‘’Alex, Arda ve Belediye‘’
Bu köşede mümkün olduğunca haftaya damga vuran olaylardan bahsetmeye çalışırım. Ancak bugün kendi kendime bir karar verdim. Haftanın en önemli gündem maddesi olan taraftar kepazeliğine girmeyeceğim. Ne İnönü'deki yeniçeri ayaklanmasına, ne Ankara 19 Mayıs Stadı'ndaki vandallığa, ne de Mesut Bakkal'ın uğradığı haksızlığa... Bunlar zaten bir çok köşe yazarı tarafından hafta boyunca eni konu işlenecek. Neden-sonuç ilişkisi irdelenecek. Taraftar kültürsüzlüğünden, görgüsüzlüğünden filan bahsedilecek. Ben ise bu ilkelliklerin, futbolumuzda yer alan az sayıdaki güzellikleri görmemize engel olmasına kalemim el verdiğince müsade etmemeye çalışacağım.
Bu sezon Fenerbahçe ile Galatasaray arasında geçmesi beklenen şampiyonluk yarışında sonucu belirleyecek olan en önemli parametre hiç kuşkusuz Alex ile Arda'nın performansı olacak. Tahteravallinin bir tarafında Alex, diğer tarafında Arda oturacak. Bazen biri yükselecek, bazen diğeri. Elbette arkadaşlarının onların performansına ayak uydurması da önemli bir etken olacak, ama şampiyonluğa giden yolun kilometre taşlarını Alex ile Arda'nın zekaları ve becerileri döşeyecek. Bugün Alex tecrübesi ve birikimiyle bir adım önde gözüküyor. Sezon başında ise ibre Arda'dan yanaydı. Yarın ne olur, bilinmez. Ancak çok iyi bildiğimiz bir gerçek var ki, bu sezon onları büyük bir keyifle izleyeceğiz. Burada Arda'ya yapılan bir haksızlıktan da söz etmeden geçemeyeceğim. Son haftalarda Arda'da bir düşüş olduğu vurgulanıyor ve bunun üzerinden kendisine vuruluyor. Tipik bir Türk refleksi. Zirveye tırmananı ayaklarından çekip indir misali. Geç bulduğumuz dünya çapındaki bu yıldızımızı tüketmek için bazı kopleksliler çok erkenden kolları sıvadı. Oysa düşüşün Arda'da değil, takım performansında olduğunu onlar da çok iyi biliyor. Ama serde linç kültürü olunca genç yaşına rağmen bunca sorumluluğun altına giren Arda için bir çırpıda darağacı kurulabiliyor. Batsın bu zihniyet!
Son söz İstanbul Büyükşehir Belediyesi için. Belediye kaynakları kullanıldığı için eleştirdiğimiz bu mütevazı takımımızın yarattığı futbol değerlerini göremiyoruz. Biraz farklı açıdan bakarsak, Abdullah Avcı ve talebelerinin gerçek futbol emekçileri olduğunu farkedeceğiz. İşleri sadece futbol. Dürüstçe, mertçe, profesyonelce... Yense de, yenilse de... İşte futbol bu, takım bu.
‘’Yol kazası‘’
Futbolun şakasının olmadığını dün gece bir kez daha gördük. Rakibi hafife almanın, oyun disiplininden uzak olmanın, basit oynamak yerine fantazilere kaçmanın bedelini kendi sahasında puan vererek ödedi Galatasaray. Elbette hakemin maçın kaderini etkileyecek hatalarından, şans faktörünün Galatasaray’dan yana olmamasından söz edilebilir. Ancak Galatasaray gibi Avrupa geleneğine sahip güçlü bir takımın bu mazeretlere sığınmaması gerekir. Büyük takımlar, hakemleri de, kötü talihini de, kaderini de bertaraf ederek sonuca gider. Ama bu durum, Galatasaray’ın güle oynaya çıkacağı bu grupta bir takım hesapları yeniden yapmasına yol açacak.
Eskişehirspor maçının kadrosunda üç değişiklik yapan Rijkaard o karşılaşmadaki beraberliğin faturasını Mustafa Sarp, Nonda ve Uğur’a kesmiş gibiydi. Sarp’ın yerine oynayan Ayhan’ın henüz hazır olmaması, Mehmet Topal’ın formsuzluğu, Sabri’nin savunduğu kanadın koridora dönmesi, Ali Sami Yen’de tek farklı bir yenilgiye dahi razı olan Avusturya ekibinin ummadığı kadar gol pozisyonuna girmesine neden oldu. Tek özelliği oyun disiplinine bağlılığı olan Sturm Graz’ın kadrosu Galatasaray’ın kadrosunun yarısı kadar kaliteli olsaydı, maçı almaları işten bile değildi. Umarım bu sonuç, Galatasaray için bir yol kazası olur. Aksi takdirde sezon başındaki cicim aylarının yerini kabus senaryoları alır ki, bu yalnız sezonun değil, geleceğin de kaybedilmesi anlamı taşır.
‘’Diyarbakırspor hangi ülkenin takımı?‘’
Tarihi boyunca ne yapıp edip diken üstünde yaşamayı, dahası kendine her daim üstünde yaşayacak dikenler üretmeyi başaran bu cennet ülkemiz, kritik bir süreçten daha geçiyor. Herkesin soğukkanlı olması, duygularla değil mantıkla hareket edilmesi, akl-ı selimin galebe çalması gereken şu kırılgan dönemde yangına körükle gitmek ülkenin geleceği açısından telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğuracaktır.
Ayrılıkları derinleştirecek eylem ve söylemlerden kaçınmak ülkesine bağlı, vatanını seven her Türk yurttaşının asli görevidir. Aksi ise, ülkeyi bölüp parçalamak isteyen dahili ve harici bedhahların işine yarayacaktır. Yıllardır pusuda bekleyen böylesi büyük bir tehlike varlığını korurken, spor sahalarında etnik ayrımcılığı körüklemek kimin işine geliyor, bir düşünmeli Bursasporlu taraftarlar.
Takımlarına olan tutkulu bağlılıklarını, aidiyet hislerini, kendilerine özgü taraftar kültürünü, her hafta sonu Atatürk Stadı'nı karnaval yerine çevirmelerini hep takdir ettiğimiz Bursaspor taraftarlarının Diyarbakırspor takımına yaptıklarının iler tutar tarafı yoktur. Uzun zamandır devletle ayrılıkçı güçlerin arasında gel-git yaşadığı için belki de dünya yüzeyinde hiç bir takımın olmadığı kadar 'aidiyet sendromu' çeken Diyarbakırspor'u kaybetmenin bundan daha kolay bir yolu bulunamazdı.
Aslında şimdi tam da onlara sahip çıkma zamanıdır. Kırmızı-Yeşilli futbolculara ırkçı tezahüratlar yapmak, onları terörle bağdaştırmak, Diyarbakırspor üzerinden hesaplar yapanların, takımı ayrılıkçı hareketin merkezine oturtmaya çalışanların ekmeğine yağ sürmekten başka bir şey değildir. Diyarbakırspor'da oynayan Kürt futbolcu sayısı sadece ikidir (Tamamı Kürt olsa bile bir şey değişmez). Ülkenin diğer takımlarında oynayan Kürt futbolcular ise sayılamayacak kadar çoktur.
Bu bile, nasıl etle tırnak gibi kaynaştığımızın bir göstergesi değil midir? Tarihimiz boyunca da bu böyle olmamış mıdır? Ülkenin dört bir yanında kurtuluş savaşını Türk-Kürt-Çerkez-Laz vs. hep birlikte vermedik mi? O halde neden? Diyarbakırspor'u emperyalizmin piyonu olmuş ayrılıkçı güçlerin kucağına itmek kime fayda sağlayacak, başta Bursasporlular olmak üzere herkes bir düşünmeli. Hatta bir değil bin düşünmeli. Zira bundan başka Türkiye yok.
‘’Sabri sol kanada!‘’
Bu maçı önemli kılan bir kaç faktör vardı: Galatasaray’ın 7’de 7 yapma şansı, liderliğini koruyacak olması ve Eskişehir’n formu bunlardan bazılarıydı. Nitekim maçın önemine binaen Alpaslan Dikmen’in ruhunun önderlik ettiği seyirci tribünleri doldurmuş, Sarı-Kırmızılı takım da maça hırslı ve arzulu başlamıştı. İki takımın golcü kimliği nedeniyle genel beklenti maçın bol gollü geçeceği yönündeydi. Ancak Eskişehir’in oyunu kendi yarı alanında kabul etmesi, sert ve diri savunma yapması, duran toplara aldıkları önlemler ile Arda’ya uygulanan kademeli baskı -ki buna rağmen sahanın en başarılı ismi Arda’ydı- Galatasaray’ın fazla pozisyon bulamamasına neden oldu. Bu durumda Sarı-Kırmızılı futbolcuların bireysel yeteneklerini ön plana çıkarması gerekiyordu. Nitekim Keita bunu bir kez yaptı, o da gol oldu.
Galatasaray’ın bu maçta aksayan bir yönü de isabetli dış şutlar atılamaması ve kanatlardan etkili ortalar yapılamamasıydı. Sabri’nin bilinen yetersizliklerine, soldaki Uğur Uçar’ın sol ayağını kulanamaması eklenince hücumda yapılacak pek bir şey kalmadı; ikisinin yer değiştirmesi haricinde! Sabri nasıl olsa sağını da, solunu da kullanamıyor; hiç olmazsa solu olmayan Uğur, sağda sağını devreye sokar ve Galatasaray bir kanadını kurtarmış olurdu! Bu bir latife tabii. Gerçeğe dönersek, Galatasaray’da düşünülmesi gereken en önemli konu, Elano’dan böylesine zorlu bir maçta dahi faydalanılamaması. İkinci bir Lincoln vakası ile karşı karşıya mıyız acaba nedir?
‘’Avrupa geleneği‘’
Galatasaray denince akla ilk gelen gelenekleridir. Köklü geçmişi, kendine özgü kuralları, terbiyesi, ast-üst ilişkileri sahip olduğu geleneklerinden bazılarıdır. Son 20 yıldır buna tam bir Avrupa takımı olma özelliği de eklendi. Avrupa takımı demek, şartlar ne olursa olsun uluslararası müsabakalarda belli bir çizginin altına düşmemek demektir. Ligdeki konumu ne olursa olsun herhangi bir Avrupa maçında rakiplerine kök söktürmek, bize artık sürpriz gelmeyen sonuçlar almak Galatasaray’ın en belirgin alışkanlıklarından biri oldu. Panathinaikos, kağıt üzerinde Galatasaray’ı grupta en çok zorlayacak takımlardan biri olarak gözüküyordu. Sarı-Kırmızılı takımın eli boş döneceği deplasmanlardan biri olarak kabul ediliyordu. Gelgelelim Galatasaray maça öyle bir başladı ki, pas trafiğiyle adeta rakibinin başını döndürdü ve baskın basanındır misali golünü de buldu. Bu aslında bir Galatasaray klasiğiydi. Bundan sonrasının Cim Bom için çok daha kolay olacağı hesaplanıyordu. Ancak ne var ki, kısa sürede oyunda dengeyi sağlayan ev sahibi, her an beraberliği yakalayacakmış gibi bir görüntü veriyordu. Veriyordu vermesine ama pozisyonları bulan yine Galatasaray’dı.
İkinci yarının başı da ilk yarının kopyası gibiydi. Erken gelen gol ve iki farklı skor avantajı Galatasaray’ı rahatlatmıştı. Ama bu rahatlık biraz aşırıya kaçıp rehavete dönüşünce frikikten gelen şans golüyle fark üçe çıkmasına rağmen Sarı-Kırmızılı takımın kalesinde sayısız pozisyon vermesine neden oldu. Rakibin beceriksizlikleri bize yıllar öncesinin Türk takımlarını anımsattı. Bu sonuca sevinelim ama kalemizde gördüğümüz rekor sayıda tehlikeyi de göz ardı etmeyelim. Gelecek buna bağlı.
‘’Fenerbahçe, Fenerbahçe'ye karşı!‘’
Her takım teknik direktörüyle müsemmadır. Teknik adamlar görev aldıkları takımlara genellikle karakterlerini yansıtırlar. Ve o takımın her bir futbolcusu takımı yöneten kişinin sahadaki bir parçası olur. İster istemez hocasının temel karakteristik özelliklerinin ya tamamını ya da bir kısmını kendine uyarlar. Hoca aslında bir rol modelidir. Bu durum bütün dünyada üç aşağı beş yukarı böyledir. Ama bizim gibi abi-kardeş, ast-üst tarzında hiyerarşik yapıların geçerli olduğu, futbolcuların tam olarak profesyonel davranamadıkları toplumlarda teknik direktörün futbolcuyu bir illüzyonist gibi etkilemesi kaçınılmazdır. Bunun en çarpıcı örneği hiç kuşkusuz Fatih Terim'dir. Terim'in komuta ettiği futbolcuların hemen her maçta sergiledikleri hırçınlıkların ve gördükleri lüzumsuz kartların takımlarının başına ne çoraplar ördüğünü hep beraber biliyoruz.
Fenerbahçeli futbolcuların bu sezonun ilk 5 haftasında gösterdikleri sportif başarı ne kadar takdire şayansa, saha içindeki agresif davranışları bir o kadar yakışıksız ve itici. Hakemin hemen her kararına verdikleri aşırı reaksiyon ve itirazlar nedeniyle alınan kartlar öyle görünüyor ki Fenerbahçe'nin bu sezon ki en büyük rakibi olacak. Takımın Daum'la bu sezon kabuk değiştirdiği bir gerçek. Alman teknik adam futbolcularının tıpkı kendisi gibi daha agresif olmasını istiyor. Lakin, bu agresiflik topa karşı olmalı, rakibe ve hakemlere değil. Futbolcunun anlamadığı bu nüans. İlerki haftalarda bir Cem Papila çıkıp o nüansı anlatırsa iş işten geçmiş olur. Sonra dizini dövsen ne fayda!
‘’Christoph Daum'un Atatürk sevgisi‘’
Türkiye’nin, okyanusta yolunu kaybetmiş sahipsiz bir tekne gibi fırtınalarla, dev dalgalarla boğuştuğu netameli yıllardan bir yıldı. İstanbul’un köklü bir imam hatip lisesinde üçüncü yılına başlayan bir yeni yetmeydim. Hocası olmadığı için İngilizce dersine yöredeki bir caminin imamı sözleşmeli olarak atanmıştı. Kendisiyle ilk dersimizdi. Bir hışımla içeri girdi ve selam verdi. Ardından eliyle kara tahtanın üzerindeki Atatürk resmini göstererek, “Bu kefereyi buradan kaldırın, gözüm görmesin” diye kükredi. Öğrencilerden biri sırasından fırladı ve bir sandalyeye çıkarak çerçeveyi yerinden söktü. Sırıtarak sordu: “Bunu nereye koyayım hocam.” Hoca eliyle çöp kutusunu işaret ederek, “Layık olduğu yere” dedi. Öğrenci de Atatürk resmini ters çevirerek çöp kutusunun üzerine bıraktı. Ders bitene kadar resim orada kaldı.
Okulda Atatürk’e yönelik olumsuz söz ve davranışlara -sistemli olmasa da- daha önce de tanık olmuştum. Ama hiç biri çöp kutusuna bırakılan Atatürk resmi kadar bende travma yaratmamıştı. O yaşa kadar Atatürk sevgisiyle büyümüş olduğum için beni çok çok üzen bu olay sonrası imam hatip lisesini bırakmaya karar vermiş ve ilk fırsatta da bırakmıştım.
Gün geldi, devran döndü. O zamanlar azınlıkta olan Atatürk düşmanları bugün bir hayli çoğaldı. Kimileri ülkenin kilit noktalarını tuttu. Son yıllarda Atatürk’e sistemli saldırıların olması boşuna değildir. Dünyada hiç bir ülke yoktur ki, ulusal kahramanına, kurucusuna kendi insanı tarafından böylesine öfke ve nefret duyulsun. Tarihin en onurlu kurtuluş destanını yazan ve tüm dünyada 20. Yüzyıl’ın en önemli lideri seçilen Atatürk’e saldırmanın dayanılmaz hafifliğine kapılanlar, gün geçmesin ki onun adını, onun ilkelerini, onun cumhuriyetini ayaklar altına almaya kalkmasın. Artık bu konuda o kadar ileri gidiliyor ki, elalem kurucusunun ismini başkentine (Washington) verirken, Atatürk’ün adının verildiği statlar, caddeler tartışmaya açılıyor, binlerce insanın canı pahasına kurduğu ülkenin bir bölümünün elden çıkarılması gündeme geliyor. Rize’de yıkılan Atatürk Stadı’nın yerine yapılan yenisine onun ismi esirgenebiliyor. Ve bu puslu ortamda bir yabancı, bir Alman çıkıyor, Atatürk’e ve onun cumhuriyetine sahip çıkarak bizi kendimize getirmeye çalışıyor. O nedenle Cristoph Daum’un Atatürk sevgisi ve bunu her ortamda dile getirmesi çok çok anlamlıdır. Avucumuzun içinden bir kum gibi kayıp yere dökülen değerlerimize bir Alman’ın sıkı sıkıya sarılması, yüzümüze çarpan bir tokat gibidir. Bizi kendimize getirmesi gereken okkalı bir tokat...
********************
Kazım ve Emre’ye bu hoşgörü niye?
Galatasaray’ın Fatih Terim zamanında gerek ligi, gerekse Avrupa’yı sallamasının, Sarı-Kırmızılı takımın dünyanın dört bir yanında taraftar sayısında patlama yarattığı hepimizin malumu. Galatasaray sevgisi, elde edilen Avrupa başarılarıyla gururu okşanan Türk insanının içine kadar işlemişti. Gelgelelim, bu sevgiyi istismar eden bazı Galatasaraylı futbolcular vardı. Saha içi ve saha dışındaki olumsuz söz ve davranışlarıyla, çirkeflikleriyle, kibirleriyle akli selim bir Galatasaraylı’yı bile takımdan soğutuyorlardı. Bu tarz futbolcular Sarı-Kırmızılı takımda son yıllarda bir hayli azalırken, Fenerbahçe’de uç vermeye başladı. İşte Kazım ve Emre’yi görüyorsunuz. Gün geçmesin ki, bir vukuatları olmasın. Onların çıkardığı olayların, Fenerbahçe markasına koyu bir gölge gibi düştüğü bir gerçek. Bu gerçeği bilen yöneticiler, bu iki futbolcuya neden müsamaha gösterir, onu anlamak mümkün değil.
********************
Volkan iyiydi büyük oldu
Futbolda bir realite vardır: Büyük takımların kalesinde büyük kaleciler olmalı. Futbol tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur. Volkan Demirel, düne kadar iyi bir kaleci olarak nitelendiriliyordu. Ancak bu sezonki performansı, onu büyükler kategorisine soktu. Fener’in büyüklüğüne yakışacak kadar...
********************
Gökhan Gönül’ün Fener için önemi
Türkiye’de son yıllarda yıldızı parlayan iki isim var: Biri Arda Turan, diğeri de Gökhan Gönül. Aslına bakarsanız, bu iki futbolcu dünyanın en büyük takımlarında forma giyebilecek yeteneğe ve kaliteye sahip yegane oyuncularımız. Gökhan Gönül’ün Fenerbahçe için ne kadar önemli bir futbolcu olduğu Manisaspor karşısında ortaya çıktı. Büyük takımların kötü oyunlarını bir tek futbolcunun yokluğuna bağlamak elbette doğru değildir. Ama söz konusu futbolcu bugün Tuncay Şanlı’nın misyonunu üstlenmiş Gökhan Gönül olursa pekala böyle bir yargıya varabiliriz. Çünkü Gökhan Gönül sahada sadece işini yapmakla kalmıyor, aynı zamanda Fenerbahçe ruhunu temsil ediyor. İşte o ruh sahada olmayınca da bize Manisa’nın elinden zor kurtulan bir Fenerbahçe’yi izlemek kalıyor. Fenerbahçe ona gözü gibi bakmalı.
********************
Bu lig yarışı rekor getirir
İki büyük de dörtte dört yaptı. İkisi de kötü oldukları anda bile kazanmasını biliyor. İkisinin de sonucu etkileyecek önemli silahları var. Öyle görünüyor ki, Beşiktaş’ın dışında ikisini zorlayacak takım pek yok. Onların bu rekabetinin sezon sonunda puan ve gol rekoru getirmesi kuvvetle muhtemel. Hayırlı olsun...
‘’Bu ne 'Kaba'lık Gökhan!‘’
Futbol sadece pasdan, çalımdan, şuttan, golden, mağlubuyitten, galibiyetten mi ibarettir? Kuşkusuz hayır. Futbolun bileşenleri içinde bütün bunların çok önemli bir yeri olduğu şüphe götürmez bir gerçek. Lakin, futbolu yalnızca futbol terimleriyle açıklayamayız. Zira, futbolun temelinde insan faktörü vardır. İnsanın olduğu her yerde de insana dair duygu ve davranış kalıplarıyla, sahip olunan melekeler belirleyicidir. Bu nedenle futbolu sevmemiz ya da nefret etmemiz için izlediğimiz oyunu kimlerin oynadığına bakmak gerekir. Yetenekli bir oyuncuyu izlerken keyif almak isteriz; ancak sergilediği bir davranış bozukluğuyla bizi bir anda futboldan soğutabilir. İşte gözünümüzün önündeki Emre Belözoğlu örneği...
Bunun tam tersi örnekler de vardır elbette. Bir futbolcunun yetenekleri sınırlı olabilir. Fazla göz önünde olmayabilir. Hatta çoğumuz varlığından bile habersiz olabiliriz. Ama o, sahada öyle bir jest yapar ki, gönlümüzün en mutena köşesinde kendisine yer açarız. Tıpkı İstanbul büyükşehir Belediyespor'lu Gökhan Kaba gibi. Berabere girilen Ankaragücü maçının son dakikalarında gol pozisyonundayken, yerde kıvranan rakibini görünce topu taca atan Gökhan Kaba unutmaya yüz tutan değerlerimizi tekrar hatırlamamızı sağladı bu hafta. Sağladı, sağlamasına da onun bu hareketini hiç bir televizyon kanalında görmedik. Atilla Türker dışında yazan bir meslektaşımız da olmadı. Gökhan Kaba'nın sadece soyadı Kaba. Asıl, 'Kaba'lık onun bu zerafetini farketmeyenlerde. Yani bizde...