Arama

Popüler aramalar

‘’İnönü'deki marazi aşk!‘’

Aşkın bin bir türlü hali vardır. Kimi tutkuyla yaşar aşkı, kimi romantiktir. Kimi sever sevilmez, kimi sevginin kıymetini bilmez. Kimi platonik takılır, kendi içinde yaşatır sevgisini, kimi de aşkına öfkesini katık yapar; ki bunun adı marazi aşktır. Yani hastalıklıdır. Sever delicesine sevmesine de, arzusu doyurulmadı mı zarar verir; hem sevdiğine, hem kendine, hem de sevenlerine... Tıpkı Beşiktaş taraftarı gibi. Beşiktaş taraftarı tutkuludur, coşkuludur, arzuludur... Lakin kırar göğsüne bastırırken! Taşkın bir sevgidir, Beşiktaşlı'nın takımına karşı hissettiği duygular. Deli doludur, kontrolsüzdür. Yakar, yıkar; gözü hiç bir şeyi görmez. Öfke patlaması geçirmediği zamanlar tadından yenmez Beşiktaş taraftarının, ama öfkesiz günü de geçmez. Hep bir paranoya halindedir. Başkalarının sevdiğine zarar verdiği histerisinden bir türlü kurtaramaz kendini... Sürekli sanal düşmanlar yaratır. Varolduğunu sandığı düşmanlara karşı hep teyakkuz halindedir. O nedenle sık sık saldırganlaşır. Dili zehirli ok gibi olur. Ve zehirler, takımını da, kendini de...

Bu hafta da öyle oldu. Bu seferki düşmanları hakem Selçuk Dereli'ydi. Evet, Dereli iyi maç yönetmedi. Hatalar yaptı. Otoritesini kabul ettirmek için gereksiz atraksiyonlara girdi. Vücud dilini iyi kullanamadı, zaman zaman futbolcuları azarladı. Çevresine negatif elektrik verdi. Ancak bu her iki takım için de geçerliydi. Sadece Beşiktaş aleyhine hata yapmadı Dereli... Denizlispor'a karşı da yanlış kararlar verdi. Ama Beşiktaş taraftarı yine öfkesine yenik düştü. Bütün uyarılara rağmen ana avrat küfür ettiler hakeme... Üstelik tüm stat, koro halinde. Bunun takıma nasıl bir ceza getireceğini bile bile... Bütün uyarılara rağmen. Gazze'deki çocuklara, analara pankart açılıyor, ağıtlar yakılıyor. Ancak ne yazık ki aynı duyarlılık Selçuk Dereli'nin anasına gösterilmiyor. Başka zamanlar, başka kişilerin anaları da nasibini almıştı İnönü Stadı'nda... Beşiktaşlı bir türlü bundan vazgeçmiyor. Beşiktaşlı yalnız takımına zarar vermiyor, kendini de yiyip bitiriyor. Gözü dönmüş aşıklar gibi her yeri, her şeyi tarumar ediyor, enkaza çeviriyor. O enkazın altında Beşiktaş'ın da kalacağını düşünmeden... Fütursuzca, pervasızca... Ne desem bilmem ki? Konuşsam faydası yok, sussam gönül razı değil...

26 Ocak 2009, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’BeşiktAŞK!‘’

Hiç kuşkusuz bütün taraftarlar için tuttukları takıma karşı hissettikleri, ‘aşk’ denen duygudan farksızdır. Tutkulu taraftar, günün 24 saati takımıyla yatar, takımıyla kalkar. Hiç akıldan çıkmayan bir sevgili gibidir, tutulan takım... Bu durum Beşiktaş taraftarı için daha da tutkulu bir hal almıştır. Beşiktaşlılık bir nevi kara sevda gibidir. İşte dün de İnönü Stadı’nı dolduran Siyah-Beyazlı taraftarlar 90 dakika sevgi, coşku ve zaman zaman da öfkelerini tribünlerden sahaya yansıttı. Gelgelelim aynı coşku ve heyecanı futbolcularda göremedik. İçlerinde Sivok, İbrahim Toraman ve Nobre’yi tenzih edelim, ama genel görüntü, Beşiktaşlı futbolcuların şampiyonluk arzusu taşımadığı yönündeydi. Sadece iş disiplini vardı. Bu da kazanmalarına yetti. Oysa tribünlerin hissettiklerini onlar da hissetselerdi sahada çok daha coşkulu ve arzulu bir takım olurdu.
Mustafa Denizli, futbol yorumculuğu yaptığı günlerden birinde, üstelik Beşiktaş’ın başına geçmeden bir hafta önce Atatürk Olimpiyat Stadı’nda yaptığımız bir sohbette Metin Tükenmez ile bana Türkiye’de en iyi kadronun Beşiktaş’ta olduğunu söylemişti. Ancak devre arasında iki futbolcu alındı, muhtemelen iki futbolcu daha yolda. Alınanlar orta saha. Alınmak istenenler de öyle. İki ön libero Cisse ile Uğur İnceman yedek kulübesinde, stoper Sivok onların yerinde! Bu işte bir terslik var! Ama nerede? Bana kalırsa Denizli hâlâ arayışta. Umarım aradığını iş işten geçmeden bulur.
Doğal olarak dün gece bütün gözler Yusuf’un üzerindeydi. Onun gözü de tribünlerde... Belli ki, Beşiktaş taraftarının maç öncesi verdiği ince mesaj aklını karıştırmıştı. Bildiğimiz Yusuf’tan uzaktı. Adaptasyon diyelim, geçelim.
Beşiktaş üç puanı aldı, ama bu futbol şampiyonluk için yetmez. Daha fazlası lazım. Tribünlerin aşkını onlar da anlamalı ve içlerinde hissetmeli!

25 Ocak 2009, Pazar 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kaptan Ümit!‘’

Galatasaray salt bir spor kulübünden ibaret değildir. Tüm sportif yapılanmanın ötesinde, kökü 1481 yılına kadar dayanan değerler bütünüdür. Galatasaray, bir kültürdür, bir gelenektir, bir medeniyettir, bir aidiyettir, bir tarihtir. Galatasaray, nihayetinde etkinlik alanını ulusal sınırların dışına çıkarıp uluslararası boyutlara taşıyan, adını Afrika’nın cangılından Sibirya’nın steplerine kadar dünyanın en ücra köşelerine kadar yazdıran bir evrensel fenomendir. Galatasaraylı’nın kendini ayrıcalıklı hissetmesi boşuna değildir.

Galatasaray ayrıcalığı
Bu ayrıcalıklardan biri de Galatasaray’da futbol oynamaktır. Sarı-Kırmızı formayı sırtına geçiren bir futbolcu, sıradanlığın ötesine geçmiş demektir. Galatasaraylı futbolcular bu toplumun seçilmişleridir. Ondan dolayıdır ki, sorumlulukları bir kaç misli daha artar. Bu, içinde yaşadığı topluma karşı sorumlu olma halidir. Galatasaraylı futbolcunun bir duruşu, bir vakarı, bir asaleti olmalıdır. Galatasaraylı futbolcu, içeride ve dışarıdaki her davranışını, attığı her adımını, ağzından çıkan her kelimeyi en ince ayrıntısına kadar hesaplamalı, ölçüp biçmelidir. Yaptığının kendine misliyle döneceğinin bilinciyle hareket etmelidir. Bu durum Galatasaray kaptanları için daha da önemlidir. Onlar diğer futbolculardan çok daha fazla eylemlerine ve söylemlerine dikkat etmelidir.
Zira Galatasaray kaptanlığı bu camia içindeki en yüksek mertebelerden biridir. Galatasaray’da kaptan olmuş bir futbolcu, artık sadece kendisi değildir. Bir kurumsal kimliktir kaptanlık.

Ümit yol ayrımındadır
Her Galatasaraylı futbolcunun gönlünde yatan aslandır, o pazubandı koluna takmak. Arda ve Sabri’nin serzenişlerini anlamak gerekir. Bunu en çok anlaması gereken de Ümit Karan’dır. Galatasaray’daki inişli-çıkışlı grafiğine karşın bu kulübün kaptanlığına kadar ulaşmanın önemini kavramalıdır Ümit Karan. Arkadaşlarına lider ve idol olmalıdır. Onlara gerektiği yerde ağabeylik, gerektiği yerde dostluk, gerektiği yerde de hamilik yapmalıdır. Futboluyla, kişiliğiyle, karizmasıyla bir model oluşturmalıdır. Saha içi ve saha dışı davranışlarına çeki düzen vermeli ve bir Galatasaray kaptanı gibi yaşamalıdır. Futbolculuk yeteneklerine ve zekasına inandığım, güvendiğim Ümit Karan bu sezon yol ayrımındadır. Ya Galatasaray’ın efsanevi kaptanlarından biri olarak tarihe adını altın harflerle yazdıracak, ya da bu mertebenin kıymetini bilmeyen diğerleri gibi Anadolu’nun tozlu topraklı yollarında tükenip gidecektir. Seçim kendisinindir: Olmak ya da olmamak!

21 Ocak 2009, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Sivasspor ile Trabzonspor'un önündeki engeller...‘’

Hiç kuşku yok ki 2008/2009 sezonu zirve mücadelesinde son yılların en çekişmeli sezonu oluyor. Bunda en büyük etken, başta Sivasspor ile Trabzonspor olmak üzere Ankaraspor, Gaziantepspor ve Kayserispor gibi Anadolu takımlarının da yarışın içinde yer almasıdır. Her ne kadar Sivas ve Trabzon'un dışındakilere pek şampiyonluk şansı tanınmasa da bu takımlarımız da ilk 3 için sonuna kadar mücadele verecek, dahası ligdeki sıralamayı etkileyecek sonuçlara imza atacaklar. Bu nedenle şampiyonu belirleyecek parametrelerden birinin de ilk 8 takımın kendi aralarında yapacakları maçlar olduğunu söyleyebiliriz. Buna, kümede kalma mücadelesi veren takımların ikinci yarıda daha dirençli futbol oynayacaklarını eklersek, şampiyonluğun aslanın ağzında olduğunu rahatlıkla iddia edebiliriz.

Peki, lider Sivasspor ile ikinci Trabzonspor'un şampiyonluğu aslanın ağzından alma şansları nedir? Ben Üç Büyükler'den daha az olduğunu düşünüyorum. Elbette bunun çeşitli nedenleri var. Birincisi, her iki takımımızın da Üç Büyükler kadar kadro genişliğine sahip olmaması. Özellikle de, oyun şablonları her geçen hafta oturan, form durumları giderek yükselen, sakatları iyileşen, takviye yapan ve kulübesi iyice zeninleşen Galatasaray ile Fenerbahçe yarışta bir adım daha öne çıkıyor.

Aslında Sivasspor ile Trabzonspor bu dezavantajı aşacak tecrübede bir yönetime, teknik heyete, birlik, beraberliğe, dayanışma ruhuna, hırsa ve inanca sahipler. Zaten bunu ligin ilk yarısında gösterdiler. Burada en büyük sorun, iki takımızın da kendi yapılarıyla alakalı. Üzerinde yoğun bir şampiyonluk baskısı olan Trabzospor'un en ufak bir krizde sallanması, hocasının tartışmaya açılması, yönetimin ve tribünlerin gerilime girmesi, bunun futolculara olumsuz yansıması, yerel basının provokatif yayınları Bordo-Mavili takımın şampiyonluk yarışındaki en ciddi rakipleri olarak gözüküyor. Sivaspor'un ise bir türlü transfer borsasından çıkmaması, futbolcularının isimlerinin sürekli speküle edilmesi -ki bunda başta Bülent Uygun olmak üzere kendilerinin payı büyüktür-, yönetimin, teknik heyetin ve futbolcuların son zamanlarda adeta medya gülü haline gelmeleri Yiğidolar'ın önündeki en büyük engeldir.

Trabzonspor'un şampiyonluğu çok istediğini, yıllardır bunun özlemiyle yanıp tutuştuğunu ve Şenol Güneş döneminden beri ilk kez bu sezon mutlu sona çok yakın olduklarını biliyoruz. Ancak Sivasspor'un şampiyonluğu çok istediği konusunda bazı kuşkular var. Takımın en önemli kozu, iki yıldır ligi forse eden Mehmet Yıldız'ı ısrarla satmak istemeleri, şampiyonluktan çok acil paraya ihtiyaçları olduğunu gösteriyor. Sivas kentinin takıma maddi anlamda yeteri derecede sahip çıkmaması da bir diğer olumsuz faktör Yiğidolar için...

Şu ana kadar karamsar bir tablo çizdiğim için Sivasspor ve Trabzonspor yadaşları belki sinirlenebilir. Ancak ligdeki bugünkü tablo her iki kulübümüzü de aldatmamalı. Geldikleri nokta mutlaka büyük bir başarıdır. Alkışı sonuna kadar hak ediyorlar. Devamını getirmeleri herkes kadar benim de dileğim. Lakin, kadrolarında önemli yıldızlar bulunduran Üç Büyükler'in, buna karşın teknik heyette ve oyun yapılarında yaşadıkları köklü değişimler Sivas ve Trabzon için büyük bir fırsattı. Ben bu fırsatı değerlendirebildiklerini sanmıyorum. Üç Büyükler'e kaos yaşadıkları ilk yarıda bir kaç puan fark atmalıydılar. Zira ikinci yarıda karşılarında daha derli toplu İstanbul bulacaklar. Baştan beri anlatmak istediğim de buydu. Şansları bol olsun...

05 Ocak 2009, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’'Ümit'ler yeşerdi‘’

Meslekte 16 yılı geride bırakan bir gazeteci olarak, yaptığım işten haz duyduğum günlerden birini yaşadım dün. Hatırlarsanız, iki gün boyunca milli cimnastikçi Ümit Şamiloğlu’nun yaşadığı sıkıntıyı dile getirdik. Kamp yapamaması nedeniyle sporu bırakma noktasına gelmesini anlattık. Yetkililerin nasıl yetkilerini yerine getirmediğini, ilgililerin nasıl ilgisiz kaldığını ifade etmeye çalıştık. İşte bu iki günlük yayının adrese ulaştığını öğrendim dün. Ve çok keyiflendim.

3 yıllık plan yapılacak

Aylardır Ümit Şamiloğlu’nun başvurusuna cevap vermeyen Cimnastik Federasyonu Teknik Kurulu’nun Ankara’da milli sporcuyla bir toplantı yaptığını haber aldım. Bu toplantıdan çıkan sonucun gerçekten mutluluk verici olduğunu söyleyebilirim. İsmail Ceptekin başkanlığında toplanan kurulun Ümit Şamiloğlu’na tam destek sozü vermesi memnuniyet verici bir gelişme. Şamiloğlu’na 2012’ye kadar bir master plan yapmayı teklif eden kurul, ilk adımı da atarak milli sporcuyu 25 Ocak’ta kampa alacak. Şamiloğlu’nun mart ayındaki Avrupa Şampiyonası’na yetişmesi mümkün değil. Ancak bundan sonrası için önü açık.

Biz yine işin takipçisiyiz

Keşke bunu daha önce yapsaydılar da kimse üzülmeseydi. Ancak ne yazık ki, bizde işler böyle yürüyor işte. Kol kırılır, yen içinde kalır anlayışıyla hareket eden kurumlar, yapılan hataların ancak basına ve kamuoyuna yansıması sonucu harekete geçiyorlar. Neyse, bu da bir şeydir. Bazıları harekete bile geçmiyor. Buna da şükür diyelim.
Dilerim, federasyon dün verdiği sözün arkasında durur ve Ümit Şamiloğlu’nun 2012 Londra Olimpiyat Oyunları’na problemsiz hazırlanmasını sağlar. Bu işin bundan sonra da takipçisi olacağımızı belirtir, Cimnastik Federasyonu’nu derhal harekete geçtiği için kutlarız.

27 Aralık 2008, Cumartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Artık haberiniz var!‘’

Biz de dün kendisini haberdar ettik! Başkan Örsel’e konuyla ilgili bilgi verdik. Bakalım neler olacak? İşin takipçisiyiz...

Kudüs’e giden bir gazeteci, o ünlü ağlama duvarının önünde dua eden bir adam görmüş. Ertesi gün bakmış adam yine orada. Daha ertesi ve sonraki her gün... Durum aynı. Adam saatlerce duvarın önünde dua edip duruyor. Merak edip yanına gitmiş, adamla biraz sohbet etmiş. Adam Polonya’dan göçen bir yahudi olduğunu söylemiş gazeteciye. “Her gün gelip barış için, dostluk için, insanlık için dua ediyorum” demiş. Gazeteci sormuş:
- Ne zamandan beri dua ediyorsunuz?
- Geldiğim günden beri, yani 40 yıldır.
- Peki kendini nasıl hissediyorsun?
- Bilmem! Son zamanlarda sanki duvara konuşuyormuşum gibi bir his var içimde.
Yukarıdaki meseli daha önce de sütunlarımıza almıştık. Yine alıyoruz, bundan sonra da yeri ve zamanı geldi mi almaya devam edeceğiz. Çünkü, günümüz Türkiye gerçeğini anlatacak bundan daha iyi bir hikaye göremiyorum. Dünkü FANATİK’te Dünya Şampiyonu cimnastikçimiz Ümit Şamiloğlu’nun kendisine bir kamp tahsis edilmemesi, dolayısıyla aylardır antrenman yapamaması nedeniyle nasıl bitme noktasına getirildiğini anlatmıştık. Bu habere okurlar ve NTV Spor ilgi gösterdi. Ancak tam da beklediğim gibi ilgili ve yetkili yerlerden tepki gelmedi. Ne Cimnastik Federasyonu, ne de GSGM... Hal böyle olunca iş başa düştü, haberin takibi için arkadaşımız Hatice Yücel yetkilileri aradı. Gençlik ve Spor Genel Müdür Vekili Yunus Akgül’e ulaşamadı. Bu yazı yazıldığı sırada kendisine geri de dönülmemişti. Cimnastik Federasyonu Başkanı Atilla Örsel ise Hatice’ye Ümit Şamiloğlu’nun durumundan haberi olmadığını söylemiş.?Ve eklemiş: Biz daha yeni seçildik!
Bakalım ne yapacaksınız?
İyi bir insan olduğunu bildiğim Sayın Örsel’in bu açıklamasına ne desem bilemiyorum. Başkanın özrü kabahatinden büyük. Atilla Örsel’e sormak lazım: Kaç yıldır bu koltuktasınız? Türkiye’nin bu spordaki elit tek sporcusunun sıkıntısından bir başkanın haberi olmaması kadar absürd bir durum olabilir mi? Neyse... Artık haberlisiniz Sayın Başkan... Bakalım ne yapacaksınız? Geçen yıl olduğu gibi ceza tehdidiyle karşı karşıya mı bırakacaksınız sporcunuzu, yoksa bu kez elinden tutup 2012 Londra’ya hazırlayacak mısınız?
Biz buradan işin takipçisi olacağız... Hadi bakalım!..

26 Aralık 2008, Cuma 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Yöneticiyi kim yönetecek?‘’

Aslında başlık, 'Yöneticiyi kim dizginleyecek' de olabilirdi. Lakin çığrından çıkan bir insanın, bir düzenin dizginlenebilmesi asla mümkün değildir. Ortada bir gözüdönmüşlük varsa, etrafın yakılıp yıkılması kaçınılmazdır. Burada önemli olan işler bu noktaya gelene kadar gerekli önlemleri alabilmektir. Ne yazık ki, bizde eksik olan budur.
Malum, federasyon yönetimini Dört Büyükler belirler! Belirlerken de, bazı tavizler alırlar. İşte bazı kulüp yöneticilerini arsızlaştıran bu tavizlerdir. Kendilerine dokunulamayacağını bilirler. Ülkemizdeki kirli, kaypak düzenin can damarı bu tarz yöneticilerdir. İşin kulüp çıkarıyla da pek fazla alakası yoktur. Milyon dolarlar saçarak göreve gelmenin tek nedeni, verdiğinden fazlasını alabilmektir. Bu gerçekleşmediği takdirde karanlık yüzleri ortaya çıkar. Saldırganlaşırlar. Küfür, tehdit, şantaj gırla gider. Şirretliklerinin hesabını kimse soramaz onlara. Çünkü gerçek iktidar onlardır.
Şu artık herkes tarafından bilinen bir gerçektir: Ülkemizdeki tribün terörünün, taraftar adı altında statları teslim alan çapulcuların, çetelerin gerçek sorumlusu kulüp yöneticileridir. Onları besleyen, büyüten, palazlandıran ve statları onlara teslim eden yöneticilere 'dur' denilemediği takdirde her yıl 'De Ja Vu' yaşamaya devam edeceğiz. Bunları durduracak irade de ne yazık ufukta pek gözükmüyor. Burada iş TBMM'ye düşüyor. Yeni bir futbol yasası ve federasyona hakim olacak güçlü bir iradeyle bunu başarabilirler. Yöneticiye sadece maç sonrası demeçleri veya eylemleri için değil, maçtan önce yaptıkları sorumsuz, spekülatif ve yönlendirmeye, etki altına almaya yönelik açıklamaları için de en ağır cezalar verilmeli. Bir sezonda bir kaç kez ceza alan yöneticinin, bir daha yöneticilik yapamayacağına dair bir hüküm ceza yönetmeliğine koyulmalı. Tribün çeteleriyle organik bağı ispatlanan yöneticiye yargı yolunu açacak düzenlemeler yapılmalı, savcılara bu konuda yetki ve sorumluluk verilmeli. Nokta.

22 Aralık 2008, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Gözlemciyi kim gözleyecek?‘’

Malum, gündemde yine hakem hataları var. Lakin meseleye hep aynı taraftan bakılıyor. Tartışmalar aynı isimler etrafında dönüyor. Hakem müessesi masaya yatırılıyor. Ekranlarda ya da gazete köşelerinde neşteri eline alan hakem eskileri, genç meslektaşlarını acımasızca doğruyor, aşağılıyor, hatta hakaret bile edebiliyor. Peki bu hakemler neden bu kadar çok hata yapmaya başladı? Ve neden genellikle aynı hakemler yanlış kararlar veriyor? Bu soruların cevabı sanırım gözlemcilerde yatıyor. Mesleği bırakan hakem, gözlemci oluyor. Kendisi de zamanında başka eski hakemler tarafından gözlendiği için, sahadaki meslektaşına daha bir şefkatle yaklaşıyor. Çoğu zaman kol kırılır yen içinde kalır anlayışıyla hareket ediyorlar. Dahası, denetleyeceği hakemlerle aynı uçağa biniyorlar, aynı otellerde kalıyorlar. Kimin kimi gözleyeceğini herkes biliyor. Yani ortada bir ahbap-çavuş ilişkisi, 'al gülüm ver gülüm' durumu mevcut. Dolayısıyla hakemlerin yaptıkları hatalar görmezden geliniyor, not verilirken bol keseden veriliyor. Yapılan hata cezasız kaldığı için hakemler görev almaya devam ediyor. Sonuçta hataların ardı arkası kesilmiyor. Yapanın yanına kar kaldıkça bu devran böyle dönmeye devam edecek. Batı ülkelerinde polisin polisi vardır. Bundan yeterince verim alınmadığı için o polisin polisinin de polisini tayin ettiler. Bizde de neden aynı mekanizma işlemesin? Sözün kısası, gözlemciyi de gözlemeliyiz. Başka çaresi yok.

15 Aralık 2008, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI