‘’Zapotocny'nin gecesi‘’
Hemen hemen aynı futbol felsefesine sahip iki teknik adamın maçında insan doğal olarak tempo, heyecan, bol pozisyon ve bol gol bekliyor. Maçın geneline bakıldığında aslında beklentilerin karşılandığı söylenebilir. Maça fırtına gibi giren ve ilk yarı Beşiktaş kalesinde sayısız pozisyon bulan Bordo-Mavili ekibin devre arasında soyunma odasına 1-0 yenik gitmesi, bir bakıma futbolun adaletinin tecelli etmemesinin sonucuydu. Tabii bunda, adaleti tesis edecek ayaklar olan Umut Bulut ve Gökhan Ünal’ın, Zapotocny ile Gökhan Zan’ın markajında etkisiz kalmalarının yanısıra final paslarının yerini bulmamasının da önmli faktördü. Özellikle Umut Bulut’un eski formundan oldukça uzak olduğu gözlerden kaçmadı.
Günümüz futbolunda ikinci topların öneminin ne kadar büyük olduğu dün geceki karşılaşmada bir kez daha gözler önüne serildi. Trabzonspor’un, ilk yarı oyunu Beşiktaş kalesine yıkmasında, ikinci topların neredeyse tamamına sahip olmasının büyük rolü vardı. Karadeniz ekibi, özellikle orta alanda rakibine önemli bir üstünlük sağladı. Ancak atak organizasyonlarında sol kanadı, sağ kanat kadar etkili kullanamadılar. Bu bölgede Cale, hücumlarda beklentileri karşılamayadı.
İkinci yarıya, neden ve niçin transfer edildiği bilinmeyen Seriç’in yerine Serdar Kurtuluş’u alarak başlayan Beşiktaş, maçın ilerleyen bölümlerinde oyunda dengeyi sağlamayı başardı. Lakin, en etkisiz olduğu anda öne geçmeyi başaran Siyah-Beyazlı takımın, bu kez iyi oynamaya başladığı dakikalarda kalesinde golü görmesi futbolun cilvesiydi.
Maçın son bölümünde üstünlüğü iyice eline geçiren Beşiktaş’ta, galibiyet golünün sahanın en iyisi olan Zapotocny’den gelmesi anlamlıydı. İlk yarı Trabzon’un, ikinci yarı ise Beşiktaş’ın daha iyi oynadığı maçın hakkı beraberlikti. Lakin, futbolda her zaman ‘hak’ yerini bulmuyor.
‘’Malumun ilamı!‘’
Nedense önceki gün (pazar) kendimi pek şanslı hissettim! Çünkü dünyada eşi, benzeri pek görülmeyecek bir olayın tanığı oldum. Geçtiğimiz hafta oynanan Bursaspor-Ankaraspor maçında Samet Aybaba Bursa kulübesindeydi. Ben de oradaydım. Aybaba pazar günü ise Konya'da Gençlerbirliği kulübesindeydi. Ben yine oradaydım. Bir teknik adamı bir hafta arayla iki ayrı takımın kulübesinde görme şansına sahip olan dünyadaki ender spor yazarlarından biri olduğum için talihime şükrettim! Ülkemizdeki teknik direktör sirkülasyonunun hangi boyutlara ulaştığının çok açık ve çarpıcı bir göstergesiydi Samet Aybaba'nın mesleki rotasyonu!
Derdimiz Samet Aybaba değil. Benim görüşüm, Aybaba'nın Bursa'dan ayrılması doğru değildi. Başarısız da değildi. Ama bıraktı. Sorun kan uyuşmazlığıydı. Ancak iki gün içinde derhal iş bulması anlaşılır gibi değil. Bir hafta içinde 5 takımın hoca değişitirmesi de öyle. Keza, 10 haftada 9 takımın 10 teknik direktör denemesi de! Bu sayının burada kalmayacağını da biliyorum. Bu sorun kronik bir hal aldı. Çare hoca kıyımını önleyecek yönetmelik değişikliğinde.
Aslında bu yazı malumun ilamı. Geçeceğim Fenerbahçe-Galatasaray derbisine. Ama geçemiyorum. Çünkü söylenecek söz yok! Bu maç da malumun ilamıydı!
‘’Mert Beşiktaşlı!‘’
Bazen büyük takımlar, büyüklüğün şımarıklığını yaşarlar. Rakipleri ligin sonuncusu ise küçümserler. Taktik disiplinden uzaklaşırlar. En basit hareketleri bile yapmaktan aciz kalırlar. Koşmazlar, mücadele etmezler. Gelişi güzel ortalar ve şutlarla taraftara saç baş yoldururlar. İşte bu gibi durumlarda bir kahramana ihtiyaç vardır. Dün gece ilk yarıda son derece disiplinsiz bir görüntü veren Beşiktaş’ta ayakta kalan bir isim vardı: Mert Nobre. Arkadaşlarına inat, inanılmaz bir hırs ve disiplinle oynadı bizden Brezilyalı. Gücü ve enerjisiyle rakip savunmayı hallaç pamuğu gibi atan Mert Nobre, verdiği müthiş mücadeleyle arkadaşlarının da silkinmesine neden oldu. Hem takımı, hem tribünleri, hem de haftalardır kulağının üstüne yatan Delgado, Holosko ve Bobo’yu ateşledi. Gecenin tartışmasız kahramanıydı Mert Nobre. Bu performansıyla Ay-Yıldızlı formayı giyen ikinci Brezilyalı olması kuvvetle muhtemel. Benim bildiğim Fatih Terim bu fırsatı kaçırmaz. Zira çektiği forvet sıkıntısı ortada...
Kayseri yenilgisi üzerine pusuda bekleyen ‘Denizli Sendromlu’ kalem erbapları tarafından ‘Takke düştü kel göründü’ misali tartışılmaya başlanan Mustafa Denizli için de rahatlatıcı bir sonuç oldu Kocaeli galibiyeti. Zira dün gece alınacak kötü bir sonuç, önümüzdeki hafta yapılacak provokatif yayınlar nedeniyle Denizli ile Beşiktaş tribünleri arasındaki sevgi bağını zayıflatabilirdi. Ancak Denizli’nin öğrencileri, başta Nobre olmak üzere buna izin vermedi.
Kocaeli için ise söylenecek pek fazla bir şey yok. Yabancıları kaçmış, parlak geçmişleriyle avunan sönmüş yıldızlara kalmış, hocası bir kaç haftadır tribüne mahküm olmuş Körfez ekibi, geldiği yere geri dönecek gibi gözüküyor. Belli ki, futbolcu simsarları tarafından parça pinçik gedilmiş. Yazık!
‘’Ali Koç başkan Fenerbahçe şampiyon!‘’
Bu şampiyonluk bildiğiniz şampiyonluklardan değil. Sözünü ettiğim şampiyonluk, gerçek şampiyonluk. Şampiyonluk salt sportif bir sonuç değildir; bir duruştur. Bir bakıştır. Bir felsefedir. İnsan, yaşamı boyunca hiç bir müsabakaya girmese bile, hayat tarzıyla şampiyon olabilir. Eylemiyle, söylemiyle o en ulvi mertebede yer alabilir. Bunun için haktan, adaletten sapmaması, çağdaş, ileri görüşlü, ufku geniş, vizyon sahibi olması ve asil bir hayat sürmesi yeterlidir. Ki, bunu başaranlar çoğunlukla toplumda bir ya da bir kaç adım öne çıkarlar. Genellikle lider olurlar. Ait oldukları toplumu etkilerler, sürüklerler. O topluma kendi karakterlerini yansıtırlar. Ve o toplumu bu şekilde yüceltirler. Kendileriyle birlikte, başında oldukları kitle de gerçek anlamda şampiyonluk tacını takar.
Aziz Yıldırım'dan sonra Fenerbahçe'nin başkanı olacağı yönünde güçlü emarelerin olduğu Ali Koç da, son haftalarda sergilediği duruşla gerçek bir şampiyon gibi davranıyor. Türk futboluna yepyeni bir soluk, yepyeni bir yönetici prototipi getiriyor. Basının karşısına çıkıyor, sorulan tüm sorulara içtenlikle, akıl ve zeka dolu cevaplar veriyor. Özeleştiri yapıyor. Yaptıkları hatalardan ve yapamadıklarından söz ediyor. Rakibin verilmeyen golü için yorum yapıyor, hakemi eleştiriyor. "Rakibimize yazık oldu" diyebilme yürekliliğini, nezaketini gösteriyor. Taraf olmanın sadece kendi takımının tarafı olmaktan ibaret olmadığını, asıl tarafgirliğin haktan yana olunması gerektiğini tüm samimiyetiyle ortaya koyuyor. Ali Koç, yalnız Fenerbahçe için değil, Türk futbolu için de bir modeldir, bir şanstır. Çünkü şunu çok iyi biliyoruz ki, tribün terörünün asıl müsebbibi, kulüpleri sıçrama tahtası, taraftarı da piyon olarak kullanan taşra kurnazı, bezirgan, mafyoz, çağdışı yönetici modelleridir. İşte Ali Koç, bunların panzehiridir. Bu, panzehir, futbolumuza enjekte edilmelidir. Vakit geçmeden, fırsat kaçmadan...
‘’Beşiktaş'ın son şansı Mustafa Denizli'dir‘’
Önce Beşiktaş yandaşları için rahatsız edici birkaç soru soralım: Beşiktaş Türkiye’nin kaçıncı büyüğüdür? Ezeli rekabette gerek sportif, gerek idari, gerekse tesis bakımından rakipleriyle aynı düzeyde midir? Eğer değilse rakiplerinin ne kadar gerisindedir? Çok geride kaldıysa rakiplerini yakalama şansı nedir? Şayet bu şansı varsa veya yaratabilirse ne kadar zamanda rakiplerini yakalayabilir? Son 13 senede sadece 1 şampiyonluk alınması tesadüf müdür? Ve en önemlisi, Beşiktaş kurumsallaşabilmiş midir? Yoksa hala kişilerin, legal-illegal menfaat gruplarının ve tribünlerin tahakkümünde midir? Yıldırım Demirören gitse ve bu sistem içinde elini cebinden çıkarmayacak yeni bir Yıldırım Demirören gelse her şey düzelecek mi? Elde edilecek bir şampiyonluk geçmişe sünger çekip yapılan bütün hataları örtbas mı edecek, yoksa ileriye doğru atılımın fitilini mi ateşleyecek?
Biliyorum, cevabı zor sorular bunlar. Ve cevaplar kişiden kişiye göre değişir. Ancak fiili durum, tüm bu sorulara verilecek cevapların olumsuz olduğu yönündedir. Şu, herkesin kabulleneceği bir gerçek: Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray’ın gerisindedir. Adı hep üçüncü büyük olarak anılmaktadır. Bunun şampiyonluk ve taraftar sayısıyla ya da popülariteyle de ilgisi yok. Beşiktaş yıllardır bir semt takımı zihniyetiyle yönetilmektedir. Bir türlü dışa açılamamaktadır. Beşiktaş’ı yönetenler, yerel düşüncelerden, demode alışkanlıklardan, kısır çekişmelerden, sığ tartışmalardan kurtulamamakta ve haliyle kulübü evrensel normlara oturtamamaktadır. Bu tespitlerle zaman zaman ortaya çıkan ve çeşitli çareler üretmeye çalışan eğitimli, çağdaş, vizyon sahibi yöneticiler de kısa zaman içinde tasfiye edilmektedir. Bütün bu çalkantılar, tribünlerdeki gel-gitler, futbolcu ve teknik adam sirkülasyonları boşuna değildir.
Denizli gerçek bir devrimci liderdir
Böylesine büyük yapısal sorunları olan bir kulübün kurtuluşunu bir kişiye, özellikle de işi sahanın içiyle sınırlı olan bir teknik adama bağlamak ilk bakışta doğru bir yaklaşım gibi görünmeyebilir. Ancak bu kişinin adı Mustafa Denizli’yse, onun beklenen ‘mesih’ olduğunu rahatlıkla iddia edebiliriz. Beşiktaş Yönetimi, son teknik adam operasyonuyla şaşılacak derecede bir yanlıştan doğru çıkarmayı başarmıştır. Ertuğrul Sağlam’la yolların ayrılması ve bunun şekli ne kadar yanlışsa, Mustafa Denizli’nin fazla zaman geçirilmeden göreve getirilmesi de o derece doğrudur. Hiçbir maceraya atılmadan ve komplekse kapılmadan olması gereken yapılmıştır. Peki, bu yeterli midir? İşte asıl sorun da budur. Mustafa Denizli’yle ilgili planlar kısa vadeliyse Beşiktaş günü kurtarır. Sorunları halının altına süpürür. Evet, Denizli de uzun vadeli planlar yapmaz. Ancak Demirören yönetimi bu konuda kendisini ikna etmelidir. Bugünün yanı sıra Beşiktaş’ın geleceğini de Mustafa Denizli’ye emanet etmelidir. Bir Alex Ferguson ve Arsen Wenger modeli oluşturulmalıdır. İşine ne bir yönetici, ne de profesyonel bir menacer karıştırılmalıdır. Bir CEO gibi tam yetkili olmalıdır. Çünkü Mustafa Denizli salt bir futbol adamı değildir. Ondan öte bir figürdür. Dünya görüşüyle, bilgi birikimiyle, duruşuyla, felsefesiyle, vizyonuyla, zekasıyla, düşünce sistematiğiyle, temsil yeteneğiyle bir ikondur. Tam anlamıyla bir liderdir. Ve Beşiktaş için büyük bir fırsattır. Siyah-Beyazlı camiada gerçekleştirilecek bir zihniyet devrimi için son şanstır. Galatasaray ve Fenerbahçe büyük düşünmenin temellerini onunla atmıştır. Her iki kulüp de bugün onun açtığı yoldan ilerlemektedir. Sıra Beşiktaş’tadır. Önlerinde iki seçenek var: Ya İstanbul’un bir ilçesi olarak kalacaklar, ya da dünya kulübü olacaklar. Tercih onların...
Fenerbahçe’den
ilkel taktik
Aslına bakarsanız, sadece Fenerbahçe’nin yöntemi değildir bu. Diğer büyükler de zaman zaman eski dönemlerden kalma o çağdışı taktiğe başvururlar. Güçlü bir Anadolu kulübüyle yapılacak maç öncesi, rakibin en önemli oyuncuları üstüne transfer spekülasyonu yapmak, sözüm ona bir yönetici cinliğidir. Amaç, rakibin takım bütünlüğünü bozmak, oyuncuyu demoralize etmek, motivasyonu kırmak ve oynanacak maçta avantaj sağlamaktır. Son olarak Fenerbahçe yaptı bunu. Bursaspor maçı öncesi, Yeşil-Beyazlı takımın en etkili iki oyuncusu Mustafa Sarp ile Sercan Yıldırım hakkında çıkarılan transfer dedikoduları, dünya kulübü olma iddiasındaki Fenerbahçe’ye yakışmayacak bir manevraydı. Muhtemelen, yönetimin bunda bir dahli yoktur. Ancak her haberi yalanlayan Sarı-Lacivertli yönetim bu habere sessiz kalarak, yapılan çirkinliğe göz yummuştur. Bilirsiniz, susmak onaylamaktır. Sonuçta hedefe ulaşılmıştır. Peki Bursa taraftarının önüne bir yem olarak atılan Mustafa Sarp ile Sercan Yıldırım ne olacaktır? Onlar kimin umurunda ki? Yaşasın Makyavelizm!
‘’Mehmet kimin 'Yıldız'ı!‘’
Kayırmacılık, bütün toplumların az ya da çok muzdarip olduğu sinsi bir hastalıktır. Temelinde haksızlık ve adaletsizlik yatar. Bunu yapanlar genellikle muktedirlerdir. Ancak adam kayırmak öylesine bulaşıcıdır ki, zamanla toplumun en alt katmanına kadar sirayet eder. Hiyerarşinin olduğu her yerde, erki eline geçiren, birilerini kayırmaya başlar. İşin içinde sınıfsal ilişkiler vardır, siyasi tercihler vardır, belli bir amaç etrafında örgütlenen lobiler vardır, cemaat kültürü vardır, tarikat bağlantıları vardır, ahbap-çavuş münasebetleri vardır. Olmayan ise liyakattir.
Sebebi her ne olursa olsun, bir toplumu içten içe çürüten en önemli faktörlerdendir, kayırmacılık. Türkiye, bu bakımdan yeryüzünün en verimli iklimine sahiptir. Hangi alanda olursa olsun, kişinin ne yaptığına değil, kim ya da kimin nesi olduğuna bakılır. Elbette futbolumuz da bundan fazlasıyla nasibini almıştır. Bir takım kerameti kendinden menkul futbolcular ve teknik adamlar, her devirde baş tacı edilirken, bazıları da işlerini çok iyi yapmalarına karşın kıyıda köşede kalırlar. Son zamanlarda buna en iyi örnek Sivassporlu Mehmet Yıldız'dır. Kırmızı-Beyazlı takımın kaptanı, son iki yıldır Süper Lig'i adeta domine ediyor. Çağdaş bir futbolcuda olması gereken her şeye sahip Mehmet Yıldız. Geçen yıl 33 maç, 14 gol, 13 asist. Bu sezon şu ana kadar 8 maç 5 gol, 2 asist. Modern forvet özellikleri onda, istikrar onda, meslek ahlakı onda, disiplin onda, centilmenlik onda, rakibe ve takım arkadaşlarına saygı-sevgi onda, tevazuu onda, adamlık onda. Ama bir şeyler eksik Mehmet Yıldız'da! O da, yukarıda sıraladığımız çetrefilli ilişkiler ağının dışında kalması. Yaptıkları yetmiyor, onun farkedilmesi için. Milli takımın ona bu kadar ihtiyacı olduğu dönemde bile faydalanılmamasının, modası geçmiş futbolculara çuvalla para saçan Üç Büyükler'in gözlerinin önüdeki cevheri görmemesinin, basının ise satır aralarında 'lütfen' yer vermesinin başka izahı yok. Mehmet Yıldız'a bu adaletsizliği yapanlar, eminim hesabını vermeyecekler, ama bedelini elbet bir gün ödeyecekler. Hatta ödemeye başladılar bile!..
‘’Lincoln daha çocuk!‘’
Aslında hepimiz bir parça çocuğuz. Öyle de olmalıyız. İçimizde her daim yaşattığımız çocuğu asla boğmamalıyız. Hayatın, en geniş ve en büyük oyun alanı olduğunu da hiç bir zaman unutmamalıyız. İyi bir oyuncu olmak için önce iyi bir çocuk olmak gerektiğini de aklımızdan çıkarmamalıyız. Zira, hayattaki en iyi oyuncular, hep çocuklar ve çocuk kalmayı başaranlar olmuştur. Futbolcular ise bu temel kuralın en başarılı örnekleridir.
Ülkemize gelen en büyük futbol yıldızı Ghergoe Hagi, bir röportajında şöyle konuşmuştu:
"Bütün futbolcular, biraz çocuktur. Öyle olmasa futbolu oynayamazlar. Çünkü futbol da nihayetinde bir oyundur."
Üzerine sayfalar dolusu yazı yazılacak kadar anlam yüklü bir söylemdi, Karpatlar'ın Maradonası'nın ağzından dökülen kelimeler. Hagi'nin söyledikleri, futbolun ölüm-kalım meselesine getirilmemesi, oynadığımız bütün oyunlardan olduğu gibi futboldan da keyif almamız gerektiğini adeta beynimize nakşediyordu.
Galatasaray'ın yeni bir 'Hagi' olacak umuduyla renklerine bağladığı Lincoln de her futbolcu gibi bir çocuk. Ama o şımarık bir çocuk. Şımarıklığı nedeniyle de rakip taraftarların tepkisini alırken, kendi tribünlerinin sevgilisi olabiliyor. O, her şımarık çocuğun kendi ebeveyni tarafından hoş görülmesinin yeşil sahalardaki tipik bir tezahürü. Bu haliyle de pimi çekilmeye hazır bir bomba gibi. Nerede, ne zaman patlayacağı belli değil. Lincoln'ün kendini oyundan attıracak davranışları üst üste sergilemesinin temel nedeni, şımarıklığının cezalandırılmaması ve taraftarın ona olan karşılıksız sevgisidir. Ailenin bu nevi şahsına münhasır ferdine gösterilen müsamaha, diğer futbolcuları da kızdırmakta ve rencide etmektedir. Galatasaray'ı zorlu lig yarışında bekleyen tahlikelerden biri de, Lincoln nedeniyle diğer futbolcuların yaşadığı bu 'üvey evlat' sendromudur. Galatasaray yönetiminin acilen bu Brezilyalı'nın dikkatini çekmesi gerekir. Hatta bunun için ellerine bir fırsat bile geçmiştir. Trabzon maçında gördüğü kırmızı kartı en ağır şekilde cezalandırmalıdırlar. Bunu yaparlarsa, belki Lincoln'ü bile kazanırlar. Yapamazlarsa koca sezonu kaybedebilirler. Bu, öyle bir kayıp olur ki, telafisi için uzun yıllara ihtiyaç olabilir. Tercih onların... Lincoln mü, Galatasaray mı?
‘’Paralel hayatlar‘’
Hayat denen gizem, bin bir surat gibidir. Bize hangi zamanda hangi yüzünü göstereceğini kestirmek mümkün değildir. Bazen şefkatli bir ana kucağı gibidir hayat, bazen de cehennemi bir çukur... Bir bakmışsınız, sizi önüne katmış sürükleyen bir deli rüzgar olmuştur; karşı duramazsınız... Bir de bakarsınız sığınacağınız sakin bir limana dönüşmüştür; huzur bulursunuz. Zaferler de hayatın getirdikleridir, yenilgiler de... Acı da, hüzün de, sevinç de, coşku da öyle... Mutluluk da hayatın bir yanıdır, keder de... Keza varsıllık da, yoksulluk da... Hepsi iç içedir ve hayatın bize gösterdiği farklı farklı suretleridir. Ve hepsi biz insanlar içindir. Ve hepsine hazırlıklı olmak zorundayız.
Hayatı ruhsal ve bedensel olarak bir bütün halinde yaşayabileceğiniz gibi, bir şeylerden yoksun olarak da sürdürebilirsiniz. Beklenmedik bir zamanda, umulmadık bir zeminde başınıza gelebilecek bir trajedi sizi sonsuza kadar sahip olduklarınızdan mahrum bırakabilir. Yitip giden bir akıl sağlığı da olabilir, bedeninizin bir parçası da... Yapacak bir şey yoktur bu gibi durumlarda. Bazen kasırgaya dönüşen kaderin önünde duramazsınız. Ama yıkılmamak elinizdedir. Pes etmemek, yaşama dört elle sarılmak, hayatın içinde varlığınızı hissettirmek size bağlıdır. Tıpkı ülkemizdeki sekiz küsur milyon engelli insanımızdan bir kısmının spor alanlarında yapmaya çalıştığı gibi.
Engellilerin yaşam alanını yok ettik
Hiçbir şey yokmuşçasına yollarına devam eden bu engelli insanlarımız, yalnız spor yoluyla hayata tutunmak gibi bir hedefin peşinde değller; aynı zamanda kazanmaya da oynuyorlar. Onlar da hırslanıyor, öfkeleniyor, efor sarfediyor ve sonunda sevinç ya da hüzün yaşıyorlar. Tıpkı bizler gibi! Zira yok birbirimizden bir farkımız. Onlar da etten, kemikten, sinirden, hücreden oluşuyor. Onların da bir zamanlar önemli bir kısmı bizler gibiydi. Yaşadıkları herhangi bir trajik olay, hayatlarının değişik bir mecrada akmasına sebep oldu sadece. Kimi ayağını kaybetti, kimi kolunu. Kimi de vücudunun bir kısmını çalıştıramaz hale geldi. Biz ve onlar diye ayırım yapmamıza neden olan da bu. Oysa hep iç içeyiz. Onların hayatı da bize paralel bir şekilde sürüp gidiyor. Hepimiz biliyoruz ki, aynı enlemde, aynı boylamda, aynı düzlemde, aynı zamandayız. Öfkelerimiz de, sevinçlerimiz de, hüzünlerimiz de, ihtiraslarımız da birbirine benziyor. Aynı şeyleri yaşıyor, aynı tepkileri veriyoruz. Aramızdaki tek nüans; onlar içeride biz dışarıdayız! Ama artık daha az saklanıyorlar. Pekin’deki Paralimpik Oyunları bir kez daha kanıtladı: Engel, onlara engel değil... Engel olan biziz!
Nüfusunun yaklaşık yüzde 12’si engelli olup da, onların yaşam alanını böylesine daraltan, kısıtlayan, onları sokağa bile çıkamaz hale getiren dünyadaki az sayıda ülkeden biriyiz. Bunun, medeniyetin en temel karinesi olduğunun bile farkında değiliz. Hala görmüyoruz, hala duymuyoruz, hala onları yok sayıyoruz ve hala altından kalkamayacağımz bu vebali bir lanet gibi omuzlarımızda taşıyoruz. Eminim, hepimizin ailesinde ya da sülalesinde bir engelli vardır. Ona rağmen kayıtsızız. Bir gün biz de onlar gibi olabiliriz. Öyle ya, trafik kazalarında, kalıtsal hastalıklarda dünya şampiyonuyuz. Bu bile bizi kıpırdatmaya, bir şeyler yapmaya itmiyor.
Gizem, Neslihan ve diğerleri
Bu bizim çağdışlıkla olan sınavımızdır. Bu sınavdan on yıllardır çakıyoruz. Yakın bir zamana kadar da çakmaya devam edeceğimize dair güçlü belirtiler mevcudiyetini koruyor. Ancak sahip olduğumuz bu çağdışı zihniyete karşın, ülkemizi muasır medeniyet seviyesine çekmek isteyen bir avuç gönüllü insanımızın ve sayıları orta ölçekli bir Anadolu kasabasını dolduramayacak kadar az olan engelli spocularımızın varlığı umut vermiyor da değil. Onların küçük bir bölümüyle Pekin’de yaklaşık 10 gün beraber olduk. Her olimpiyatın ardından yapılan Paralimpik Oyunları’ndaki Türk kafilesinin heyecanına, sevincine, üzüntüsüne ve kırgınlıklarına tanıklık yaptık. Okta Gizem Girişmen’in aldığı altın ve masa tenisinde Neslihan Kavas’ın kazandığı bronz madalya ile gönendik. Diğer sporcularımızın performansıyla gururlandık, kaçan madalyalara kahrolduk. Ve gördük ki, bu konuda yükselen bir bilinç dalgası mevcut. Bu dalganın önümüzdeki yıllarda daha da kabaracağına ve önlerindeki en büyük engel olan ilkel zihniyeti yıkacağına eminim. Zira her ne olursa olsun, tarih boyunca kazanan hep akıl, bilinç ve insanlık olmuştur. Bu işte de böyle olacaktır.