Arama

Popüler aramalar

‘’2. UEFA yürüyüşü‘’

Sakın Bank Asya düzeyindeki bir rakip karşısında oynanan futbol ile alınan farklı galibiyetten yola çıkarak, “Ver gazı, coştur lazı” felsefesiyle taraftara ve okura coşku vermeye kalktığımı sanmayın. Dün gece Ali Sami Yen’deki ambiyans, Galatasaray’ın sezon sonu müzesine ikinci bir UEFA Kupası daha götüreceğinin güçlü emarelerini verdi. Rijkaard’ın takımın başına getirilmesiye başlayan ve şimdilik Elano ile sonuçlanan başarılı transfer süreci camiada inanılmaz bir sinerji yaratmış durumda. Rijkaard’ın takıma kazandırmaya çalıştığı oyun anlayışının futbolcular tarafından her geçen gün benimsenmesi, ortaya seyrine doyum olmayan coşkulu bir futbol çıkarıyor. Bu coşku tribünlere dalga dalga yayılıyor, oradan tekrar sahaya yansıyor. Sonuçta oynayan da, oynatan da, seyreden de büyük bir keyif alıyor, stattan mutlu ayrılıyor. Zaten futbolun amacı da bu değil mi? Eğlen, eğlendir. Mutlu ol, mutlu et. Yaptığı işten haz duyanın, işinde mutlu olanın sonunda kazanması kaçınılmazdır zaten. Bu sezon Galatasaray’ın bürüneceği farklı kimliğin mihenk taşı, bu felsefe olacaktır.
İlk Netanya maçında Arda ön plana çıkmıştı. Kaptan dün de görevini yaptı. Ancak dün gece Ali Sami Yen’e ışık saçan bir başka yıldız vardı: Aydın Yılmaz. Hollandalı teknik adamın ısrarla üzerinde durduğu genç futbolcu bu sezon beklenen patlamayı yapacak gibi gözüküyor. Görünen o ki, Rijkaard’ın Arda’dan sonra ikinci prensi Aydın Yılmaz olacak. Ve bu, hem kendisine, hem Galatasaray’a, hem de Türk futboluna yarayacak. Futbolumuza kutlu olsun Aydın Yılmaz ve Galatasaray’ın dün gece başlayan 2. UEFA yürüyüşü...

07 Ağustos 2009, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Galatasaray gerçekten Bizans mı(ş)!‘’

Başlığa ve fotoğrafa bakarak bana küfür etmeye hazırlananlara peşinen şunu söylemek isterim: Galatasaray-Bizans yakıştırması bana değil, kulüp tarihinin gelmiş geçmiş en başarılı başkanı Faruk Süren’e aittir. Bir röportajımızda kendisinin başkanlıktan neden uzaklaştırıldığını sorduğumda verdiği cevap aynen şuydu: “Burası Bizans, Bizans! Biliyorsunuz Galatasaray da Beyoğlu’nda!”
Bu, elbette Sayın Süren’in bütün camiayı karalamak için yaptığı bir benzetme değildi. Benim de amacım zaten bu değil. Ve haddime de düşmez. Süren’in sözünü ettiği, lise odaklı küçük bir klik. Bahsi geçen, bazılarının adına ‘Derin Galatasaray’ dediği, adeta bir cemaat gibi, tarikat gibi yapılanmış ve kulübü vesayet altına almaya çalışan dar görüşlü, kafatasçı, hizipçi, entrikacı, faşist bir zümre. UEFA Kupası sonrası kulübün önüne set çeken de kendilerini Galatasaray’ın asıl sahibi gibi gören ve liseli olmayanları ‘harici’, taraftarı da ‘çapulcu’ diye nitelendiren bu zihniyettir. Galatasaray’ın gelişmesini, büyümesini ezeli rakip diye Fenerbahçe’nin engellediğini sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Galatasaray’ın gerçek rakibi kendi içindedir. Ve her daim hazır ve nazırdırlar. Kurdukları hiyerarşik düzende şeyh-mürit ilişkisi geçerli olduğu için hangi dönem kime müritlik yapıyorlarsa onun vereceği bir işaretle derhal harekete geçerler. Yalan, iftira, dedikodu, entrika en etkili silahlarıdır. Hedefte ise her zaman bir ya da bir kaç alaylı vardır. Kulübe ne kadar hizmet verilirse verilsin, umurlarında değildir. Onlardan olmayan yok edilmelidir. Son zamanlarda kulüpte yaşanan gelişmelere bakıldığında iş başında olduklarını anlamak pek güç olmaz. Belli ki işaret fişeği çakılmış. Amaç belli: Kendilerinden olmayan Adnan Polat’ı ilk kongrede devirmek. Liseli Özhan Canaydın’a tüm başarısızlığına rağmen 6 yıl sabreden bu kesim -ki doğrusu da buydu- liseli olmayan Adnan Polat’a 1.5 yıl bile tahammül edemiyor. Denetleme Kurulu’nun toplu istifasının arkasında yatan nedenler bunlardır. İstifa tek taraflı bir müessesedir, toplu istifa ise bir tavırdır. Muhalefet sözcülerinin televizyon ekranlarında, gazete köşelerinde yaptıkları yorumların şifrelerini çözerseniz, Polat Yönetimi’nin nasıl altının oyulduğunu görürsünüz. Bu konuda o kadar aymaz olabiliyorlar ki, kulüp tarihinin en utanç verici olayı olan Ribery’nin kaçırılmasının baş sorumlusu, lise formlarında Lincoln’un gelmemesi üzerine “Haricilerin yönettiği kulüp bu kadar olur” diye yazabiliyor.
Borçlar, Seyrantepe vs. gibi sorunlar çözümü olan meselelerdir. Asıl problem daha derinde ve ağırdır. Çünkü Galatasaray’ın kendiyle sorunu var!

Sezonun yıldızı Arda olur
Arda zaten yıldız diye karşı çıkacaklara şu noktada itirazım var: Arda elbette ülkemizin en önemli starı. Ancak yetenekleri ölçüsünde damga vurduğu maç sayısı yeterli düzeyde değildi. Hiç bir zaman vasatın altına düşmemesine rağmen son Netanya maçındaki gibi futbol karakterini yansıttığı kaç maçını hatırlıyoruz? Bunun sebebi de Arda’nın geçtiğimiz yıllarda hem Galatasaray’da, hem de Milli Takım’da kanat oyuncusu olarak kullanılmasıdır. Oysa çok kolay adam geçebilen, rakip kaleye dikine giden, her iki ayağını da kullanabilen, futbol zekası üst düzeyde oyuncuların oynaması gereken yer ‘10 numara’ diye tabir edilen mevkiidir. Yani forvet arkasıdır. Giderek bu mevkiye uyum sağladığı gözlenen Arda önümüzdeki sezona damga vuracak gibi gözüküyor. Yalnız Türkiye değil, Avrupa büyük bir yıldızın doğuşuna tanıklık etmeye hazır olmalı.

İkinci Meduna olayına davetiye
Yıllardır yazılıp çiziliyor. Söyleyenlerin dilinde tüy bitti. Ancak değişen bir şey yok. Muktedirler kendi bildiklerini okuyorlar. Yine Ağustos’un başında lig başlatılıyor. Bu da yetmezmiş gibi Gaziantep-Galatasaray maçı 19.30’da oynatılıyor. Gaziantep ülkenin en sıcak iklimine sahip kentlerinden biri. Maçın oynanacağı saatte hava sıcaklığı 40 derece civarında tahmin ediliyor. O koşullarda oynayacak futbolcuların sağlığını tehlikeye atmanın mantığını anlamak mümkün değil. Kim, neden böyle bir karar veriyor, bilinmez. Adeta insanlarla alay ediyorlar. Manisasporlu Meduna’nın yaşadığı trajedi henüz hafızalardan silinmemişken başka Meduna’lara mahal vermek cinayete azmettirmekle eş anlamlıdır. Ama ne gam? Bu ülkede nasıl olsa kimse işlediği suçun bedelini ödemiyor. Bu pervasızlık bundan.

Futbolcu eşyadır!
Manisasporlu Sezer ile Ufuk sözleşmelerini uzatmadıkları ve Galatasaray’la flört ettikleri için kadro dışı bırakıldılar. Bu, yeni bir şey değil. Ülkemizdeki kölelik düzeninin tipik bir örneği. Ve futbolcular bunu hak ediyorlar! Milyon dolarlar kazanmalarına rağmen, haklarını savunacak örgütlenmeleri gerçekleştiremedikleri için...

Bir forvet alınmalı
Galatasaray’ın geçen yıl şampiyonluğu kaybetmesinde en büyük faktörlerden biri de Milan Baros’un dışındaki forvetlerden verim alınamamasıdır. Baros’un gol attığı maçlar kazanıldı, atamadığı karşılaşmalar da kaybedildi. Bu sorun bu sene de devam edecek gibi gözüküyor. Galatasaray’ın en az Baros kalitesinde bir forvete daha ihtiyacı var.

06 Ağustos 2009, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’İçimizden biri: Haldun Üstünel‘’

Büyük kulüpleri büyük yapan en önemli etken büyük düşünenler tarafından yönetilmesidir. Çağdaş, ileri görüşlü, vizyon sahibi, ufku geniş, dışa açılımcı, karizmatik bir yönetici prototipidir, sözünü ettiğimiz. Bu tip yöneticiler yerelden evrensele uzanan bir yörünge çizerler. O yörüngede ilerlettileri kulüplerinin varacağı nokta ise yalnız Avrupa’nın değil, tüm dünyanın zirvesidir. Büyük düşünceye sahip yöneticiler, yalnız kulüplerini büyütmekle kalmaz, yarış içinde olduğu diğer camiaların da ufkunu açarlar. Örnek teşkil ederler, model olurlar. Zaman içerisinde de bir efsaneye dönüşürler.
Son zamanlarda bu tanıma uyan en önemli isim hiç kuşkusuz Haldun Üstünel’dir. Liseli olmadığı ve tribünden geldiği için bazı ırkçı, kafatasçı, jakoben liseliler tarafından benimsenmeyen, her fısatta aşağılanmaya çalışılan Üstünel, hakkında çıkarılan tüm dedikodulara, karalamalara kulağını tıkıyor ve sadece işini yapıyor. Yalnız işini yapmakla kalmıyor, vizyonuyla, tavrıyla, tarzıyla, enerjisiyle, çalışkanlığıyla, iş bitiriciliğiyle, icraatlarıyla herkese adeta ders veriyor. Ezeli rakip Fenerbahçeliler’in dahi büyük takdirini kazanan Haldun Üstünel, sezon öncesi yarattığı sinerjiyle de camiasının moral motivasyonunu en üst düzeye çıkartmış durumda. Ancak bir liderin yaratabileceği bu sinerjinin, Galatasaray’ı diğer rakiplerine karşı yarışın henüz başında bir adım öne geçirdiğini iddia etsek abartmış sayılmayız.
Kemaraların ve objektiflerin karşısına geçmeyi pek sevmeyen, medyaya karşı hep mesafeli duran Haldun Üstünel’in, son transferler nedeniyle zoraki çıktığı basın toplantılarında kendisini yakından tanıyanların çok iyi bildiği, ancak kamuoyunun pek bilmediği bazı yönleri de ortaya çıkmış oldu: Mütevazılık, paylaşımcılık. Alınan yıldız oyuncularda aslan payına sahip olmasına karşın, bunun kendisine mal edilmesinden rahatsızlik duyması ve her şeyi ekip halinde başardıklarını dile getirmesi, gerçek bir alçakgönüllülük örneğidir. Doğrudur, yapılan hamleler bir ekibin işidir. Ancak her zorlu mücadelenin doğası gereği bir kaharaman ortaya çıkar. Günün kahramanı da Haldun Üstünel’dir. Ve o kahraman gün gelecek yarınlarını devşirdiği kulübünün en onurlu makamına da bileğinin hakkıyla oturacaktır. Çünkü tarihte hiç bir güç bir nehri tersine akıtamamıştır. Galatasaray’da da akıtamayacaktır. Bu, böyle biline...

02 Ağustos 2009, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Rijkaard'ın işi çok!‘’

Aslında bir futbol filozofu olan Rijkaard’ın Galatasaray’a gelmesine basit bir teknik adam değişikliği olarak bakanlar Galatasaray’ın bugünlerde yaşadığı saha içi sıkıntıları iyi analiz edemezler. Zira Hollandalı teknik adamın gerçekleştirmeye çalıştığı değişim salt takımın sahaya dizilişiyle alakalı değil. Söz konusu olan, başta oyun felsefesi olmak üzere tepeden tırnağa köklü bir değişimdir. Bunun içerisinde geçmişten miras kalan bir takım alışkanlıklar da var elbette. Hücuma hızlı çıkamamak, dikine oynayamamak, ayakta fazla top tutmak, kontra pas atamamak, duran topları etkili kullanamamak (her ne kadar dün geceki goller duran toplardan geldiyse de), kalabalık savunmalara karşı çözüm üretememek, defansın oyun kuramaması, hakeme itiraz etmek bunlardan bir kaçı. İşte Galatasaray’ın iki Tobol maçında da zorlanmasının ana nedenleri bunlardır.
Şu çok açık ki, Galatasaray’ın mevcut kadrosu Rijkaard’ın uygulatmak istediği sisteme henüz uyum sağlayamadı. Bütün bunlara bazı futbolcuların fizik olarak hazır olmayışı da eklenince Sarı-Kırmızılı takım pozisyon ve gol bulmakta bur hayli zorlandı. Rijkaard’ın henüz zamana ihtiyacı olduğu aşikar. Ayrıca Keita’nın takıma girmesi ve yapılacak bir-iki takviyeyle gerçek Galatasaray’ı sanırım Eylül başlarında göreceğiz. Ancak o zamana kadar da sancılı bir süreç yaşanacağı bir gerçek. Umarım bu süreçte camianın sezon motivasyonunu bozacak sürprizler gerçekleşmez. Zira dün gece az kalsın böyle bir sürpriz gerçekleşiyordu. Bereket rakip bir futbol takımı değildi!

24 Temmuz 2009, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Şike mi ayıp eşcinsellik mi?‘’

Bundan bir kaç yıl önceydi. Komşu ülkelerden birinde yapılan bir Dünya Şampiyonası’nda güreşçilerimizden biri müthiş bir final sonucunda favori olan rakibini yenerek altın madalyayı kazanmıştı. O altın organizasyondaki tek şampiyonluğumuzdu. Tüm Türk kafilesi gibi biz de çok mutlu olmuştuk. Hep beraber gönenmiş ve şampiyonumuz hakkında kahramanlık menkıbeleri döşenmiştik.
Gel gelelim, final sonrası bir takım dedikodular havada uçuşmaya başlamıştı. Güreşçimizin rakibi para karşılığında maçı satmıştı! Telaffuz edilen rakamlar 45-50 bin dolardı. Ve söz konusu güreşçiyle yapılan şike anlaşması, dönemin tüm yöneticilerinin bigisi dahilinde gerçekleşmişti. Elde bir delil veya itiraf olmadığı için bunları ne yazık ki yazamamıştık.
Bu olayın ardından bir kaç yıl geçmişti ki, yine bir Dünya Şampiyonası’nda finale çıkan bir güreşçimiz, daha teri soğumadan kenardaki yöneticilere dönerek uluorta, “Benden bu kadar, şimdi sıra sizde!” demişti. Bunu duyan bazı yabancı gazetecilerin final müsabakası sırasında “Bu maç şike, şike” diyerek gevrek gevrek gülmelerine şahit olmuştuk. Sonuçta o güreşçimiz de kazandı! Yine pis dedikodular salonu kapladı. Olayın peşine düştük. Lakin, bu iş de rüşvet gibi belgesi olmayan bir tezgah olduğu için konu kapandı.
Derken bir gün bir Avrupa Şampiyonası’nda dönemin Federasyon Başkanı, eski bir güreşçi tarafından tokatlandı. Daha sonra olayın perde arkasında şike pazarlıklarının yattığını öğrendik. Bu kez rakip satın alınamamıştı! Öğrendiklerimizi haber olarak servis ettik. Tabii yalanlandı! Ancak dönüşte olayın kahramanı olan eski güreşçi bana gelerek her şeyi itiraf etti. Tam sayfa yayınladık. Kimsenin kılı kıpırdamadı. Olay soğutuldu ve kapatıldı.
Bunları neden anlattım? Hatırlayacağınız gibi Spordan Sorumlu Devlet Bakanlığı, geçen hafta yayınladığı bir genelgeyle sporcular arasında eşcinsel ilişki şüphesiyle Güreş Eğitim Merkezleri’nin yatılı bölümlerini kapattı. Ben de konuyu haberleştirdim. Güreş camiası ise bana tepki gösterdi. Türk güreşine büyük zarar verdiğimi, dahası düşmanlık yaptığımı iddia ettiler. Türk güreşine bu tür ilişkilerin örtbas edilmesi mi, yoksa ifşa edilmesi mi zarar verir mevzuunu bir yana bırakıyorum, şikeler havada uçuşurken kılı kıpırdamayan güreş camiası, konu eşcinsellik olunca bir anda ‘cabbar-cevval’ kesildi. Öfkeli ve tehditkar mesajlar aldım. Bu öfke, bana bilinçaltında yatan korkuların tezahürü gibi geldi. Oysa Roosvelt’in söylediği gibi, “Asıl korkulması gereken, korkunun ta kendisidir.” Utanç duyulması gereken de, satın alınan madalya-lardır!

O yurtlarda daha vahim şeyler mi oldu?
Güreşte yaşanan eşcinsel ilişki konusuna devam edelim ve rahatsız edici bir kaç soru soralım. Bakanlık genelgesindeki Güreş Eğitim Merkezleri’nin yatılı bölümlerinin kapatılması gerekçesinde büyük sporcularla çocuk yaştaki sporcuların aynı yatakhanede kalmasının ‘eşcinsel ilişki’ şüphesi doğurduğu belirtilmiş. Eski başkanlarından Ahmet Ayık da, “Ben yıllardır büyüklerle küçüklerin aynı yerde yatırılmamasını söylüyorum” diyor. Şimdi buradan çıkardığınız sonuç nedir? Söz konusu küçük sporcular, 10-14 yaş grubu olanlar. Bu yaşlardaki çocukların eşcinselliği mi olur? Yoksa ‘eşcinsel ilişki şüphesi’ denilen olay, cinsel taciz gibi daha ağır ve vahim bir vaka mı? Asıl gizlenilmek istenen bu mudur? Ve bu merkezlerde çocuklara küfür, hakaret, dayak gibi kötü muameleler de tespit edildi mi? Birileri anlatsa da öğrensek!

Güreş Eğitim Merkezleri kapanmalı mı?
Türkiye’de yalnız sporda değil, eğitimin olduğu her alanda bazı aksaklıklar, suistimaller, haksızlıklar olabiliyor. Ayrıca sporun her branşının altyapısında bir takım olumsuzluklar yaşanabiliyor. Önemli olan bunların tespit edildiği anda üzerine gidilmesi ve düzeltilmesidir. Bakan Faruk Özak’ın Güreş Eğitim Merkezleri konusunda yapması gereken de budur. Merkezlerin yatılı bölümlerinin kapatılması, kapısına tamamen kilit vurulması anlamına gelir. Zira sporcuların yüzde 90’ı uzak köylerden, kasabalardan gelen yoksul aile çocuklarıdır. Onları sokağa atarsan, giderler köylerinde çiftçilik yaparlar. Yapılan icraatın, “Okullar olmasa şu maarifi ne güzel yönetirim” diyen bakandan bir farkı yok. Tek çözüm, bu merkezlerin Güreş Federasyonu’na devredilmesi ve çağın gereklerine göre rehabilite edilmesidir.

Voleybolcuları geri çekmeliydik
Dünya Gençler Voleybol Şampiyonası için Meksika’ya giden kızlarımıza gümrükte yapılan terörist muamelesini ve daha sonra yaşanan skandallarıı sineye çektik. Oysa kapıyı yüzlerine çarpıp geri dönmeliydik. Sporun ruhuna aykırı olsa dahi... Her yerde itilip kakılmaktan bıkmadık mı? Ne zaman dik duracağız? ABD’nin arka bahçesi Meksika’ya bile haddini bildiremiyorsak daha neden bahsediyoruz ki?

Gazetecinin ömrü neden kısadır?
Spor basını Orhan Şengürbüz ve Vedat Okyar’ın ölümleriyle sarsıldı. Her ikisine de Tanrı’dan rahmet dilerim. Her ölüm erken ölümdür, ama bu meslekteki ölümler nedense daha erken oluyor. Acep sebep ne? Fikir işçiliğinin, beden işçiliğinden daha ağır olmasından kaynaklanmasın sakın? Gazetecilikteki yıpranma payını kaldıranlar bunu nereden bilir ki?!! Hele gazeteci düşmanıysan!

23 Temmuz 2009, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’İyi ki Tobol!‘’

Mustafa Denizli’nin klişeleşmiş laflarından biri de şudur: “Soyunma odasında tahtaya ilk 11’i yazdığınız zaman futbolcular kazanmaya mı, kaybetmeye mi çıktığınızı anlar. Çünkü futbolcu cin gibidir.”
Dün gece Tobol maçında olan biten de budur. Arda ve Baros gibi sonuca doğrudan etki edecek iki yıldızı kenarda oturtarak sahaya hazırlık maçı kadrosuyla çıkarsan, futbolcular da karşılaşmayı aynı havada oynar. İşte bu ciddiyetsizlik daha maçın başında basit bir gol yenmesine ve koca bir ilk yarının heba olmasına neden oldu. Aradaki olağanüstü kalite ve kalibre farkına rağmen futbolda bu tür tablolar sık sık yaşanabiliyor. Ve ne hikmetse son yıllarda bu tarz sürprizler de hep Galatasaray’ın başına geliyor!
İkinci yarıya beklenen değişiklikleri yaparak çıkan Rijkaard, kısa zamanda bu hamlesinin karşılığını beraberlik golüyle almasına rağmen, oyun kalitesinde herhangi bir fark yaratamadı. Bunda hiç kuşkusuz takıma monte etmek istediği yeni sistemi henüz oturtamasının rolü var. Ancak başta Ayhan olmak üzere dün gece sahadaki oyuncuların da bu sisteme uygun olduğunu söylemek mümkün değil. Kadroda oyunu çabuk ve dikine oynayan bir futbolcu göremedik. Geriye ve yana paslarla al gülüm ver gülüm! 90 dakika boyunca duran toplar dışında Galatasaray’ın bir tek pozisyonunun bile olmaması bunun sonucudur.
Galatasaray, Sami Yen’de sadece formasını çıkarsa bu turu geçer. Allah’tan ilk turda Tobol’dan daha dişli bir rakip çıkmamış! Yoksa ikinci bir ‘Trömsö faciası’ işten bile olmayabilirdi!

17 Temmuz 2009, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Metin Oktay ruhu‘’

Aslında söylenmek istenen, ‘Galatasaray ruhu’dur. Metin Oktay, o ruhun cisimleşmiş, ete kemiğe bürünmüş halidir. ‘Galatasaray ruhu’nun Metin Oktay üzerinden son yıllarda sık sık gündeme gelmesinin nedeni ise kaybolan değerlere ağıt yakma ihtiyacından başka bir şey değildir.


Oysa hepimiz biliyoruz ki, ‘Galatasaray ruhu’; yeryüzünde eşine benzerine rastlanmayacak bir apolettir, nişandır.
‘Galatasaray ruhu’; saygıdır, sevgidir, tevazudur, asalettir.
‘Galatasaray ruhu’; bilgidir, aydınlanmadır, çağdaşlıktır.
‘Galatasaray ruhu’; gönül zenginliğidir, yardımlaşmaktır, paylaşmaktır.
‘Galatasaray ruhu’; kararlılıktır, direnmektir, dik durmaktır.
‘Galatasaray ruhu’; büyük ülkülerin peşinde koşmaktır.
‘Galatasaray ruhu’; imkansızı başarmaktır.
‘Galatasaray ruhu’; asla pes etmemektir.
‘Galatasaray ruhu’; her daim vakur olmaktır.
‘Galatasaray ruhu’; acıyı bal eylemek, öfkeyi iksir yapmaktır.
‘Galatasaray ruhu’; ülkesine, bayrağına, Atatürk’e bağlılıktır.
‘Galatasaray ruhu’; akıldır, vicdandır, adalettir.
‘Galatasaray ruhu’; onurdur, gururdur.
‘Galatasaray ruhu’; evrensel değerler bütünüdür.
Velhasıl, ‘Galatasaray ruhu’; ‘Kurtuluş Savaşı ruhu’dur.
Ve o ruh bugün yaralıdır. ‘Galatasaray ruhu’, bizzat Galatasaraylılar tarafından örselenmiş, incitilmiş, yaralanmıştır. UEFA Kupası sonrası başlayan ve hâlâ sürmekte olan iktidar savaşları, mektepli-alaylı bölünmesi ‘Galatasaray ruhu’nu delik deşik etmiştir. Süregiden sinsi kavga, bir aile içi hesaplaşma olmaktan öteye geçmiş, camiayı parçalanmanın eşiğine getirmiştir. Geçmiş yıllarda gıptayla bakılan Galatasaray’ın adı şimdilerde ihtiraslarla, entrikalarla, ayak oyunlarıyla anılır olmuştur. İşte, hâlâ çoğunlukta olduğuna inandığım aklı-selim Galatasaraylılar’ın yitip gitmeye yüz tutan ‘Galatasaray ruhu’nu yeniden canlandırmaya çalışmasının nedenleri bunlardır. Onlar tehlikenin farkındadır. Onun için canla başla çabalamaktadırlar. Yapılanların, basit bir ruh çağırma seansı olarak kalmaması için bütün Galatasaraylılar sorumluluk almalı, taşın altına elini sokmalıdır. Çünkü işlenen günah herkesindir. Vebali de tüm Galatasaraylılar’ın boynunadır. Bu böyle biline...
Ey Metin Oktay! Geldiğinde üç kere kapıya vur! Ve bir daha gitme! Hep bizimle kal! Ne olur!

Onlar yolcu, biz hancıyız!
Gazete köşelerinde meslektaşlarımla atışmayı pek sevmem. Hele olayın kişiselleşmesini asla kabullenemem.
Zira bu köşeler babamızın malı değildir. Sonuçta kamusal bir alandayız. Fikirler tartışılmalı. Ancak bunu yaparken alaycı, küçümseyici, aşağılayıcı bir üslup kullanılmamalı. Geçmişte Fatih Akyel’in milli takıma alınmasını eleştirdiğim bir yazım üzerine bir dinazor fosili bana hakaretler yağdırmıştı. Sonuçta salyasında boğuldu. Lincoln’un kaptanlığını eleştirmem üzerinede tenkitlere uğramıştım.
Lincoln şimdi malümunuz! Geçtiğimiz hafta Sabri’nin nahoş hareketini eleştirmiştim. Saygı duyduğum Ahmet Çakır Sabri’yi eleştirenlerle dalga geçti. Ben incindim. Üslup daha düzeyli olabilirdi. Lincoln, Sabri vb. bugün var, yarın yok.
Oysa biz hep burdayız.
Öyle değil mi Ahmet Abi!

Gerçek kaptan Ayhan Akman
Galatasaray’da en kutsal mertebelerden birisi hiç kuşkusuz kaptanlıktır. Her Galatasaraylı futbolcunun hayali bir gün takımın kaptanı olabilmektir. Galatasaray kaptanlığı, sıradan bir apolet değildir. Hiyerarşide en üstlerde yer alır. O nedenle kaptanlığa getirilen kişinin o ağırlığı taşıyabilecek özelliklere sahip olması gerekir. Fatih Terim, Cüneyt Tanman, Hakan Şükür ve adını hatırlayamadığım nice kaptan bu görevi layıkıyla yerine getirmiştir. Şimdi ise pazubant, Arda Turan’da. Bunda Ayhan Akman’ın özverisi çok önemlidir. Ayhan gerçek bir kaptan gibi davranarak hakkından feragat etti. Arda Turan da, Ayhan Akman’ın bu davranışının hakkını vererek kamuoyu önünde kendisini onurlandırdı. Bunlar sahalarımızda görmek istediğimiz hareketler. ‘Galatasaray ruhu’nun esintileri...

Erman Kılıç’ı görmeyenler
Bazı futbolcular yeteneklidir ama farkedilmezler. Çünkü albenileri yoktur! Belki de menacerleri becerikli değildir! Üç Büyükler bir tülü görmez. Erman Kılıç da bunlardan biridir. Üç Büyükler’in burnunun dibinden Sivas kaptı. Oysa Rijkaard’ın oyun sisteminde vazgeçilmez olabilirdi.

Halil ve Nevin’in ayak sesleri
Süreyya Ayhan’ın ilk patlama yaptığı organizasyon, 2001 Üniversite Oyunları’dır. Oyunlar’dan altın madalyayla döndü. Sonrası malüm. Şimdi de Halil Akkaş ile Nevin Yanıt, Belgrad’daki Üniversite Oyunları’nda altın madalya aldılar. Umarım bu madalyalar Berlin’in müjdesidir.

16 Temmuz 2009, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Başkan Polat'ın sırdaşları!‘’

Bütün toplumsal ilişkilerin temelinde karşılıklı maddi-manevi çıkarlar yatar. Harcı ise güvendir. İlişkiyi yaşatan ve canlı tutan bu iki faktördür. İkisinden birinin ortadan kalkması halinde ilişkiyi sürdürmek mümkün değildir. Özellikle de güven! Eğer taraflar birbirlerine güvenmiyorsa çıkarlar sürse dahi ilişkiyi ayakta tutacak sütunlar, duvarlar çatlamış olduğu için yapı çökmeye mahkumdur.



Bugün Galatasaray’da yaşananlar da böylesi bir sürecin başlangıcı gibi gözüküyor. Çünkü ortada büyük bir güven bunalımı var. Bunu ben iddia etmiyorum. Bizzat Başkan Adnan Polat itiraf ediyor. Transferleri oğluna bile söylemediğini ifade ediyor. Bunda haklı. Söylememesi lazım. Ancak iki kişinin dışında diğer yönetim kurulu üyelerinin transferleri bilmemesi sağlıklı bir durum mudur? Çağdaş bir kulüp yapılanmasında böyle bir transfer stratejisinin yeri var mıdır? Bir yanda dünya devleri arasında kendine yer arayacaksın, diğer yanda yapılan milyon dolarlık transferleri kendi yönetim kurulundan bile saklayacaksın. Nereden bakarsanız bakın sakil bir durum. Bu, diğer yöneticilerin sorunu mudur, yoksa Galatasaray’ın mı? Bana kalırsa her ikisi de... Başkan’ın iki sırdaşı Haldun Üstünel ve Adnan Sezgin dışındakiler, sırf basına haber sızmasın diye transferleri kendilerinden saklama gereği duyan Adnan Polat’ın tutumu karşısında acaba neler hissediyorlar? Bugünkü Fanatik’te hissettiklerini okuyacaksınız. Ben de kulübün geleceğine yatırım yapılan bir süreçte devre dışı kalmalarından memnun olmadıklarını düşündüğüm için bu yazıyı kaleme aldım zaten.
Öte yandan geçmişte yaşananlara bakınca Başkan Polat’a hak vermemek de elde değil. Zira geçen hafta Halil Özer yazdı: Bundan önceki dönemlerde bazı yöneticiler, yönetim kurulu toplantılarında telefonlarını açık tutarak muhabirlerin zahmetsizce haber almasını sağlıyormuş! Eminim, bunu Sayın Polat da biliyordur! Ve mekteplisiyle, alaylısıyla, aristokratıyla, bürokratıyla nasıl kaotik bir kulübün başkanı olduğunu da!.. Faruk Süren’in sözleri hala kulaklarımda çınlıyor: “Burası Bizanstır, Bizans! Biliyorsunuz Galatasaray da Beyoğlu’ndadır!”

Terse yatan spor medyası
Galatasaray’ın transfer politikasının asıl sebebi hiç kuşkusuz spor medyasıdır. Ve bu konuda çok haklılar. Zira spor medyası halkı doğru bilgilendirmekten o kadar uzaklaştı ki, ortaya saçılan yalanlar insanı kusturacak düzeye geldi. Bu işin bir boyutu. Ve Polat ile ekibini ilgilendirmiyor. Onları asıl endişelendiren dezenformasyon ve manüplasyondur. Eskiden menacerler, kulüp yöneticileri, teknik adamlar ve futbolcular kendi çıkarları doğrultusunda basını manüple ederlerdi. Şimdi ise basın manüple ediyor! Medya ile futbol dünyası arasındaki ilişkiler öylesine grift ki, bazı gazeteciler de bu oyunun bir parçası oldu. Kimi gönül verdiği kulübe hizmet için yalan haber üretiyor, kimi de bir takım menfaat gruplarıyla olan tuhaf ilişkileri nedeniyle... Spor medyasının asıl karanlık yüzü budur. Ve trajedisi de...

O taraftar o çivili kramponu hak etmiş!
Bir kulüp bünyesindeki futbolcuların ismiyle müsemmadır. İnsani ve mesleki kalitesi üst düzeyde olan oyuncular kulübün marka değerini parlatır. Aksi ise düşürür. Galatasaray bu konuda en fazla gel-git yaşayan kulüplerden. Sarı-Kırmızılı kulüp, UEFA Kupası’nı kazandığı dönemde bile bazı futbolcuların davranış bozuklukları nedeniyle antipatik olabiliyordu. Bereket, bu tarz futbolcular azaldı. Ancak bitmediler. Son mohikan Sabri! Kamptaki vukuatını biliyorsunuz. İmza isteyen taraftarla önce tartışmış sonra da zavallının kafasına çivili kramponunu çakmış! Bu, sürpriz değil. Benim şaşırdığım, o kadar futbolcu dururken taraftarın gidip Sabri’den imza istemesi! Tabii bu işin latifesi! Özü ise şu: Galatasaray Sabri’yi ya ıslah etmeli ya da öncekiler gibi kapıyı göstermeli. Başka yolu yok.

Eşcinsel hakemden alevi hakemlere...
Türkiye 1.5 aydır eşcinsel hakemle yatıp kalkıyor. Hakeme en temel insan haklarından biri olan çalışma özgürlüğünün verilmesi yönünde yüzlerce haber, yorum çıktı. Doğrusu da buydu. Ancak bundan bir kaç önce Hatay’da alevi oldukları için görev verilmediğini iddia ederek MHK’ya dilekçe yazan hakemlerin durumu ne oldu? Eşcinselin hakkı hak da, alevinin değil mi? Ve neden sessiz kalındı?

Akdeniz zırvaları
İtalya’nın Pescara kentinde gerçekleştirilen 16. Akdeniz Oyunları bir yığın rezalet ve skandalla sona erdi. Tarihimizin en kalabalık kafilesiyle (384 sporcu) gittiğimiz Oyunlar’dan 20’si altın, 65 madalya ile döndük! Organize eden ülkenin bile burun kıvırdığı bir organizasyona bir tabur asker kadar sporcu ve yönetici götürdük. Sonuç ise fiyasko. Harcanan para da cabası. Nerden tutsan elinde kalıyor.

09 Temmuz 2009, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI