Arama

Popüler aramalar

‘’Devler'deki taktiksel hatalar!‘’

Taktik, yalnızca teknik direktörlere mi özgüdür? Elbette hayır. Doğada varolan tüm canlı varlıkların çeşitli taktikleri vardır. Ve istisnasız tümünün taktiği, önce hayatta kalmak, ardından da neslini sürdürmek üzerinedir. Güç, başarı, servet, iktidar, kariyer elde etmek için taktik geliştirmek ise sadece zeki varlıklara, yani biz insanlara özgüdür. Toplumsal statüsü ve meslek grubu ne olursa olsun tüm insanlar, bulundukları konumu yükseltmek, sahip olduklarını zenginleştirmek ve daha müreffeh bir hayat yaşamak için bir strateji belirler ve onun üzerine çeşitli taktikler geliştirirler. Kimin taktiğinin doğru ve geçerli olduğu ise ancak araf'ta belli olur!

Futbol, taktik kelimesinin en fazla telaffuz edildiği alandır. Çünkü futbol, köylü-kentli, işli-işsiz, zengin-fakir, eğitimli-eğitimsiz; herkesin fikir sahibi olduğu bir fenomendir. Hal böyle olduğu için futbol geyiklerinin tamamını taktiksel gevezelikler oluşturur. Baş meze ise teknik adamlardır. Ancak ne var ki teknik direktörler sebep değil, sonuçtur. Zira her kulüpte onların üzerinde bir irade vardır; adına 'yönetim' dediğimiz... Teknik direktörü takımın başına getirmek yönetimin bir taktiğidir. Transfer de öyle... Alınanlar, alınmayanlar, alınamayanlar... Tamamı yönetimsel taktiklerdir. Gündemde Galatasaray ile Fenerbahçe var. Onların üzerinden gideceğiz. Fenerbahçe'yi durduran Aziz Yıldırım oldu; Daum'u göndererek... Bu, büyük hataydı. Takımın ruhu olan Tuncay, Aurelio, Appiah ve Ümit Özat diğer hatalardı. Yerlerine alınanları söylemeye gerek yok. Durum ortada. Galatasaray'da da Gerets'in yollanması yanlış bir taktikti. Feldkamp'la geçici çözüm bulundu. Ancak işine karışılması vahim bir hataydı. Skibbe de öyle. İstikrarsız ve güçsüz yabancılar da keza... Şimdi Bülent Korkmaz. Bu taktik de doğru değil. Sezon sonu muhtemelen iki kulüpte de etnik temizlik olacak!

Burada hangi taktiğin doğru, hangisinin yanlış olduğunu belirlemek için araf'a gitmeye gerek yok. Sezon sonu, bazen de ortası bile yetiyor! Sonuç: Devler iyi yönetilmiyor. Taktiksel hatalar diz boyu. Kimseye ceza kesmeye kalkmasınlar. Suçlu aynada!..

24 Mart 2009, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Es Es Es Ki Ki Ki... Harakiri!..‘’

Geçtiğimiz haftanın en anlamlı ve en dramatik görüntüleri hiç kuşkusuz Eskişehir'de yaşananlardı. Anadolu'nun en çağdaş kentlerinden biri olan Eskişehir'in, bu özelliğinin futbol kültürüne de yansıdığına tanık olduk. Öyle ki, maç öncesi Bursasporlu taraftarların gruplar halinde şehrin her tarafında hiç bir tacize, küfüre, saldırıya maruz kalmadan dolaşabildiklerini gördük. Hatta bırakın tacizi, Eskişehirli taraftarlarca çok iyi ağırlandıklarını duyduk. Her ne kadar son yıllarda azalsa da, taraftar kavgaları, ülkemizin çeşitli kentlerinde hala varlığını koruyor. Bu sorun yakın bir zamana kadar da çözülecek gibi görünmüyor. Zira bu bir kültür meselesi. Öncelikle medeniyetin imbiğinden geçmiş bu futbol kültürünü edinmemiz ve özümsememiz gerekiyor. Bu da ancak dipten gelen bir dalgayla olabilir. Çünkü hepimiz biliyoruz ki kulüp yöneticileri, böylesi bir kültürü futbol ailesine yerleştirecek çapta ve donanımda değil. Hatta bırakın onlara böyle bir misyon yüklemeyi, futbol terörününün baş müsebbibi olduklarını bile iddia edebiliriz. Toplum, ancak va ancak Eskişehir'deki gibi spesifik gelişmelerle kendini dönüştürebilir.
Bu, Eskişehir'in aydınlık yüzüydü. Diğer yüzü ise karanlık değil ama dramatikti. Malumunuz, Eskişehirspor, Bursaspor'a Emre Toraman'ın kendi kalesine attığı iki golle 2-1 yenildi. Bir futbolcunun kendi kalesine gol atması çok da olağandışı bir şey değil. Burada sıradışı olan bir futbolcunun aynı maçta kendi kalesine iki gol atmasıydı. Daha da sıradışı olanı ise, 2-2 sonuçlanan PAF maçında da Eskişehirspor PAF Takımı'nın kendi kalesine iki gol atması. Bereket burada golleri ayrı ayrı futbolcular (Haldun, Hüseyin) atmıştı! Hani, derler ya, "Tanrı'nın işi gücü yoktu da bugün benimle uğraştı" diye. Eskişehir'in ki de o misal. Neyse ki, Eskişehirliler hepsini olgunlukla karşıladı ve başta Toraman olmak üzere kalelerini şaşıran futbolcularını bağrına bastı. Gönüllerine sağlık.

17 Mart 2009, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Çirkin ördek yavrusu!‘’

O pırlanta yüreğiyle, kırılganlığıyla çocuk dünyamızı ne kadar da sarmalamıştı. Güzeller güzeli bir kuğu olmak için verdiği o olağanüstü çabaya, çirkinliği nedeniyle dışlanmasına az mı ağlamıştık. Ne dualar etmiştik, kendisine hayatı zehir eden o çirkinliğinden kurtulması için. Sonunda muradına erdiğini, alımlı bir kuğuya dönüşerek gölde süzüldüğünü görünce yaşadığımız mutluluğu tarif edememiştik. Onunla birlikte sanki biz de kanatlanıp uçmuştuk. Çocukluğumuzun en dokunaklı masalıydı, çirkin ördek yavrusu. Lakin gerçek hayat, ne yazık ki masallara benzemiyor. Ördek yavrusu kuğuya dönüşemiyor. Ördek olarak kalıyor! Hele o yavru ördek çirkinse, bir o kadar da çirkefse, varlığı çekilmez bir hal alıyor. Bakın çevrenize, mutlaka bir ya da daha fazla çirkin ördek yavrusu göreceksiniz. Tabii ki, yeşil sahalarımızda da mevcuttur çirkin ördek yavruları. Dillere destan çirkinlikleriyle derhal farkedilirler. Çirkinliklerine çirkeflik, küstahlık, şımarıklık, saygısızlık, sevgisizilik de eşlik eder. Acımasızdırlar. Rakiplerine gaddarca tekme atarlar. Küfür, hakaret, tehdit mayalarında vardır. Narsisttirler. Kendilerinden başkasını sevmezler. Kimseyi takmazlar. Nasihat almazlar. Koruyanları, kollayanları vardır. O nedenle pervasızdırlar. Hayatımıza bir girdiler mi, bir daha çıkmazlar. Büyüdüklerinde de çirkin ördek olarak yollarına devam ederler! Örneğin; hakeme saldırırlar, kulübe parçalarlar. Yani değişmezler. Can çıkar, huy çıkmaz. İşte görüyorsunuz, en bilineni yıllardır gözümüzün içine baka baka tıynetini sergiliyor. Kimse onu durduramıyor, ıslah edemiyor. Gün geçmesin ki bir arsızlık yapmasın. Yakıyor, yıkıyor. Fenalıklarının sonu gelmiyor. Kapkara bir ruhu var. Çünkü o bir çirkin ördek yavrusu! Yavrusu olduğu ördek kadar çirkin!

10 Mart 2009, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Has Fenerbahçe!‘’

Böylesine modern bir tesisi Türk sporuna kazandıranlara teşekkürü, her sporsever gibi biz de bir borç biliriz. Elleri dert görmesin. Ayrıca vatanımıza ve milletimize hayırlı olsun, olmasına da; Kayserispor’un internet sitesinde yayınladığı duyuruyu görünce, insanın aklına ister istemez meşhur ‘altın semer’ hikayesi geliyor. Kayserispor yönetimi yayınladığı bu duyuruda, Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü’nü bakan ve genel müdüre şikayet etmiş; verdikleri 176 protokol biletini keyfi kullandıkları gerekçesiyle... İl müdürü olan zat, eski adıyla ‘şeref tribünü (!)’ olan söz konusu tribünde kontenjan dolu olduğu için iki takım yöneticilerine bile yer vermemiş. Demek ki, bizim bilmediğimiz çok önemli 176 protokol erbabı (!) mevcutmuş Kayseri’de...

Neyse diyelim ve maça dönelim:
Son 6 maçta sadece bir maç kazanmış olan Kayserispor ile Sivas Fatihi Fenerbahçe’nin yedek kulübelerine baktığımızda iki takım arasındaki kalite ve kalibre farkını görebiliriz. Bu şartlarda son haftaların yükselen trendi Fenerbahçe’nin maçı kolay kazanacağı görüşü amaç öncesi ağırlık kazanıyordu. Öyle de oluyordu aslında; şayet Volkan Demirel, hiç yoktan takımını 10 kişi bırakmasaydı. Kayserispor gibi çok koşan, iyi pres yapan, mücadeleci bir takıma karşı yarım saatten fazla bir kişi eksik oynamak kolay değildir; adı Fenerbahçe bile olsa. Nitekim, ilk yarıda son derece akıllı ve kontrollü bir futbol sergilemesine karşın, ikinci yarının neredeyse tamamında rakibine karşı mahküm oynadı Sarı-Lacivertli takım. İlk yarıda oyun hakimiyetini elinde bulunduran ve rakibine pozisyon dahi vermeyen Fenerbahçe, ikinci yarıyı ise yoğun bir baskı altında tamamladı. Bu bölümde takımı ayakta tutan başta Lugano olmak üzere defansın cansiperane mücadelesiydi. Yapılan kritik hamlelerle Kayseri’ye gol şansı verilmezken, uzatma dakikalarında 3. golü atacak pozisyonlar bile bulundu. Bu sonuç gösterdi ki, Fenerbahçesiz bir şamiyonluk yarışı olmaz. Olursa da tadı-tuzu olmaz!

09 Mart 2009, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Son mohikan: Aragones!‘’

Sakın yanlış anlamayın, Aragones'in yaşından dolayı böyle bir benzetme yapmıyorum. Bana göre yaşlı hoca, genç hoca, yerli hoca, yabancı hoca diye bir ayırım, kıyaslama yoktur. Ben hocaları iki sınıfa ayırırım: İyi hoca, kötü hoca!
Aragones'in 'son mohikan' olmasının nedeni, ligimizdeki yabancı hocaların neslinin tükenmesi ve elde sadece İspanyol teknik adamın kalmasıdır. Evet, yıllardır beklenen sonunda oldu; ligde sessiz sedasız bir 'yerli darbesi' yaşandı. Son olarak 2004-2005'e 4 yabancı ile başlayan Süper Lig'de sezonu sadece 3'ü tamamlayabilmişti. Bu sezon ise lig 3 yabancıyla başladı, Jarabinsky'nin ilk yarı, Skibbe'nin de geçen hafta ayrılmasıyla sayı 1'e düştü. Eğer Fenerbahçe'nin başında Ali Şen veya onun zihniyetinde bir başkan olsaydı, muhtemelen Aragones de ülkesinin yolunu tutmuş ve lig tarihimizde görülmemiş bir sezon yaşanmış olacaktı. Hoş, ligimizde bu haliyle bile bir ilk yaşanıyor. Tek yabancı hocanın olduğu bir Süper Lig'e ilk kez tanık oluyoruz.
Peki, bu iyi bir şey midir? Kesinlikle hayır. Nasıl ki yabancı futbolcu, rekabeti arttırırsa, yabancı hoca da arttırır. Elbette kaliteli olması kaydıyla. Yıllardır bu ülke Türkiye'yi bir arpalık gibi gören vasat yabancı hocaların istilasına uğradı. Kulüplerin bütçeleri bu paragöz ve komisyoncu hocalar tarafından talan edildi. Bunlara bazı yöneticiler de çanak tuttu. Hatta futbolcu transferinde yönetici-antrenör-menacerden oluşan 'şeytan üçgeni' bile kuruldu. Kendi kulübünün bütçesini boşaltan yöneticiler oldu. Yerli hocalar da haklı olarak bu kirli ittifaka isyan etti. Bu, madalyonun karanlık yüzü. Diğer yüzü ise iyi yabancı hocanın olmayacağı, tamamen yerliye kalacak bir ligde kalitenin giderek düşeceğidir. Hatta takımlarımızın son haftalarda oynadıkları futbola bakılırsa, bunun güçlü emarelerini görebiliriz. Bu durum da hiç kuşkusuz ligin marka değerini düşürür. O nedenle, Derwall, Piontek, Feldkamp'a evet; Lorant, Skibbe, Mitroviç'e hayır!

03 Mart 2009, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Sivas'ın rakibi yine Sivas'tır!‘’

Şampiyonluk bir kültürdür, alışkanlıktır, gelenektir. Ve her şey önce bu kültürü edinmekle başlar. Alışkanlık ve gelenek haline gelmesi ise, ancak şampiyonluğu içselleştirmekten, özümsemekten geçer. Sivasspor’un asıl sorunu işte burada başlıyor. Sivasspor camiası hala şampiyon olacağına inanmıyor. Bakmayın siz her hafta tekrarlanan şampiyonluk temrinlerine, isteklerine... Sivasspor henüz şampiyonluk havasına girmiş değil. O coşku, o heyecan, o arzu, o kenetlenme yok. Ne oynadıkları futbolda, ne de yaratılan atmosferde... Kafalarında bir yerde, “Bu işi bize bırakmazlar” endişesi taşıyorlar. Bu anksiyeteden bir türlü kurtulamıyorlar. Aslında haksız da değiller. Geçen yıl son haftalarda alınan sonuçlar ve yapılan haksız uygulamalarla bırakın şampiyonluğu, Avrupa’nın bile dışında kalmaları unutulmuş değil. Sivaslı, bunu zihninden bir türlü atamıyor. Lakin geçmişle de yaşanmaz ki. Geçmişten ders alınır ve yola bu dersler ışığında devam edilir. Evet doğrudur, Türkiye’de bir takım görünmez güçler, her alanda olduğu gibi futbolda da nihai noktayı koyuyor. Ama bu zinciri de kırmak mümkün. Yeter ki, sahip olunan potansiyelin farkına varılsın. İki sezondur gösterilen performans ortada. İki yıl üst üste doğru işler yaparak yarışın içinde olmak kolay değil. Geçen yıl son anda kaybeden, bu sezon ise ligin üçte ikisini lider geçen bir Sivasspor, sonunu neden getirmesin? Her ne kadar son haftalarda oynanan futbolda düşüş olsa da, Sivaspor bu işi başaracağına yürekten inanır ve ülkenin dört bir yanındaki milyonlarca Sivaslı ile bu işe dört elle sarılırsa, aşılamayacak engel yoktur. Muhtaç olunan kudreti kendi içlerinde aramalılar. Bulacaklardır. Mutlaka...

02 Mart 2009, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Simülatör Denizli!‘’

Mustafa Denizli’nin futbol literatürüne soktuğu bir deyim vardır: Teknik direktörün maçı, maçtan önce kafasında oynaması. Kendisi teknik direktör yaşamı boyunca adeta bir simülatör gibi hep maçı kafasında oynadığını anlatır. Mustafa Hoca, Belediye maçını zihninde nasıl canlandırmışsa, ilk yarı planlarının tuttuğunu söylemek mümkün değil. Bu bölümde Beşiktaş’ın soyunma odasına yenik gitmesi işten bile değildi. Bunda sahaya sürülen kırılgan kadronun yeterince mücadele etmemesinin rolü olduğu gibi, Belediye’nin orta alanda büyük üstünlük kurması da önemli etkendi. Erman Kılıç kumandasında oldukça etkili ataklar geliştiren konuk takımı kaleci Hakan Arıkan durdurdu.
İkinci yarıda ise Denizli’nin o meşhur motivasyonunun sahaya yansıdığını gördük. Zira Beşiktaşlı futbolcuların kazanma arzusu ikinci 45 dakikada üst düzeydeydi. Sahanın tek hakimi olan Siyah-Beyazlı takım, Ernst, İbrahim Toraman ve Gökhan Zan’la ikinci topların neredeyse tamamını almayı başardı. Bu durum kalesinde pozisyon vermemesine neden olduğu gibi, oyunu rakip sahaya yıkmasında da baş faktördü. Yarım devrelik bu baskıya karşın ciddi pozisyon bulmakta zorlanan Beşiktaş’ın imdadına kaleci değişikliği yetişti. Sakatlanan Hasagiç’in yerine oyuna giren kaleci Mehmet Ali, yaptığı komik hatalarla takımını yakan isimdi. 82 dakika gol sesi çıkmayan İnönü’de birbirinden ilginç 3 golün arka arkaya gelmesi şaka gibiydi. Vasatın üstüne çıkan futbol sayısının pek fazla olmadığı Beşiktaş’ta öne çıkan futbolcu yine Mert Nobre’ydi. Sahanın her tarafına koşan Kaptan, Beşiktaş ruhunu sahaya yansıtan isimdi.

28 Şubat 2009, Cumartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Harcanan golcü: Taner Gülleri‘’

Türkiye'de futbol piyasasının dinamiklerini belirleyen çeşitli parametreler vardır. Ve sadece bize özgüdür. İşin içinde ahbap-çavuş münasebeti vardır, mafya müdahalesi vardır, cemaat ilişkileri vardır, komisyoncu antrenörler vardır, yönetici tehtidi vardır, menacer tahakkümü vardır, simsar kıskacı vardır. Olmayan tek şey hukuktur. O nedenle yabancı antrenörlerle futbolcular kapı önüne konulduğunda eşek yüküyle tazminatlarını alır giderler de, yerliler sürüm sürüm süründürler. Çünkü yabancılar gelirken mukavelelerini hukuki prosedüre göre yaptırır. Hiç bir boşluk bırakmazlar. Bizimkiler ise Allah'a emanettir. Bir yerden kovulurken, bırakın tazminatı dayak yemediklerine şükrederler. Bundan dolayı bazı futbolcular ve teknik adamlar isteseler de istemeseler de yukarıda sıraladığım çetrefilli ilişkiler yumağına dolanırlar. Bir çoğu ise zaten çarkın bir dişlisidir. Sistem sahipsiz futbolcuyu yok eder. İşte bu haftanın kahramanı Taner Gülleri de bunlardan biridir. Oysa Taner Gülleri yeni değildir ki! Birinci Lig'de defalarca gol kralı olmuştur. Bir çok takımı Süper Lig'e taşımıştır. Ancak ne hikmetse bir tek kendini taşıyamamıştır Süper Lig'e! Çünkü lige çıkan takımın başına geçen hocalar derhal onu geldiği yere gönderip, ne idüğü belirsiz yabancılara veya birlikte çalıştıkları menacerlerin yeteneksiz futbolcularına çuval dolusu para ödetmiştir. Bu sezon bir istisna oldu. Her nasılsa Taner Gülleri Kocaelispor'da kaldı! Ve Türkiye onu keşfetti! Lakin iş işten geçti. Yaşı geldi 32'ye. Şunun şurasında 2-3 yıl daha futbol oynar. Taner Gülleri, Türkiye'de arkası olmayan futbolcuların nasıl harcandığının en canlı örneğidir. Yazık oluyor. Hem Taner gibilere, hem de Türk futboluna...

24 Şubat 2009, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI