‘’Tamirci çırağı!‘’
Bir insanı bitirmenin, yok etmenin türlü türlü yolları vardır. Derdest edilecek kişi, özellikle genç bir insan ise akla hayale gelmedik yöntemler bulunulabilir. Ülkemiz bu konularda oldukça mahir ve bir o kadar da sabıkalıdır. Yakın tarihimiz, başta devlet olmak üzere çeşitli mekanizmalar tarafından ziyan edilen gençlerin hazin öyküleriyle doludur. Kiminin geleceği ellerinden alınmıştır, kiminin umutları karartılmıtır, kiminin beyinleri iğdiş edilmiştir, kiminin de sonsuza kadar sesleri kısılmıştır. Bu, çocuklarını sevmeyen bir toplumun kaçınılmaz yazgısıdır. Ve bu sevgisizlik neredeyse tüm kurumlarımıza, kuruluşlarımıza, toplumsal katmanlarımıza sirayet etmiştir.
Son yıllarda hemen her alanda ezeli rakiplerine fark atan ve haklı olarak övgüye değer bulunan Fenerbahçe Kulübü’nün 15 yaşındaki bir gence reva gördüğü davranış, bedenimizin her yanını sarmış bu umarsız hastalığımızın bir sonucudur. Sarı-Lacivertli kulübün alt yapı sorumlularının 1.5 ay önce Aydın’da keşfettiği ve İstanbul’a getirdiği Harun İzgüt isimli tamirci çırağının, iki gün önce apar topar geri gönderilmesinde ilk bakışta olağandışı bir şey görünmüyor. Ancak 15 yaşındaki bu genç üzerinden koparılan fırtına, her şeyi nasıl da yüzümüze gözümüze bulaştırdığımızın açık bir göstergesi. Harun İzgüt’ün Aydın’a geri dönmesi üzerine Aydın Belediyespor yöneticileri, futbolcunun beğenildiği, ancak Fenerbahçe ile aralarında bonservis sorunu yaşandığı şeklinde bir açıklama yapıyor. Belli ki, beğenilmediğini genç futbolcularına duyurmak istemiyorlar. 1.5 ay boyunca Fenerbahçe formasının hayaliyle yatıp kalkan bir gencin yaşayacağı düş kırıklığını kolay kolay atlatmayacağını düşünüyorlar. Ve kaldığı yerden yoluna devam etmesini sağlamak istiyorlar. Yapılan açıklama, doğru olmasa bile, genç oyuncunun yaşayacağı ruhsal travamanın önüne geçmesi bakımından yadırganacak bir durum değil.
Gelgelelim buna mukabil Fenerbahçe’nin resmi internet sitesinde Aydın Belediyespor’un bu açıklaması yalanlanıyor ve Harun İzgüt için şu ifadeler kullanılıyor: “Söz konusu oyuncu sezon öncesi hazırlık döneminde Genç Futbol Takımlarımız için denenmeye gelen oyuncular gibi denenmelere tabi tutulmuş ve kendi yaş grubundaki takımımız için yeterli görülmeyip gönderilmiştir.”
Şimdi buna ne gerek vardı? Eğer yetersizse bile, genç bir insanın yetersizliğini kamuoyuna böylesine ifşa etmenin mantığı nedir? O çocuğun yaşayacağı psikolojik çöküş neden dikkate alınmaz?
Uygarlık ayrıntılarda gizlidir. Fenerbahçe çağdaş bir kulüp olma yolunda hızla ilerliyor. Ancak belli ki, yolu bir hayli uzun ve engebeli. Çağdaşlaşma adımları atılırken, bu türden ayrıntılar da göz ardı edilmemeli. Koskoca Fenerbahçe kulübü, 15 yaşında bir genci kamuoyu önünde refüze etmemeli. Gururunu kırmamalı. Ruhunu paramparça yapmamalı. Hayata küstürmemeli. Bu, Fenerbahçeliler’e göre çok ufak bir detaydır belki... Ama her detay gibi öze tekabül eder. Biz insanı kıran sözde değil, insana yatırım yapan özde Fenerbahçe’yi görmek istiyoruz. Ve bu Fenerbahçe bir yerlerde var. Bunu biliyoruz.
Haklısın İsmet Abi!
Bu köşede kendi meslektaşlarımla kolay kolay polemiğe girmem. Kimsenin yazısına cevap yazmam. Kısır tartışmalardan özenle kaçınırım. Ancak söz konusu olan bir meslek büyüğüm, ustam olunca bu satırları karalamak elzem oldu. İsmet Tongo’nun meslek hayatımda önemli bir yeri vardır. Ondan mesleki açıdan çok feyz almışımdır. O nedenle kendisine saygım sonsuzdur. İsmet Abi, geçtiğimiz günlerde beni köşesine konuk etmiş. Elvan ile ilgili yazdığım yazıya itiraz etmiş. İtirazı yazının kendisine değil, ama “Elvan kadar başınıza taş düşsün” şeklindeki başlığına. Aslında benim hedef aldığım İsmet Abi ve benzeri meslek büyüklerim değildi. Spordan bi haber olup da, spor yazarlığı yapmaya kalkan diğer iş güzar köşe yazarlarına bu şekilde hitap etmiştim. Ancak İsmet Abi ve belki başka meslektaşlarım da haklı olarak alınmışlar. Yazının başlığı gerçekten ağır ve maksadını aşan bir başlıktı. Bu vesileyle başta İsmet Abi olmak üzere kırdığım meslektaşlarımdan özür dilerim. Ve İsmet Abi’ye beni uyardığı için teşekkür ederim.
‘’Kelle avcıları!‘’
Bu dünyaya on kez gelsem asla yapmak istemeyeceğim bir meslek vardır: Teknik direktörlük! Zira meslekler içinde en stresli olanıdır, teknik adamlık. Tel cambazı gibidir teknik direktörler. Üstelik ellerinde denge çubuğu olmadan yürürler telin üzerinde. Ve genellikle düşerler! Düşürülürler! Defalarca... Ama onlar her seferinde yeniden ayağa kalkarlar ve yine telin üzerine çıkarlar. Çünkü ne gidecek bir yerleri vardır, ne de yapacak başka bir işleri. Onlar hayat cambazıdır aslında. Ve her cambaz gibi yapayalnızdırlar. Dostlukları da, aşkları da tek kişiliktir. Hayatta kendilerinden başka güvenecekleri kimseleri yoktur. El üstünde tutulduklarında dahi, bir gün o ellerin kendilerini yere atacağını bilirler. O nedenle hep tilki uykusundadırlar; bir gözü açık uyurlar. Kulakları sürekli kiriştedir. Duydukları ayak sesinin dost mu, düşman mı olduğunu kapı arkasından anlarlar. Ayaklarını takoza koymuş atlet gibidirler. Her daim hazır olan valizlerini alarak, çekip gitmek için start çizgisinde öylece beklerler. Sevenleri çok azdır. Kimseye yaranamazlar. İşlerini düzgün yaptıklarında bile, pusuda bekleyen kelle avcıları olduğunu bilirler. Bu dünyada başka hiç bir meslek erbabı yoktur ki, işlerine bu kadar karışılsın. Ve bu kadar çok bilinsin! Herkes onlardan daha iyi bilir teknik direktörlüğü! O nedenle akıl hocaları (!) çoktur. Önüne gelen bir tutam akıl satmaya kalkar onlara. Alınmayınca da, gümüş tepsiler hazırlanır. İlahlara verilecek teknik adam kelleleri birer birer koparılmaya başlanır. Süreç böyle işler bizim futbolumuzda. Üstelik ligin hemen başında idam sehpaları kurulur. Sezon başlayalı henüz iki hafta oldu. İlk sıra bir Alman'ın: Skibbe. İyidir, kötüdür. Bilemeyiz. Bunu zaman gösterir. Tabii o zamanı tanırsak. Ki tanımayacağımız gün gibi ortada.
Bir toplum bu kadar mı sabırsız ve acımasız olur? Bu işler çocuk oyuncağı mı? Galatasaray oyun bahçesi mi, iki haftada hoca kovuyoruz.
Bu kafalar, sağlıklı kafalar değil! Tedavi gerekiyor!
‘’Bir zamanlar Aslan'dı!‘’
Hayatın en temel kurallarından biridir, işi şansa bırakmamak. Zira şans, denk olmayan kuvvetleri dengeler. Ülkemizde, Avrupai kimlik denince akla gelen ilk takım olan Galatasaray, Gerets’le yitirmeye başladığı bu özelliğini yeniden kazanmak için bu yıl önemli bir fırsat yakaladı, ancak değerlendiremedi. Steau Bükreş, Şampiyonlar Ligi ön eleme grubunda Sarı-Kırmızılı takıma çıkabilecek en iyi rakipti. Gelgelelim Galatasaray, Ali Sami Yen’de aldığı gollü beraberlikle kaderini bir ölçüde rakibinin ellerine bıraktı. Steau da kendine altın tepside sunulan Şampiyonlar Ligi biletini iki yan hakemin arka arkaya yaptığı hatalar zincirinin de yardımıyla cebine koydu.
Her şeye rağmen Galatasaray rakibini deplasmanda yenebilecek ve eleyebilecek güce sahipti. Kağıt üzerinde Steau’ya nazaran çok daha kaliteli futolculara sahip olması beklentileri de artırmıştı. Lakin, kendilerine bel bağlanan ayaklar pas tutunca Galatasaray şanlı tarihine yakışmayacak bir sonuçla Şampiyonlar Ligi’ne veda etti.
Bu sonuç, son yıllarda yönetiminden futbolcusuna, teknik adamından taraftarına kadar Sarı-Kırmızı camiaya hakim olan küçük düşünmenin bir ürünüdür. Lig yarışında Fenerbahçe’ye üstünlük sağlamayı kendisine temel hedef olarak koyan bir zihniyetin “Avrupa Aslanı”nı ev kedisine çevirmesi kaçınılmazdı. Nitekim kaçınılmaz son, geldi Galatasaray’ı buldu!
Tamam, bir takım sürekli zirvede olamaz. Futbolun içinde inişler çıkışlar hep olacaktır. Ancak, burada Galatasaray ve Sarı-Kırmızılı takımın geleceği adına ümit kırıcı olan, rakibine her iki maçta da çok kolay teslim olmasıdır. Eskiden Galatasaray fark yediği maçlarda bile rakibine dünyayı dar ederdi. Galiba Galatasaray’ın yitirdiği en önemli değer de budur: Yalnız Avrupai kimlik değil, büyük takım olma hüviyetini de kaybetmiş olması. Eh bu da normaldir! Dört yıldır yapılan önemli transferlere karşın, takımın bir türlü dünya çapında bir hocaya teslim edilememesi, Galatasaray’ı, “geçmişini arayan adam” pozisyonuna soktu.
‘’Elvan kadar taş düşsün!‘’
Tamam, Türkiye bir çok konuda çağın gerisinde kalmış bir ülkedir. Siyasette, ekonomide, eğitimde, bilim ve teknolojide, demokraside, insan haklarında uygar dünyanın bir hayli uzağında olabiliriz. Ancak bize özgü bir hasletimiz var ki, bu konuda tüm dünyaya ders verebilecek bir ülkeyiz. Bu konu, ırkçılıktır. Biz belki insana acı veren tüm kötülüklere az ya da çok sahip olduk. Ama asla ırkçı, faşist, kafatasçı olmadık. İnsan hakları konusunda mangalda kül bırakmayan, ileri demokrasileriyle övünen çağdaş ülkelerde bile ezilen, horlanan, dışlanan Afrika kökenli insanların dünyada en rahat gezdiği ülkelerden biridir Türkiye.
Gelgelelim, son zamanlarda Elvan Abeylegesse üzerinden ırkçı, faşizan eleştiriler, yorumlar yükselmeye başladı. Elvan'ın başarısını içine sindiremeyenlerin toplumda bir hayli fazla olduğu şeklinde ön yargılı görüşler pompalanmaya devam ediliyor. Bu konuda kamuoyu yaratılmaya çalışılıyor. Ve ne yazık ki, bu koroya katılanlar arasında toplumda sevilen, sayılan akil adamlarımız da yer alabiliyor. Bu, son derece tehlikeli bir tırmanıştır. 14 yaşından beri ülemizde olan ve Türkiye adına ilklere imza atan, bizim geleneklerimizi benimseyen, tarihimizi özümseyen Elvan'a bundan daha fazla haksızlık yapılabilir mi? Bugüne kadar hangi sporcu olimpiyat stadında Türk bayrağı ile tur atmıştır?
Beyler, başarısız bulduğunuz spor teşkilatına vurmak istiyorsanız, lütfen bunu Elvan üzerinden yapmayın. Bütün değerleri erozyona uğratılan ülkemizin, sahip olduğu en nadide değerlerden birini daha yitirmesine vesile olmayın. Bizi, içten çürütmeyin. Yoksa tarih sizi affetmez.
‘’Savaşçı!‘’
Çocukluğu ve gençliği yoksullukla, yoksunlukla, acılarla, savaşlarla, kayıplarla geçen her insan gibi Ramazan Şahin de yaşının üzerinde bir olgunluğa sahip. Hem minderde, hem de hayatın içinde... Çünkü o kaybetmeyi de öğrenmiş, kazanmayı da... Mindere akıttığı her ter damlasında Rus-Çeçen savaşının yaşattığı acıların izleri var. O, bir anne-baba ile dört kardeşin Dağıstan'da yoksul bir barakada verdiği ayakta kalma mücadelesinin adeta bir sembolü. O kadar ki, onca yıkıma iki yıl önce bir trafik kazasında kaybettiği babası da eklenince aileye bakmak onun boynunun borcu oldu. Amcası İshak İrbayhanov ile Adem Bereket'in milli takım antrenörü olmasının ardından Türkiye'ye getirilen ve nasıl biteceği belli olmayan yepyeni bir maceraya atılan Ramazan, kendisini kabul ettirmek için büyük bir uğraş verdi. Başlangıçta Türk sporcular tarafından dışlanan, istenmeyen, hatta milli takım kampında isyan çıkmasına neden olan Ramazan Şahin, zorlu geçmişinden edindiği tecrübelerle tüm olumsuzluklara direndi. Yılmadı, yıkılmadı, pes etmedi, mücadele verdi ve sonunda rakiplerini birer birer ekarte ederek milli takımın kapılarını ardına kadar açtı. Önce Avrupa üçüncülüğü, ardından Dünya ve Avrupa Şampiyonluğu, derken bugün de Olimpiyat Şampiyonluğu... Çok kısa bir sürede inanılması güç bir işi başaran Ramazan bütün bunların tamamını bir yıla sığdırdı. 25 yaşındaki Ramazan Şahin, Türk güreşinin yeni fenomeni olma yolunda hızla ilerliyor. Çeyrek asra bir kaç ömürlük bir hayatı sığdıran Ramazan'ın daha yazacağı çok tarih var. O da buna hazır. Çünkü o bir savaççı. Pes etmek, kitabında yazmıyor.
‘’Görmemişin gümüşü olmuş!‘’
Şunu baştan söyleyeyim: Başlığa bakıp da, Elvan Abeylegesse'yi eleştirdiğimi sanarak bana küfür etmeye hazırlananlar avuçlarını yalayacak! Benim sözüm bize! Hepimize. Sporu yönetenlere, sisteme, medyaya, herkese...
Çünkü geçmişin bize bıraktığı en berbat miraslardan biridir, olan biteni abartmak. Başarıyı da, başarısızlığı da öylesine uç noktalarda yaşıyoruz ki, kendimizi bir anda vecde gelmiş veya cinnet halinde bulabiliyoruz. Tapınma ve linç kültürü atbaşı gidiyor. Elvan Abeylegesse'nin başarısının, atletizmde tarihi boyunca toz yutmuş bir millet için çok büyük olduğu bir gerçek. Şu ana kadar Pekin'de kelimenin tam anlamıyla hezimet yaşamış bir ulus olarak buna ihtiyacımız da vardı.
Gelgelelim, Elvan'ı Tianenman Meydanı'na götürmek, orada binlerce insanın içinde kargaşaya neden olmak, tam da biz Türk medyasına yakışacak cinsten bir işgüzarlıktı. Başarılı olan bir sporcunun elbette duygularını alacağız, kamuoyuna yansıtacağız, en güzel ve en özel fotoğraflarını çekerek Türkiye'ye servis edeceğiz. Ancak bunu yaparken abartıya kaçmamak, serinkanlı ve yaratıcı olmak gerektiği de bir gerçektir. Merak ediyorum, acaba kaç ülke madalya kazanan sporcusunu oraya buraya götürüp çekiştirerek, yanına ilişip fotoğraflara girmeye çalışarak dünkü gibi bir rezalete sebebiyet vermiştir. Ne bizler doğru dürüst soru sorabildik, ne Elvan o izdihamda sorulara cevap verebildi, ne de foto muhabirleri istedikleri fotoğrafı çekebildi. Zaten ketum bir sporcu olan Elvan'ın söylediği üç beş cümleyi röportaj, o kalabalıkta çekilen resimleri özel fotoğraf diye Türkiye'ye yutturacağımızı sanıyorsak aldanıyoruz. Medya olarak daha sakin, daha olgun, daha yaratıcı olmak zorundayız.
Bu çuvaldızdı, ve kendimize batırdık. Gelelim iğneye:
Elvan'ın başarısına sevinmek en başta sporumuzu yönetenlerin hakkıdır. Ama onlar da bunu yaparken profesyonelliği ve sükuneti elden bırakmamalıdır. 70 milyonluk bir ülkenin spor yöneticileri olarak neden üç beş gümüş ve bronza böylesine çılgınca sevindiklerini bir düşünmeliler. Türk medyasını neden 1.5 saat o sıcağın altında beklettiklerini de açıklamalılar. Ve Maou'nun önünde Elvan'ın resmini çektirmeyin şeklindeki talimatı verdiren çağdışı zihniyetten de bir an önce arınmalılar.
Son söz ülkemizin cabbar ve cevval yöneticilerine, dünyadan bi haber tüm medyasına:
Biliyorum, Elvan döndüğünde sinek gibi başına üşüşmeye ve onun rantını yemeye hazırlanıyorsunuz.
Daha önce nerdeydiniz?
‘’Kaybetmeden kazanamazsın‘’
İrlandalı yazar Samuel Becket’ın edebiyat tarihine geçen şu sözleri, insanoğlunun hayata karşı verdiği yarışta en önemli anahtar cümlelerden biridir: “Hep denedin, hep yenildin. Yine dene, yine yenil. Daha iyi yenil!”
Nasıl ki, çocukluğumuzda düşe düşe yürümesini öğreniyorsak, her düşüşümüzde, yeni adımlar atabiliyorsak, yaşam serüvenimiz de aynen öyledir. Düşe kalka ilerleriz. Her düşüşümüzden yeni dersler çıkarırız, rotamızı ona göre belirleriz. Hayata karşı verdiğimiz savaşımızdaki başarımız, alacağımız yenilgilere bağlıdır. Ne kadar çok yenilgi, o kadar çok ders ve tecrübe. Kazanmak ancak bu silsileyle mümküdür. Ancak bunun için de mücadeleye çıkmamız gerekir. Mücadele vermeden yenilemezsin de, kazanamazsın da... Önce arenaya ya da ringe çıkacaksın. Hangi alanda olursa olsun. Kafanı gözünü yaracaksın. Dövüleceksin. Vurulacaksın. Örseleneceksin. Yara bere içinde kalacaksın. Ve sonunda kazanacaksın. Başka yolu yok.
İşte dün Pekin’de ringe çıkan 17 yaşındaki Furkan Ulaş Memiş’in hocası Cahit Süme, hayatın bu en temel ilkesini bir kenara attı. Öğrencisinin mücadele etmesine izin vermedi. Sonuna kadar savaşıp yenilmekten onu mahrum bıraktı. Ona pes etmeyi öğretti. Oysa genç Furkan ringde kalmalıydı. Daha iyi dayak yemeliydi. Yediği her yumruk daha derin izler bırakmalıydı, yüzünde ve ruhunda. Kazanmasını ancak böyle öğrenebilirdi Furkan, ama olmadı. O havlu Furkan’ın ruhunu paramparça etti. Ve ringin her yanına saçtı ruh parçalarını. Toplamak yıllar alacak.
‘’Sibel'in çocukluğu‘’
İnsan çocukluğundan, çocukluk anılarından kaçar mı? Bu soruya evet demek de mümkün, hayır da... Mutlu bir aile ve çevre ortamında büyüyen yetişkinler, bırakın çocukluğundan kaçmayı, hep çocuk kalmak isterler. Ve o nedenle her dem o naif yılları özlemle anarlar. Hiç bir zaman geri gelmeyecek vefasız bir sevgilinin adını mırıldanır gibi çocukluk hatıraları sık sık istemsizce dillerden dökülür. Sonra iç çekilir. Ardından gerçeğe dönülür.
Gelgelelim, herkesin çocukluğu özlemle anılacak gibi değildir. Anne-baba şefkatinden, sıcak bir yuvadan, sevgiden, ilgiden yoksun büyüyenler, bir daha çocukluklarına asla geri dönmek istemezler. Unutmayı yeğlerler. Özellikle de çocukluğu yetiştirme yurtlarında geçenler... Lakin, o kabus dolu yıllardan kaçmak pek de olası değildir. Kurtulmak zordur. Ancak yaşadığınız o korku ve kahır dolu yılların izlerini biraz olsun silebilecek uğraşlar edinerek peşinizdeki gölgeden uzaklaşabilirsiniz. İşte spor bu uğraşların en önde gelenidir. Spor, asla sadece spor değildir. Spor gün gelir, insanı hayata bağlayan gümüş renkli simden yapılmış bir iplik olur, gün gelir bir gurur vesilesi... Bazen de ikisi birden... Tıpkı dün Pekin’de yüzümüzü ağartan 20 yaşındaki Sibel Özkan’da olduğu gibi.
Çocukluğu yetiştirme yurtlarında geçen Sibel Özkan, huzuru önce judoda arar. Ardından haltere geçer. Zamanla halter onun hayatının bir parçası değil, ta kendisi olur. Bir kaç yıl içinde o hatırlamak istemediği çocukluk anılarını halter sayesinde geride bırakır, geleceğe daha bir umutla bakar. Kısa zamanda bu branşta büyük aşama kaydeder ve milli takıma kadar yükselir. Madalyaların kıyısından döndüğü uluslararası şampiyonalardaki bir kaç denemeden sonra olimpiyat vizesi alarak Pekin’in yolunu tutar. Sonrası malum. Kendisi, hocası ve onu bilen bir kaç kişi dışında hiç kimse onu hesaba katmaz. Ama o her kendinden emin ve mağrur sporcu gibi çıkar görevini yapar, ülkemize tarihimize olimpiyat madalyası kazandıran ikinci bayan sporcumuz olur. Daha fazlası olabilir miydi? Elbette olabilirdi. Ama bu da bir şeydir. Sıcak bir yuvadan mahrum büyümüş, çocukluğunu yaşayamamış yetişkin bir birey için üstelik çok şeydir. Sibel’den çıkarılacak çok ders var. En önemlisi de şu:
Hatırlamak istemediğiniz çocukluğunuzdan kaçarken, bazen hayatı yakalarsınız.