga vurduğu gecenin en anlamlı olayı ise Kıtalararası Şampiyon olan Tekerlekli Sandalye Basketbol Takımı’nın devre arasında Başkan Adnan Polat tarafından ödüllendirilmesiydi.
‘’Derbin varsa derdin yok!‘’
Bilmem ne ülkesinin diktatörü halkını 40 yıl boyunca 3F (F'lerden biri malumunuz futbol) ile yönetmiş gibi klişelerden bahsetmeyeceğim. Futbolun sadece bir oyun olduğu naifliği de değil konumuz. Dile getirmek istediğim, futbolun ülkemizde sosyolojik bir travma boyutuna ulaşarak toplumu delirmenin eşiğine getirmesidir. Bir haftadır derbiyle yatıyoruz, derbiyle kalkıyoruz. Muhtemeldir 'derbimania' bir hafta daha sürecek.
Fenerbahçe-Galatasaray rekabetinin dünyanın üçüncü büyük derbisi olduğu illüzyonuna kendimizi o kadar kaptırdık ki; ne ülkenin iç savaşın eşiğine gelmesi, ne milyonlarca işçi, memur, emeklinin yoksulluk ve açlık sınırında yaşaması, ne işsizlik oranının cumhuriyet tarihimizin en yüksek oranına ulaşması, ne 'Anadolu Kaplanları' diye adlandırdığımız sanayi kuruluşlarımızın birer birer kapısına kilit vurması, ne üç kuruşa en yakınlarını bile katleden umutsuz, başıbozuk, gözü dönmüş bir güruhun sokaklarda serseri mayın gibi dolaşması, ne de kapımıza dayanan salgın hastalık umurumuzda değil. Bütün bunların umurumuzda olmaması bir yana, Fenerbahçe-Galatasaray üzerinden yeni kamplaşmalar, yeni düşmanlıklar pompalıyoruz toplumun ana arterlerine.
Derbinin toplum üzerindeki etkisini öylesina akıl almaz boyutlara çıkardık ki, yeni nesilin gözü Fenerbahçe ve Galatasaray'dan başka bir şey görmez oldu. Okumayan, bilmeyen, anlamayan, ilgilenmeyen, duyarsız, cahil bir jenerasyonu kendi ellerimizle inşa ettik. Hayatlarının tek aidiyeti ve amacı takım taraftarlığı olan bir kayıp kuşak ülkenin geleceğini teslim almak üzere aportta bekliyor. Sadece İstanbul'da değil, Anadolu kentlerinde de kendi kırmızı çizgilerini çizen ve karşı karşıya geldiklerinde birbirlerinin gırtlağına basmaktan hiç imtina etmeyen bir kitleyle karşı karşıyayız. Tablo flu. Ortalık toz duman. Göz gözü görmüyor. Avunsak ya da afyonlansak belki anlaşılabilir bir tarafı olacak.
Ama öyle de değil. Bu başka bir şey. Bir anafor. Kendimizi kaptırmış gidiyoruz. Oysa derbi dediğin ne ki? İşte buyrun:
Toplam maç: 361, Galibiyet: 137, Beraberlik: 111, Mağlubiyet : 113, Attığı gol: 505, Yediği gol: 454 (Tablo Fenerbahçe'ye göre hazırlanmıştır).
Gördünüz. Sadece istatistik. Hepsi bu!
‘’Genlerinde var‘’
Gelenekleriyle yaşayan bir kulüp olan Galatasaray’ın 20. Yüzyıl’ın sonlarına doğru edindiği en önemli karakteristik özelliklerinden biri de Avrupalı kimliğidir. Türkiye ligindeki formu, konumu ne olursa olsun Avrupa’ya çıktığı zaman kendi klasiğini mutlaka sahaya yansıtıyor Sarı-Kırmızılı takım. Dün gece de böyle oldu. Ligdeki Ankaragücü yenilgisi ve sancılı Trabzon galibiyetinin üzerine çıktığı Dinamo Bükreş karşısında sakin, kontrollü, kendinden emin bir Galatasaray vardı. Orta alanda inisiyatifi sürekli elinde tutan Cim Bom, rakibin sert oyununa ve hakemin müsamahasına karşın bir an olsun oyundan düşmedi. Sabırla top çevirdi, uzun ve kontra paslarla kanatlara işlerlik kazandırdı. Nitekim atılan tüm goller de kanat akınlarından geldi. Bu şablonda en önemli rol Elano ve Keita’ya biçilmişti. Sambacı futbol zekası ve atığı milimetrik paslarla, Fildişili oyuncu da fuleleri ve yaptığı asistlerle üzerlerine düşeni fazlasıyla yerine getirdiler. Galatasaray için söylenecek tek olumsuz söz, 4. golden sonra konsantrasyonunu kaybetmesiydi. Bunda hiç kuşkusuz hafta sonu oynanacak Fenerbahçe derbisinin payı vardı. Ancak bu bölümde verilen pozisyonlarda Rumenler biraz becerikli olsaydı sakıntılı bir durum ortaya çıkabilirdi. Bükreş maçının ortaya koyduğu bir gerçe de Nonda’nın bu takımın ilk santraforu olduğudur. Son söz tarfatar için: Takımlarını coşkuyla desteklerlerken muhteşemdiler. Taa ki Fenerbahçe’ye küfürler edene kadar. Bu konuda daha çok fırın ekmek yememiz gerekiyor.
‘’İnönü Yeniçeri Ocağı!‘’
Spor tarihçileri, alt sosyal sınıfa ait toplum katmanlarının sempati duyması nedeniyle 'Arabacı Takımı' şeklinde nitelendirilerek aşağılanan Beşiktaş'ın aslında soyluların takımı olduğunu belirtir. 2. Abdülhamit zamanında saray erkanıyla dönemin asilzadelerinin çocuklarının Beşiktaş'ta spor yaptığını kaydeden tarihçiler, sporcuların antrenman ve maçlara gösterişli arabalarla gidip gelmesi nedeniyle takımın 'Arabalılar Takımı' olarak adlandırıldığını anlatır ve eklerler: "İşte bu 'Arabalılar Takımı' zamanla halk arasında 'Arabacı Takımı' olarak değişmiştir. Aslında gerçek asilzade takımı Beşiktaş'tır."
Asillerin takımı olmak taşınması ağır bir yüktür. Hiç bir zaman asaletten ödün vermemek temel düsturdur. Günü kurtarmak için ucuz politikalara sapmamayı, 'amaca giden her yol mübahtır' anlayışından uzak durmayı, gerek kendi camiasına, gerekse rakip camialara karşı kusursuz bir saygıyı, tevazuuyu, büyüklere hürmeti, küçüklere sevgiyi, ahde vefayı, doğruluğu, dürütlüğü elden bırakmamayı gerektirir asalet erbabı olmak.
Beşiktaş tarihinden miras kalan bütün bu değerleri son 10 yılda birer birer tüketmenin sancılarını yaşıyor bugünlerde. Hikmet Çetin gibi bir akil adamının kurtarıcı olarak sahneye davet edilmesi boşuna değildir. Beşiktaş kaybolan değerlerinin peşinde. Süleyman Seba'nın temsil ettiği 'Beşiktaşlı Duruşu'nu arıyor Siyah-Beyazlı camianın ileri gelenleri. Serdar Bilgili'yle başlayan ve Yıldırım Demirören'le tavan yapan bir zihniyet erozyonunu durdurmanın çarelerinı arıyor bugün Beşiktaşlılar.
Son bir kaç yıldır 'Yeniçeri Ocağı'na dönen İnönü Stadı'nda olan bitenler neden değil sonuçtur. Tribünler, Beşiktaş'ın adına asalet dediğimiz doğal bitki örtüsünün ortadan kaldırılması sonucu önüne geleni silip süpüren, yutan azgın bir sele dönüşmüşse, bunun sorumlusu Siyah-Beyazlı kulübü Seba'dan sonra yönetenlerdir. 'Seba gitsin, Ahmet Dursun' diye taraftarı bağırtanlar bu fitili ateşlemiştir. O zamanki kartopu her sezon daha büyük bir hızla yuvarlanarak bugün Beşiktaş'ı tehdit eden bir çığa dönüşmüştür. O çığ önce Bilgili'yi yuttu, şimdi sırada Demirören var. Muhtemelen o da gidecek. Semirttiği canavara kurban olacak. Boşuna dememişler, 'Kılıçla yaşayan kılıçla ölür" diye... Gerçekten de öyle!..