Arama

Popüler aramalar

‘’Nostradamus Denizli!‘’

Evet, hepimizin çok iyi bildiği bir realite var: Futbol bir takım oyunudur ve başarı da, başarısızlık da tüm ekibin hanesine yazılmalıdır. Fakat gerçek olan bir şey daha var ki, iyi bir ekip olmak, ancak ve ancak iyi bir lidere sahip olmakla mümkündür. Lider, büyük takımlar için ise olmazsa olmaz bir koşuldur. Takımı lider özelliklere sahip bir teknik adama teslim etmeyen büyük takımlar başarısızlığa mahkümdur. İşte ligin bitimine 5 hafta kala ortaya çıkan tabloya baktığımızda Üç Büyükler arasındaki farkı belirleyen de budur. Yani fark, Mustafa Denizli farkıdır. Oysa kadro kalitesine ve zenginliğine göz attığımızda en dezavantajlı takımın Beşiktaş olduğunu görürüz. Her ne kadar Mustafa Denizli sezon başından beri en iyi kadrorun Beşiktaş'da olduğunu iddia etse de... Tecrübeli hocanın bu iddiası aslında futbolcularına olan güveninin bir ifadesidir. Liderin ilk yapacağı da zaten budur: Futbolcularına en iyi oldukları inancını aşılamak ve onların özgüvenini arttırmak. Lider Denizli'nin bir başka özelliği de aslında bir öngörü olan -ki bir liderde bulunması gereken özelliktir- kehanetleridir. Denizli'nin 26. hafta kehaneti 1-2 hafta sapmayla tuttu. Yeni kehaneti ise, şampiyonluk. Bunu de geçen hafta taraftara deklere etti. Bunun da tutma ihtimali yüksek. Aslında bu kehanetler Denizli için yeni değildir. Galatasaray'ın başındayken Werder Bremen ile oynanacak UEFA Kupası çeyrek final rövanş maçı öncesi "Onları elimizden ancak Tanrı kurtarır" demişti. Ve ilkbaharın ortasında İstanbul'da bir tek Ali Sami Yen'e lapa lapa kar yağarak sahayı oynanmaz hale getirmiş, Almanlar de Galatasaray'ın elinden Tanrı'nın bu müdahalesi sonucu mucizevi bir şekilde kurtulmuştu! Eee, kahin olmak kolay değil! Lider olmak da...

28 Nisan 2009, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Forması yetti!‘’

Siz bakmayın o formanın içindekilerin hiç bir şey oynamamasına... Bu gibi durumlarda o formanın özgül ağırlığı devreye girer ve rakibin işini bitirir. Büyük takımların en karakteristik özelliklerinden biridir bu. Dünkü takımın ismi Galatasaray olmasaydı Belediye sahadan rahatlıkla galip ayrılabilirdi. Ancak ne var ki Sarı-Kırmızılı takımın ismi, cismi, hacmi Belediyeliler’in ayaklarına pranga vuran en önemli etkendi. Ülkemizde küçük takımların yaşadığı en önemli sıkıntı da zaten budur: Büyük takım sendromu.
Galatasaray golü atana kadar kaleyi bulan şutu yoktu. Daha doğrusu şutu bile yoktu. Auta giden 1-2 cılız vuruş, hepsi bu. Doğaldır. Çünkü ne bir oyun kurgusu, ne doğru dürüst pas bağlantısı, ne de hücum organizasyonu vardı. Futbolun temel hareketlerini sergilemekten aciz bir futbolcu topluluğu mevcuttu sahada. Oyunu çekip çeviren, pozisyon arayan, gol girişimlerinde bulunan hep Belediyespor’du. Galatasaray’ın bırakın galip gelmesi, golü bulması bile rastlantılara kalmış gibiydi. Zaman zaman Kewell ile Baros ve 2. yarıda girip golü attıran Nonda’nın zorlamaları da olmasa sahadakinin Galatasaray olduğuna insanın inanası gelmezdi. Takımın en iyisinin genç Semih olduğunu söylersek ne demek istediğimiz anlaşılır sanırım.
Galatasaray bu sezonu dünkü gibi kör topal tamamlayacak anlaşılan. Alınan galibiyetler kimseyi aldatmamalı. Özellikle de yönetimi. Komplo teorilerini bir yana bırakıp bu takımı baştan aşağı revize etmeliler. Buna teknik heyet de dahil. Ancak teknik heyetten önce işe Lincoln’den başlamalılar. Çünkü Galatasaray forması bu adama yakışmıyor. Onun sahadaki varlığı, koşan, mücadele eden diğer futbolculara hakarettir.

20 Nisan 2009, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Mehmetçik Lugano!‘’

Hiç bir şeyin kendi mecrasında akmadığı sancılı bir süreçten daha geçiyoruz. Neyin ne olduğunu, kimin kim olduğunu anlamakta güçlük çekiyoruz. Kim suçlu, kim güçlü; kim rezil, kim vezir; kim mağrur, kim mağdur belli değil. Her şey, herkes birbirine karışmış. Önem atfettiğimiz tüm değerlerin, kavramların içi boşaltılmış. Saygı ve tevazuu bir alt lige düşürülmüş, kabadayılıkla züppelik ise açık ara şampiyon olmuş. Bu, yakıcı bir gerçek ve hayatın her alanında böyle. Bilhassa da futbol sahalarında. Çünkü futbol, bir ülke gerçeğinin en iyi tezahür ettiği alanlardan biridir. Bakınız dönemlere, kahramanlara, idollere, altta kalanlara, üste çıkanlara... İlahlaştırdığımız, putlaştırdığımız her futbocu, ülkenin içinde bulunduğu durumun ruhunu yansıtır. Metin Oktay ile Lefter Küçükandonyadis'e bakarak o devirdeki toplumun hangi değerlerle donatıldığını anlayabiliriz. Keza Emre Belözoğlu'nun, Sabri Sarıoğlu'nun, Volkan Demirel'in kimliğinde de şimdiki toplumun analizini yapabiliriz. Onlar aynadır. Bizim aynamız. Onlara baktığımızda aslında gördüğümüz kendi suretimizdir. Bu toplum boşuna boşuna Kurtlar Vadisi'ne reyting rekorları kırdırmıyor. Çünkü o kurtlar, kurtçuklar, olmak istediklerimizdir. İşte olmaya çalışanları ve olanları da bunun için baştacı yaparız. Onlar milli kurtlarımızdır! Gözbebeğimizdir. Baronları da öyle... Hatta biz bu konuda o kadar ileri gideriz ki, ithal kurdumuz bile olur. Dünyanın bir ucunda bile olsa onu bulur getiririz, kahraman yaparız. 'Mehmetçik Basri' ile aynı kefeye koyarız. Dirimlili ile yan yana fotoğraflarını asarız tribünlere, bu çirkeflik abidesinin. Hem Basri Bey'in kemiklerini sızlatırız, hem de şehit mehmetçiklerin... Aslına bakarsanız sözün bittiği yerdeyiz. Bu, karanlık bir geleceğe doğru son sürat yuvarlanan bir toplumun trajedisinden başka bir şey değildir.

14 Nisan 2009, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Şampiyonluk adımı‘’

Mustafa Denizli için en sık kullanılan yakıştırmalardan biri de ‘şanslı’ nitelendirmesidir. Dün geceki karşılaşma bu şekilde düşünenleri haklı çıkarabilecek nitelikteydi. Daha maçın başında Agbetu’nun golü attığı pozisyonu hazırlayan Taner Gülleri’nin 6. dakikada sakatlanarak çıkması bir teknik adam şansından başka bir şey değildir. Tecrübeli golcünün Kocaelispor’un her şeyi olduğu hepimizin bildiği bir gerçek. Şayet Taner oyunda kalmış olsaydı, Beşiktaş’ın sezonun belki de en kötü futbollarından birini sergilediği ilk yarının faturası Siyah-Beyazlılar için daha ağır olabilirdi.
Heba edilen bir 45 dakikanın ardından oyuna müdahale eden ve ikinci yarıya iki değişikle birden başlayan Mustafa Denizli’nin bu taktik planının da tam olarak tutuğunu söylemek güç. Zira, Cisse’nin yerine oyuna giren Uğur İnceman, Fransız futbolcuyu aratacak kadar kötüydü. Beşitaş’ın tek kaleye çevirdiği ikinci yarıda 75. dakikaya kadar golü bulamamasının en büyük nedeni Nobre’nin sahada olmamasıydı. Zira Brezilyalı, kapalı defanslara karşı ülkemizin en etkili forvet oyuncularından biri. Kocaeli defansı, başta Sadıgov olmak üzere fazla rahatsız edilmeyince Beşiktaş baskılı olmasına rağmen penaltı golüne kadar tehlike yaratmaktan uzaktı. Beraberlik sayısından sonra ise büyük takım-küçük takım farkı ile moral değerlerin önemi ortaya çıktı. Siyah-Beyazlılar ne kadar kötü oynarsa oynasın kazanma arzusuna ve skoru değiştirecek etkili silahlara sahip. Dünün kötülerinden Bobo’nun takımını galibiyete taşıması bunun en büyük örneği. Kocaeli maçı Beşiktaş için ligin en keskin virajlarından biriydi. Tecrübesiyle bu tehlikeli dönemeci hasarsız geçen Beşiktaş’ın şampiyonluk yürüyüşünün bu maçla ivme kazandığını söyleyebiliriz. Bana göre Kartal, son düzlükte vites artıracak ve ipi göğüsleyecektir.

11 Nisan 2009, Cumartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Trabzonspor sevgisi‘’

Sevgisizlik ne kadar ızdırap verici bir durumsa, sevginin aşırısı da o derece öldürücüdür. En insani duygu olan aşk eğer tutku ve saplantıya dönüşmüşse, her iki taraf için de trajik sonuçlar doğurabilir. Bu tarz bir ilişki ölümcül bir oyuna dönüşebilir. Bunun adı marazi aşktır. Olay patolojiktir. Bazı durumlarda ise sosyolik bir boyut taşır. Çünkü böylesi hastalıklı bir bağlılık, bir kişiye olabileceği gibi, bir objeye, bir ideolojiye, bir inanca, bir topluluğa, bir kulübe karşı da olabilir. Tıpkı Trabzonspor’a kara sevda ile bağlanan Trabzonlu’nun sevgisi gibi.
Her kulüp, taraftarı için bir aşktır. Ve bu çok doğaldır. Taraftar sevgisi olmadan bir kulübün başarabilmesi, büyüyebilmesi mümkün değildir. Kulüplerin taraftar sevgisine ekmek gibi su gibi ihtiyacı vardır. Taraftar sevgisi kulüplere hayat veren can damarı gibidir.
Gelgelelim işin bir de marazi boyutu vardır. Yani sevginin tutku halini alması. Aşkın, gözü kör etmesi! Diğer tüm duyguları bastırması. Sevilenin hayatın bir parçası değil, özüne dönüşmesi. Sevenin kendisi için değil, sevdiği için yaşaması. Yaşayamazsa, yaşatmaması! Uzun yıllardır Trabzon’da olan biten tam da budur. Sevgili meslaktaşım Ergun Ata’nın önceki gün Fanatik’teki köşesinde çok güzel ifadelerle dile getirdiği gibi Trabzonlu, Trabzonspor’u ölümüne seviyor. Trabzonlu takımı için ölüyor! İşte benim itiraz ettiğim nokta da burasıdır. Sevgi ile ölümün yanyana geldiği bir ilişkiye sevgi ilişkisi demek mümkün değildir. Bu tarz bir ilişkinin sağlıklı bir ilişki olduğu söylenemez. Ortada ölümcül bir tutku vardır sadece. İçinde şiddeti de barındıran... Sevdiği için ölen kimse, aynı zamanda öldürür de. Hem sevdiğini, hem de sevdiğine zarar verdiğini sandığı kimseleri... Trabzonlu, Trabzonspor’u kalben ve ruhen, olanca coşkusuyla sevmeli elbette. Ancak, içindeki sevgiyi büyütüp, büyütüp yedi başlı bir ejderhaya dönüştürdüğü vakit aşk, aşk olmaktan çıkar. İşte budur benim anlatmak istediğim. “Trabzonspor’un kurdu yine Trabzonlu’dur” diye bana yazdıran da bu tespitimdir. Trabzonsporlu’nun bu aşırı sevgisinin altında yatan çeşitli sosyolojik ve psikolojik nedenler vardır mutlaka. Başta sıkışmışlık duygusu olmak üzere... Lakin hiç bir şey, aşkın ölümcül bir tutkuya dönüşmesini mazur gösteremez. Trabzonlu, sevgisine öfkesini katık etmediği zaman Trabzonspor huzura kavuşacaktır. Bu konuda daha söylenecek çok şey var. O nedenle noktalı virgül...

10 Nisan 2009, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Trabzonspor'un kurdu Trabzonlu'dur!‘’

Boşuna değildir, Trabzonspor'un 26 yıldır şampiyonluk kupasını kaldıramaması. Zira, Trabzonspor'un rakibi sadece ligde mücadele ettiği rakipler değildir. Trabzonspor'un rakibi kendi içindedir! Trabzonlu öfkelidir, Trabzonlu tez canlıdır, Trabzonlu tahammülsüzdür, Trabzonlu sabırsızdır, Trabzonlu yargılayıcıdır. Bir an önce başarmak, sahip olmak ister. Bunlar Trabzon'un karakteristik özellikleridir. Bundan dolayıdır ki, Trabzonspor'a gelenin gidenin haddi hesabı yoktur. Kimse uzun vadeli olamamıştır. Çünkü kısa zaman içinde huzuru kaçmıştır. Kaçırılmıştır. İster yönetim olsun, ister teknik adam, isterse futbolcu... Şehirde ve yerel basında oluşturulan baskı ortamı, insanlara hayatı zehir etmiş ve sonunda da Trabzon'dan arkasına bakmadan kaçırtmıştır. Son hedef Ersun Yanal. Son haftalarda takımın istenilen sonuçları alamadığı bir gerçek. Ancak buna rağmen Trabzonspor, Şenol Güneş döneminden beri hiç olmadığı kadar şampiyonluk yarışının içindedir. Kalan 8 maçtan çıkaracağı 18-20 puan Bordo-Mavili takımı mutlu sona ulaştırabilir. Takım bunu başaracak güce sahip. Lakin kimin umurunda! Tek gündem, Ersun Yanal gitsin! Giderse Trabzonspor'un başı göğe mi erecek? Bütün maçlarını kazanacak mı? Bundan önce gidenler gitti de ne oldu? Trabzonlu, Trabzonspor'un kurdudur! Takımı içten içe yer! Bitirene kadar!

08 Nisan 2009, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Galatasaray büyüklüğü‘’

Herhangi bir nedenle lige verilen araların işleri yolunda gitmeyen takımlar için büyük önemi vardır. Formsuz ve sorunlu takımlar bu dönemde yaralarını sarma şansı bulurlar. Belli ki Galatasaray, milli maçlar nedeniyle verilen iki haftalık yenilenme dönemini iyi kullanmış. Maçın ilk 10 dakikası haricinde ne yaptığını bilen, sakin ve kendinden emin bir Galatasaray vardı sahada. Sarı-Kırmızılı futbolcular, Gaziantepspor karşılaşmasının kendileri için ligin kırılma maçlarından biri olduğu bilinciyle hareket ettiler. Hırslı, arzulu ve dikkatliydiler. Ligin en iyi pas yapan takımı olan Gaziantepspor’a karşı aynı silahla karşılık verdiler. Hal böyle olunca, belki de ligin en yüksek pas isabet yüzdesinin yaşandığı bir karşılaşma seyrettik. Galatasaray’da Ayhan, Kewel ve Arda, Gaziantep’te de Tabata ile Murat Ceylan bu zenginliği yaratan futbolculardı.
Gaziantep’ten baskı yediği dakikalarda golü bularak rakibinin hızını kesen Galatasaray, farkı açacak pozisyonlar da yakalamasına rağmen, final paslarındaki beceriksizlik ve Ümit Karan’ın bitmek tükenmek bilmeyen formsuzluğu nedeniyle tek golde kaldı. Bu maç bir kez daha gösterdi ki Sarı-Kırmızılı takımın Milan Baros’u da forse edecek iki kaliteli santrafora şiddetle ihtiyacı var.
Dün geceki karşılaşmanın verdiği önemli derslerden biri de Galatasaray’ın en zorlu koşullarda dahi silkinebilme ve ayağa kalkma refleksini kaybetmemiş olmasıydı. Bu refleks ki, sadece ve sadece büyük takımlara özgüdür ve aslında büyük takımları büyük yapan faktörlerin de başında gelenidir. Külerinden doğma deyiminin de özünde yatan realite budur. Şunu bir kez daha öğrendik ki, Galatasaraysız şampiyonluk yarışı olmaz. Olursa da tadı-tuzu olmaz.

07 Nisan 2009, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Beşiktaş mutlaka şampiyon olmalı‘’

Bazen şampiyonluklar hedef olmaktan çıkar, zaruret haline gelir. İşte bu sezon Beşiktaş için böylesi bir zorunluluk söz konusu. Beşiktaş mutlaka şampiyon olmalıdır.
Çünkü, Sinan Engin’in kara gölgesinin kulübün üzerinden kalkmasının başka yolu yoktur. 100. yılda elde edilen şampiyonlukta aslan payını kendine çıkararak o zamanki teknik heyetin ve futbolcuların emeğine saygısızlık yapan, kulübü vesayet altına alan, bu sezon da sırf dışarıdan basın yoluyla takıma vurmasın diye tekrar göreve getirilen Engin’i kendi sığlığında başbaşa bırakmanın yolu, bu sezon elde edilecek lig zaferinden geçiyor. Şampiyonluğun bu ülkede Sinan Engin ve onun gibilerin yöntemleriyle gerçekleşebileceği kanaatini ortadan kaldırmaya da neden olacaktır, sezon sonu kaldırılacak bir kupa... Mustafa Denizli ve futbolcularının mayıs ayında ligi zirvede bitirmesi, emekle, göz nuruyle, alın teriyle de bir şeyler başarılabileceğinin ispatı olacaktır. Lekesiz, şaibesiz, analarının ak sütü gibi helal bir başarı olarak lig tarihinin altın sayfalarına yazılacaktır, böylesi bir şampiyonluk. Siyah-Beyaz’ın damga vuracağı 2008/2009 sezonu sonunda kimse birileri tarafından koruma altına alınan hakemlerden, masa başı oyunlarından söz etmeyecektir.
Beşiktaş mutlaka şampiyon olmalıdır.
Çünkü, tarihinde ilk kez bir yerli teknik adamla bu onuru yaşamanın eşiğine gelmiştir Siyah-Beyazlı takım. Ve bu şampiyonluk bir milat olacaktır Beşiktaş için... Mustafa Denizli’nin başarısı, diğer yerli teknik adamların da önünü açacaktır. Örneğin; Rıza Çamlımbay ve Ertuğrul Sağlam gibi genç jenerasyon, bundan böyle emaneten göreve getirilmeyecektir. Tam yetkili ve tam donanımlı, öz güvenleri daha yüksek hoca olarak takımın başına geçeceklerdir.
Beşiktaş mutlaka şampiyon olmalıdır.
Çünkü, Mustafa Denizli Üç Büyük takımı şampiyon yapan ilk ve tek teknik direktör olarak tarihi bir başarıya imza atacaktır. Ve Mustafa Denizli, bilgisiyle, birikimiyle, zekasıyla, karizmasıyla, büyük düşünmesiyle, vizyonuyla böylesi bir onuru çoktan hakediyor.
Beşiktaş mutlaka şampiyon olmalıdır.
Çünkü, ligi lider tamamladığı takdirde önümüzdeki yıl Şampiyonlar Ligi’ne direkt olarak katılma katılma şansına sahiptir, ve bu durum Beşiktaş’ın Mustafa Denizli ile birlikte ‘Avrupa takımı’ kimliği kazanması için büyük bir fırsattır. Lucescu dönemi haricinde bu kimlikten oldukça uzak bir görüntü çizen Siyah-Beyazlı takıma Avrupa kültürünü kazandıracak, büyük düşünmeyi öğretecek bir teknik adam vardır Beşiktaş’ın başında. Ve çok iyi biliyorum ki, o teknik adamın en büyük hedefi bir Türk takımıyla ‘Şampiyonlar Ligi Şampiyonu’ olmaktır.
O nedenle, Beşiktaş bu sezon mutlaka başarmalıdır. Camianın buna çok ihtiyacı var. Su gibi, hava gibi...

26 Mart 2009, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI